19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ aradan? Ülkede bu anlamda bir şey değiştiğini düşünüyor musunuz? Hayır. Hiçbir şey değişmedi hatta daha da kötüye gitti. Ben hapisten çıkalı 26 yıl oldu. Sıkıyönetimde yargılanırken, askeri mahkemeden iadeli tahaahhütlü yazı gelirdi ve “şu şu gün tarihte, şu şu suçlardan yargılanacaksınız, mahkemede hazır bulununuz” diye uyarırlardı beni. Şimdi Silivri Esir Kampı’na alınan ordu komutanlarımızın, değerli bilim adamlarımızın, profesörlerimizin, politikacılarımızın, gazetecilerimizin hangisine böyle bir uyarı yazılmış, gönderilmiştir. Örneğin Mehmet Haberal’ın içeri alındığı günden beri neyle suçlandığını bilen var mı? 12 Eylül faşizminde bile yoktu böylesi bir sivil saçmalık. Siz pes etmediniz ne o zaman ne bu zaman. “Düşünce durdurulamaz, tıpkı yaşanan baharı kimsenin durduramayacağı gibi” diye yazıyorsunuz. Bu tür öykülerinizde en baskın, okura en fazla geçen duygu da bu bence. Her şeye rağmen yaşamak, ayakta kalmak, direnmek değil mi? Az önce söylediğim gibi bir roman eleştiri yazısında “Kürt” sözcüğü geçtiği için yargılanıp hapis yattım. Bir de son yıllarda ve günümüzde olup bitenlere bakıyorum da, ne diyeceğimi bilemiyorum. Herkes yeminli birer Kürt faşistine dönüşmüş, ağızlarda amacını yitirmiş bir “özgürlük” lafı, eşitlikten kimse söz etmiyor. Devlete kafa tutanlar, başkaldırı denemeleri, yakmalar, yıkmalar devam ediyor. Türk olmak suç sayılıyor. Kürt işkence görür, hapise atılırsa dünya ayağa kalkıyor. Türk hapis yatar, işkence görürse kimse sesini çıkarmıyor. Otuz bin Kürt’ü, Türk’ü, kadını, erkeği, askeri, çocuğu öldürten Apo değerli şimdi. Cezaevi beğendiremiyorlar bey efendiye. Habur sınır kapısında teröristleri saygıyla karşılıyorlar. Ömründe İstanbul’dan dışına çıkmamış, Doğu dağlarında ayakta duramayacak haldeki birtakım yalakalar milletvekili oldu. Apo’ nun müzesini ziyaret ediyorlar. AKPFethullah ortaklığının ülkeyi getirdiği noktaya bakın siz. Atatürk’e, devlete, orduya küfür eden alkışlanıyor, kazanıyor. Hain pusularla askerlerimizi şehit edenler, ordumuzun başına çuval geçirenler, kozmik aramaları, sömürge televizyonlarında gece gündüz konuşan, emperyalizmin yeminli maşaları, akademik unvanlı, CIA bağlantılı, hayatlarının önü arkası nice hile ve kıvrımlarla dolu insanlar. Onların gözleri duyguya, insana açık olamaz, Shakespeare’in ‘Cebimdeki Orospu Tanrıparaya’ tapanlar. Çürümüşler, yabancılaşmışlar. 12 Eylül öncesinde ikinci cumhuriyetçilerin çoğu Atatürk’ün, Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun posterleri önünde arkasında yürüyüş yapardı, şimdi aynı kadro Ortaçağ kalıntıları olan Şeyh Sait’lerin, Seyyit Rıza’ların, Saidi Nursi’lerin ve Fethullah’ın posterlenin önünde yürüyor, büyük bir utanmazlıkla onları ve müritlerini ‘Sivil Toplum Kuruluşu’ olarak selamlıyor. Yüzsüzler, yüzleri olsaydı utanırlardı. “GÖZLERİMİZİ DE ALDILAR” “12 Eylül faşizminin sınıfsal niteliğine de bir eleştiri bu öyküler” sözünü açar mısınız? Bir benzetme yapayım, 12 Eylül E5 yolunda tıkanan burjuva arabalarının trafiğini açmak için, işveren ve patronlar için yapıldı. 13 Eylül sabahı ilk kutlama, ABD’deki ağabeylerinden geldi “Bizim çocuklar başardı” diye. Başka deyişle 24 Ocak Kararları’nın önünü açmak için yapıldı. Özelleştirilme martavallarıyla fabrikaların, limanların, ormanların, bankaların, madenlerin ve nehirlerin satılışı için. Günümüzde bakkalların ortadan kaldırılmasına kadar gelip dayandılar. Genel olarak hapishane ve mahkum kimdir, hapislik duygusu nasıldır sizce? Ingeborg Bachmann’ın bir sözü var. “İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değil, insanın insana yaptığından” diye. Hapislik, klasik anlamda, devletin çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, suçluyu da hapishaneyle eğitme çabası. Her şeyi numaralayıp denetim altına alırlar. Orwel’in 1984 adlı kurgusal romanında anlattığı gibi her şeyi gözetir, dinlerler. Hapishaneler, mahkumların ıslah edildiği değil insanın paramparça edildiği yer. İnsan kendi içine kapanır, büzülür, iç hamurundan kinler, öfkeler yaratır. Hapishane dışarıdaki büyük haksızlıkların içerdeki izdüşümü. Hapishanede mahkumun sahip olduğu tek şey, zaman ve beklemek. Bir de, insan soyuna yapılan en büyük kötülük, ona işkence etmek değil, onu işsiz, uğraşsız bırakmak. Engels “İnsanı insan yapan iştir” diyordu. Hapishanelerimiz 80 bin mahkuma göre yapıldı. Oysa bugün mahkum sayısı 120 bini geçti. Ülkemizde altı yedi milyon işsiz var. Evine ekmek götüremeyen Türk ve Kürt özgür olabilir mi? Doğu Anadolu’da 175’ten fazla toprak ağası var. Toprak reformundan söz edilmeyen yerde, topraksız köylü ‘özgür’ olabilir mi? 1960’larda Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası” adlı ünlü oyununda aklımdan çıkmayan bir söz: “İnsan bir kez aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.” Onca işsiz, aç insana, tırlar dolusu tespih ve muska dağıtsanız, birkaç kilo makarna, pirinç verseniz, Başkentin göbeğinde Tekel işçilerini açlık grevine, ölüme zorlayanlar kesinlikle gidecektir. Hapisteyken ve hapisten sonra, o zor koşulların izi üzerinizde kaldı mı? Benim yattığım hapishanelerde dış kapıdan koğuş kapısına kadar yedi tane ağır demir kapı vardı. Akşam sayımından sonra demir kapıların güm güm örtülmesi, demir sürgülerin çekilmesi, ruhumda derin izler bıraktı. Hapse girmeden önce gözlerim pilot gözü gibiydi. Koğuşta gece gündüz kerhane ışığı gibi kırk mumluk bir ampul yanardı ve ben okumadan duramazdım. Hapisten çıktığım zaman gözlerim ileri derecede miyoptu. Gözlük takmam bu yüzden. Bir de, hep duvarların dibinde kalacağım, dışarı asla çıkamayacağım gibi psikolojik bir travma geçirdim ve Yalova Hastanesi’nde ruhsal tedavi gördüm. Kuşkusuz okura ağır gelen, yoran, sinirlerini bozan, vicdanını paramparça eden öyküler bunlar. Gerçek olması da cabası. Ama duyarlı okur itmedi öykülerinizi, okudu, bile bile girdi o dünyanın içine. Tepkiler nasıldı, neler dediler? Sayın Talat Halman, ABD’de “Yalnızca Türk edebiyatının değil, dünya hapishane edebiyatının da en parlak örneği” diye yazdı. Kitap, sıkıyönetim korkusuyla, zamanında yayımlanamadı. 1988’de ancak doğabildi ve Yalçın Pekşen inanılmaz güzellikte bir yazı yazdı. Kitap altı baskı yaptı, pek çok dergide övücü yazılar çıktı. Anadolu köylülerinden mektuplar geldi. Bir köylünün şu cümlesini unutamam. “Size işkence eden polisin adresini verin ona yılan kabuğu göndereyim.” Yılan kabuğu göndermek senin aslınöten bu demek. ? [email protected] Kolları Bağlı Doğan/ Osman Şahin/ Can Yayınları/ 168 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1047
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle