Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K ün 2 Haziran’dı, Orhan Kemal’in (19241970) 40. ölüm yıldönümü… Bugün 3 Haziran; Nâzım Hikmet’in (19021963) 47. ölüm yıldönümü… Hasan Hüseyin, istediği denli “Haziranda ölmek zor” desin, ölünüyor işte, ölünüyor yazık ki… Yazı başlığı, ölümden yana kışkırtı barındırırmış gibi duruyorsa da, bu değil amacım, bilinsin isterim işin başında… Bir yasamız var: FSEK olarak adlandırılan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu. Yasanın ilgili maddesi, AB sözleşmeleriyle de bağlantılı olarak sanatçı haklarının ölümleri sonrasında yetmiş yıl boyunca kalıtçılar lehine korunmasını karara bağlıyor. Ya sonra? Ölümün ardından yetmiş yıl geçtiğinde, yazar bütün verimleriyle “kamu malı”na dönüşüyor… Ne güzel değil mi? Yazarın, tüm verimleriyle kamu malı sayılacağı kabulünü, ahlaksal bağlamda insanda yücelik duygusu uyandıracak bir erdem anlayışı biçiminde karşılamak olanaklı. Ne ki burada “kamu malı sayılma”yla “sahipsiz kalma” arasında gidip gelen görece bir ikilemle karşı karşıya bulunduğumuz düşünülebilir yine de. Öyle ya, madem kamu malı, herkes sahiplenecek demektir onu… Nitekim yalnız bizim değil, tüm dünya halklarının, insanlarının malı değil midir bugün Yunus Emre, Shakespeare? Bu kapitalist düzen içinde bunun tersi de düşünülebilir elbette. Özellikle hastalıklı, dışlamacı, hor görücü yaklaşımla, madem herkese açık, beni niye ilgilendirsin diye umursamaz bir davranış da sergilenebilir… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Hele ölelim, hele üzerinden yetmiş yıl geçsin... samdan çıkarıldıklarında ne gibi bir durumla karşılaşacağız dersiniz? Bu bağlamda orta malı konumundaki iki doruk adı alalım; Yunus Emre, Ömer Seyfettin (18841920)… İkisi de Anadolu aydınlanmasının ışığında kamuoyuna mal olabilmiş adlardan. Öyle ya, Cumhuriyet öncesinde de kuşkusuz nice şiiri halk arasında ağızdan söze dolaşıyordu ama bugünkü ölçüde anılıyor muydu bakalım Yunus’un adı? Bu ad çevresinde oluşturulan şair yüceltmesi de Cumhuriyet yazınının armağanı değil mi bize? Demek yazar kalıtçıları tarafından kullanılan yasal şemsiye kadar, yazarın sağlığında veya ölümü sonrasında telif hakkı sürerken ya da kamuya geçtiğinde devlet tarafından sağlanan bir koruma, ötesinde görece kollama da var. Kitapların halka ulaştırılmasına, öğretim kurumlarında üstü örtük okutulma zorunluluğuna dek telif kapsamı dışında bir dizi tutum… Silmeye, yok saymaya dönük tutumlarla karşılaşılabildiği gibi açıkgizli destek de söz konusu! YAZARIN HAKKI, YAZINSAL OLANIN HAKKI... Önümüzdeki onon beş yıl içinde halkın rağbet ettiği azımsanmayacak sayıda yazarın, şairin telif koruması kalkmış olacak. Yine de kimi yazarlar için yukarıda andığım biçimde bir devlet desteğinin süreceği öngörülebilir. Buna karşın yazınımızda adlarını andığım kimi yazarların telif şemsiyesi altından çıkıp dünyaya açılacağı, dünya halklarının ortak malına dönüşeceği de açık! Yazarların manevi hakları, bunu belgeleyen kayıtlar bulunduğu sürece korunacak kuşkusuz… Homeros ağabeyimizin adını kim çiğneyebilir? Örneğin milyonlarca insan, neredeyse ezbere bildiği, “Şol cennetin ırmakları/ Akar Allah deyu deyu” dizelerinin Yunusça söylendiğinin ayırdında olmayabilir ama kayıtlar bu hakkı sonsuzca bellekte tutmayacak mıdır yine de? Bu, herhangi yazarın maddi haklarını bıraktıktan sonra süregidecek manevi haklarını simgeliyor yalnızca. Ama bu dizelerin, ürünlerin, verimlerin yüzyıllar boyu halklar tarafından yaşatılması olgusu için neler söylenebilir? Hangi aile, hangi devlet ya da kurum yazara hak etmediği başarayı kazandırabilir? O halde hüner, söz konusu ürünün, kendi gücüyle yani bunu bileğinin hakkıyla elde etmesinde yatıyor. Sonrasında öteki dillerde de yaygınlık kazanabiliyor yapıt. Sözgelimi Nâzım’ın dizeleri dünyanın yedi iklim dört köşesinde gezinmiyor mu? Demek yazar hakkı ile yazınsal olanın hakkı birbirine karıştırılmamalı! Geçen hafta “Kitaplar Adası”nda kitaplarının peşini bırakmış ya da kitapları kendilerini terk etmiş iki yazardan söz etmiştim: F.Ülke Aren, Gülderen Bilgili… İkisi de ilk öykü kitaplarının ardından neredeyse ortadan çekilmiş görünüyor. Oysa gerek Aren’in Hanya Konya’sı (Yazko, 1981), gerekse Bilgili’nin Bir Gece Yolculuğu (Can, 1987) üzerinde dönemi içinde gereğince durulmuştu, yapıtlara ödüller de verilmişti. Ancak yirmi beşotuz yıldan bu yana ne yazarlar görünüyor ortada ne de andığım kitaplar bulunabiliyor kitapçılarda. Aynı dönem içinde günümüzün önde gelen öykücüsü Cemil Kavukçu da Patika (Varlık, 1987) adlı ikinci kitabıyla ödüllendirilmişti de Aren ya da Bilgili denli adından, veriminden söz ettirmeyi başaramamıştı bir türlü. Ama onlar değil, Kavukçu kaldı öykü alanının asıl yerleşiği olarak. Öteki iki yazarsa konuk gibi duruyorlar alanda, yarınların ne getireceği şimdiden bilinmemekle birlikte. On yıllar önce de önemli bir öykücümüz vardı, adından söz edilen: Sadri Ertem (19001943). 1930’lar boyunca verimlediği azımsanmayacak sayıdaki öykü kitabıyla, özellikle işçileri yazınımızda ilk kez buyur eden öyküleriyle dikkati çekmişti. Üç yıl sonra Sadri Ertem’in öyküleri birden ortalığa yayılabilir. Çünkü telif şemsiyesi altından çıkmış olacak Ertem. Dünya Kitapları’nın yayımladığı örnek dışında öykülerine ulaşabilmek olanaksız şimdi neredeyse, o da bulunabilirse… Oysa Aren’le Bilgili hayattalar, ama susuyorlar. Demek ki telif şemsiyesi, yazarın maddi, manevi haklarının koruyucusu, o kadar. Eğer öyküler, o dilde var olmayı sürdürmüyor, yaşamla bağ kurmuyorsa, kitaplar yeni basımlarla elden ele dolaşmıyorsa bunu telif yasası sağlayacak değil ki… ÖYKÜDE OLMAK OLMAMAK, BÜTÜN SORUN BU! Yayıncılardan duymuştum; yazarın yeni bir kitabı yayımlandığında, öteki kitaplarında da görece kıpırtı yaşanır, sonuçta bütün kitapları bir ölçüde yeniden sorulabilir, böylelikle gündeme gelebilirmiş… Buradan hareketle hadi diyelim Sadri Ertem’in tüm öykülerine telif yasasından ötürü ulaşamıyoruz. Aren ile Bilgili’nin kitaplarına ulaşmamıza engel olan ne peki? Bu yazarlarımız bunca suskun kalmayıp yeni öykü kitapları verimlemiş olsaydı bir ölçüde de olsa anılıp gündemde kalmayı sürdürmez miydi, öyküleri aranıp sorulmaz mıydı? Örneğin Cemil Kavukçu’nun Patika’dan önce başlayan kitaplı öykü serüveni otuz yıla varıp dayandı. Bugün öykümüzün en önemli adlarından biri olmayı, yazınsal başarısı kadar alanında sergilediği dirençli tutumu, sabırlı çalışmasıyla da elde etmiş görünüyor Kavukçu. Onun Patika’sı kadar ötekilerin Hanya Konya’sı, Bir Gece Yolculuğu da önemliydi; ama bu otuz yıl içinde Aren de Bilgili de Kavukçu’dan önce yazınsal emekleriyle aldıkları yolu geri vermiş oldular bana göre. O halde bir öykücü, verimlediği öykülerin öykü estetiği bağlamında kendi varlığını dayatması kadar, kişisel olarak bu alanda sergilediği inatçı, sabırlı, kararlı tutumuyla da bu sahipliğini gösterebilmeli! Cemil Kavukçu’nun bu bağlamda sergilediği tutumunun genç öykücüler tarafından örnekçe bağlamında alınmasında yarar var! Sait Faik’in öykümüzü yenilediği, öykü anlayışımızı temelde yeni bir yapıya kavuşturduğu söylenir öteden beri. Gerçekten böyle olmakla birlikte eğer tek öyküde, tek öykü kitabında kalsaydı Sait Faik, varlığını, değerini korurdu elbette yine ama tüm yaşamını öyküyle değiştirmemiş olsaydı, bu ölçüde yaygınlaşabilir miydi acaba? Aynı soru Sabahattin Ali, Orhan Kemal için öykü, roman bağlamında, diyelim Nâzım Hikmet’le Orhan Veli için şiir bağlamında yöneltilebilir… Önümüzde üç beş yıl kaldı… Orhan Kemal dışında ötekilerin tümünde Sabahattin Ali’den başlayarak Orhan Veli’ye, Sait Faik’e, Nâzım Hikmet’e telif şemsiyeleri kalkacak sırayla, o zaman göreceğiz onların şiirde, öyküde, romandaki verimlerini hünerli kılıp kılamadıklarını… Günümüzde kendilerini ürün verdikleri alanların önemli adları arasında gören zavallılara olsun son sözüm: Acele etmeyin, önce ölelim hele, üzerinden bir de yetmiş yıl geçsin, hep birlikte görürüz zamanın yargısını! Biz değil tabii, bizden sonrakiler…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1059 D Toplumca kamusal olana sırt dönüşümüzün, bir çıkarımız da yoksa hele, bunu yıkmaya dek varacak davranışlara girmemizin altında yatan çok katmanlı nedenler üzerinde nece durulsa yeridir herhalde… Bütün bunların temelde farklı toplumsal, ekonomik, sınıfsal, dinsel, ekinsel vb. yapıdan kaynaklandığı öne sürülebilir sanıyorum. Bir çıkar beklemeden elini taşın altına koymayacağı düşünülmez mi hep insanımızın? Bir ara, yayın ticareti yapan kimilerinin Lorca’nın (18981936) 70. ölüm yılını bekledikleri çalınmıştı kulağıma… Kimbilir, başkaları da olmuştur belki böyle beklenen… İyi de şimdi sahipli görünen şairlerimizin, öykücülerimizin, romancılarımızın verimleri, ölüm sonrasındaki yetmiş yıl dolup da kamu malı sayıldıklarında ne olacak? TELİFTE YASAL HAKTAN DEVLET KORUMASINA... Bizde görece çok sattıkları düşünülebilecek cumhuriyet dönemi şairlerinin henüz hiçbiri, yetmiş yılı doldurup da kamu malı haline dönüşmüş değil… Ne Yahya Kemal (18841958), Nâzım Hikmet, ne Orhan Veli (19141950), Cahit Sıtkı (19101956), ne Oktay Rifat (19141988), Özdemir Asaf (19231981), Cemal Süreya (19311990)… Daha dün aramızdan ayrılmış şairlerimizi zaten hiç katmıyorum hesaba… Bu çerçevede andıklarımın tümü de kendi kalıtçılarının şemsiyesi altında şimdilik… Kamu malı değiller yani, sahipsiz kalmış bir durumları da yok! Ailelerin söz konusu olguya, telif gelirleri bağlamında yaklaştığı gibisinden hamhalat bir düşünceyi öne sürecek değilim elbette… Örneğin Öğütçü ailesi tarafından bir Orhan Kemal Müzesi açılmış olması, kendi dilimiz kadar öteki dillerde de Orhan Kemal romancılığının tanıtılması, buna yer açılması yönünde çaba harcanması, Orhan Kemal’in yazınsal değerinin kavramsallaştırılıp yaygınlaştırılması, bu değerin tiyatrosal, sinemasal yansımaları için uğraşılması göz ardı edilebilir mi? Dün, Öğütçülerin, 40. ölüm yıldönümünde yazınımızdaki Orhan Kemal gerçekliği yönünde sevgili yazarımız adına nasıl çaba harcadığına tanıklık yaptık katılımcılarla birlikte. İnsanın, yasal sürenin tamamlanacağı otuz yıl sonra bu kez söz konusu çabanın kamu tarafından da bu anlayışla devam ettirilmesini dilemekten başka ne beklentisi olabilir? Önümüzdeki elli yılda yukarıda adlarını andığım, anamadığım şairlerimiz, yanı sıra öykücülerimiz, oyun yazarlarımız arasından çok önemli bir kesim böyle bir kamu malı olma gerçekliğiyle yüz yüze gelecek… Daha açığı sahipsiz kalacaklar, Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi orta malına dönüşecekler ya da… Böyle olacak da, sekiz yüz yaşındaki Yunus Emre ağabeyimiz gibi gerçekten ete kemiğe bürünüp görünebilecekler mi dersiniz acaba? Bizim yazarlarımız bu anlamda henüz böylesi bir sınavdan geçmiş değil. Sözgelimi tiyatroda oyunları sıklıkla sahnelenen en eski oyun yazarlarımızdan biri olarak kabul edebileceğimiz Musahipzade Celal (18701959) bile henüz telif koruması altında. Romanımızın doruk adı Halit Ziya Uşaklıgil de (18651945) kamuya geçmiş değil… Yazınımızda en çok okunan, farklı kuşaklarca en çok tanınan romancı bağlamında alınagelen Reşat Nuri Güntekin de (18891956) öyle… Romanımızla öykümüzün önemli adı Sabahattin Ali’ye (19071948), öykümüzün önde gelen adı Sait Faik’e (19061954) de getirebiliriz sözü… Telif yasasına göre koruma kapsamında olan bu yazarlar, yasa gereği kap SAYFA 20