26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ edebiyat tarihine kuşak olarak yazacağımız bir kuşak olayı olmadı. Kendi adıma seviniyorsam da, çünkü bu kuşağa dahilim, edebiyat adına biraz üzüldüğümü belirtmem gerek, çünkü yeni bir “kuşak” birlikteliği çıkmadı. Bizim kuşağımızın en büyük özelliği şuydu: Toplumsalcı, hatta sola yakın isimler olmamıza rağmen ortaya konan eserlerde bir o kadar da “bireyselci” bir anlayışla eserler veriyorduk. Bunlar bir önceki kuşağın toplumsalcıları tarafından çok tartışılsa da, karşı olsalar da, bizim kuşağımızın yazarlarının en belirgin özelliklerindendi. Fakat sonrasında böyle bir ortak anlayış karşımıza çıkmaz ne yazık ki. Edebiyat anlayışları birbirine yakın, ortak yaklaşımı taşıyan kuşaklar oldu, ama bunları bir kuşak adı altında toplayamıyoruz. Birbirine yakın isimler oldu elbette, ama ’68 kuşağı, veya ’75 kuşağı, ’80, ’90 kuşağı diyebileceğimiz bir kuşak yok. 80’lerde ürün veren genç yazarların büyük çoğunluğu zaten kendi varolma mücadelesini veriyorlardı. Bir önceki kuşaklardan bilinen ustalar hâlâ ürün vermeye devam ederken, genç isimler darbe ortamının da etkisiyle belirgin bir akım / topluluk halini alamadılar ne yazık ki. 90’lar itibarıyla da yakın yazar birliktelikleri zaten görünmez oldu. İnsanların yaşam alanları farklılaştı, iletişim şekilleri farklılaştı ve en başlarda da söylediğimiz hızlanma edebiyatta da bireysel anlayışların ve bunun peşinde koşan okurların devrini açtı. Haliyle bizimki gibi bir kuşak birlikteliği olmadı. Bundan sonra olmaz da. Kuşaklar hem kendi dünyalarını kurarlar, hem de kurarken başka yazarların, şairlerin dünyalarını gözden geçirirler. Bunu yaparken o isimlerden etkilenebilirler de. Kendilerinden önceki edebiyatı sindirmek için, özümsemek için çalışırlar. Ardından da ya karşı çıkarlar ya da bir üst basamağa taşırlar. Yeni kuşakları değerlendirirken, onları sadece Türk edebiyatının ustaları, değerleri ile karşılaştırarak eleştiremezsiniz. Örneğin bizler bir önceki kuşağa göre Batı’yı daha yakından bilen bir kuşak olmuştuk. Örneğin Varoluşçuluk bizim kuşağımızın anlayışıydı, haliyle bir önceki kuşağa göre daha hâkimdik. Bugünkü kuşağa baktığımız zaman, bize oranla Batı’yı daha yakından ve iyi bilen, Batı’yı özümseyen bir kuşaktan söz edebiliriz. Bunun yanında Doğu’yu da bilen isimlere rastlarsınız. Onlar Türk edebiyatını bir ölçüde özellikle Batı’dan aldıkları malzemeyle geliştirdiler. Romanın, öykünün Batı’daki “çağdaş” serüvenini eşzamanlı olarak incelediler, onlardan yararlandılar. Böylece Türk edebiyatına, edebiyatçılarına bakış açıları da farklılaştı. Yeni bir anlayışla edebiyatı var ettiler. Özgürlüğü edebi yaratmada sağladılar, elbet içinde memleket sızısı’nı duyanlar da vardı. Ama bence bu sızıyı gene daha çok eski kuşak duydu. O gelenek, o duygu onlarda daha kuvvetliydi. Memleket sızısını içinde duyanlar hep vardı, olur. Bu yazarın meselesidir zaten. Ayrı bir eleştiri konusudur. Ama bir önceki kuşakla farklı konular üzerinden bu sızıyı dile getirdiler. Örneğin sağsol veya daha başka konular üzerinde düşünen bir önceki kuşaktan farklı olarak onlar Kürtlük, Çingenelik, cinsel kimlik gibi başlıklar üzerinden hareket ettiler. Genç erkek olmak, eşcinsel olmak, kadın olmak ve bunlar üzerinden memleket anlatımına girdiler. Bu da zaten kendi yaşadıkları çağın gereğiydi. Konu buraya gelmişken, bu arada Köy Romanları’nı / Köy Edebiyatı’nı da unut mayalım. Onlar da köyün, köylünün yaşadıklarını anlattılar. 80’lerden sonra ele alınan köy meseleleri ise haliyle daha farklı oldu. Önceki kuşaklarla benzeşmediği için “memleket sızısı”nı duymadılar diyemeyiz. Memleket sızısı derken, bu kavram da belki değişime uğradı. Ulusal bir kaygıdan başka alanlara kaydı. 80’lerde darbenin içinde buldular kendilerini, arkadaşları hapishanelere gönderildi, bir kısmı idam edildi. Bu olaylar son derece sarsıcı gelişmelerdi. Bir kuşağı derinden etkiledi. Siyasal arayışlardan uzak durdular sözünü rahatça kullanamayacağım. Bir bölümü böyle bir tercihte bulundu. Bir bölümü de bireysel dünyadan uzak, toplumumuzu, tarihimizi edebiyata getirdiler. Yeni kuşak bir tür sorgulamayı tercih etti. Kendini sorgulamaktan çok kendi deyişleriyle resmi tarihi, tarihimizi sorguladılar. Alternatif bir tarih anlayışını doğurdular bile diyebiliriz. Eksik bilgilerle ve sorulmadıkça açıklanmayan resmi tarih dışında sivil tarihi oluşturdular. Sağın edebi başarılarını inkâr etmediniz, ama yazılarınızı toplu olarak okuyunca, Türkçemizde çok zengin bir “sağ” edebiyat ile karşı karşıya olmadığımızı duyumsuyoruz. Necip Fazıl gibi örnekler üzerinden “olanın da hakkını vermek zorunda olduğumuzu” hep ekliyorsunuz. Sola karşı ise koruyucu ve gerçekten yakın bir yaklaşımınız oldu. Bu tutumunuzu, acaba sadece sol düşünceye, solun özgürlükçü ve insanı zenginleştirici mayasına yakınlığınızla mı açıklamalıyız? Yazılarınızda da sık sık dikkat çekiyorsunuz ve Türk sanat dünyasında solun güzel ve zengin olanı içerdiğini belirtiyorsunuz. Sol düşünce ile Türk edebiyatı arasındaki ilişkiyi bugün nasıl görüyorsunuz? Ben edebiyatı asla siyasal inançlara, doktrinlere göre değerlendirmem. Benim ölçütlerimde öncelik edebiyata aittir. Elbette dünya görüşlerini değerlendiririm. Burada bir dikkatimden söz edeyim: Benim dünya görüşüme, anlayışıma uygun edebiyat yapıtlarını överken gerekçem bu değildir. Kendi dünya görüşümün sola yatkın olduğu saptamanız elbet doğru, o yazarları, şairleri yazdım. Ne yazık ki yazılarımdan çıkan sonucu doğru değerlendiriyorsunuz. Türk edebiyatının önemli asları soldan çıktı. Sağ bu konuda dengeyi sağlayamadı. Ama şunu da görmezden gelemeyiz, sağda yer alan birçok nitelikli yazar var. Belki birçoğu solda yer alan yazarlardan çok daha iyi eserler ortaya koyuyor, diye düşünebiliriz bile. Ancak bunun ortaya çıkmamasının çeşitli sebepleri vardır. Birincisi yazarın kendi mizacı ve tercihi doğrultusunda antolojilere dahil olmak istemezler, dosya soruşturmalarına katılmazlar veya deyim yerindeyse “derviş meşrep” bir tutum izlerler. Haliyle onların kişisel geride kalmaları zamanla eserlerine de yansıyor. Bu etkiyi de göz ardı edemeyiz. Göz önünde olan isimleri ise, açıkça tüm edebiyatseverlere değil kendine yakın zümreye hitap ettiğini dile getirdiği için de sınırlı bir alanda kalıyor bu da sağ edebiyatın çok zengin olmadığına olan inancı arttırıyor. Cahit Zarifoğlu’nu bilmeyen pek çok isim vardır. Ama kim onun kötü bir şair olduğunu iddia edebilir? Sol düşüncenin yazarlarını daha sıklıkla ele alışımı, elbet yakınlığımla açıklayabilirsiniz. Ama sağın içinde de çok sevdiğim, övdüğüm edebiyatçılar var. Bakın önemli bir hatırlatmada bulunmak isterim burada; Türkiye’de soldaki edebiyatçılar sağdakileri okumadı ya da az okudu, sağcılar da soldaki edebiyatçıları az okudu. Haliyle bu iki tarafta da beslenme ve değerlendirilme açısından birtakım eksikliklerin doğmasına sebep oldu. İki taraf da edebi değil, ideolojik bakış açılarına saplandılar. Bu onların kendilerine zarar verdi. Ben bu saplantıyı kendimden uzaklaştırmaya çabaladım. Bugün, sol düşünce ile Türk edebiyatı arasında eskisi kadar koyu ve tek taraflı bir ilişkiden söz edemem. Çünkü sağın edebiyatçılarını da bugün vitrinde, televizyonlarda görebiliyorsunuz. Bu da yıllar içinde sağlanan bir denge. Ne var ki, dediğiniz saptamada ortaya çıktığı gibi, Türk edebiyatından sol edebiyatçılar daha başarılı yapıtlar vermişlerdir. Bu soruya cüret etmemize lütfen izin verin: Solu, sol düşünceyi tüm etki ve sonuçlarıyla Türk edebiyat ve sanat dünyasından çekip alırsak, geriye ne kalır? Dikkate değer bir edebiyat kalır mı gerçekten? Kalmasını isterdim, ama ne yazık ki kalmıyor. Çünkü Türk edebiyatının ve sanatının önemli adları solda. Ancak solda veya sağda olduklarını söyleyemeyeceğimiz birtakım ustaları da çekip alırsak, Türk edebiyatı kalmaz. Yalnız ince bir ayar yapalım. Bu ilave ettiğimiz ikinci gruba girenler, solda olmadıkları gibi sağda da değillerdi. Ayrıca solcu edebiyatçılarla bir arada bulundular, onlarla dostluk ettiler. Sözgelimi 1940 Toplumcu Gerçekçi Kuşağı yazarken toplumcu olmayan ama toplumsala değinen iyi edebiyatçılar da vardı. Köy Enstitülerini, buradan yetişen yazarları da özellikle anmak gerekir. Bir de eziyet çeken, işlerini kaybeden, aç kalan edebiyatçılar soldandı. Bu gerekçeleri, edebiyat tarihimizi düşündüğümde size hak veriyorum. Zaten siz de yazılarımdan bu izlenimin çıktığını söylüyorsunuz. Ancak bir hataya düşmemek gerektiğinin de altını çizmeliyim, bu tamamen farazi bir örnek ve açıklamadır. Zira öyle bir durumda yetişecek farklı isimlerin neler yapacağını bilemiyoruz. Belki daha etkili isimler de çıkabilirlerdi. “BİR KİTABA VERİLEN EMEĞİN YÜCELİĞİ BENİ DAİMA ETKİLEMİŞTİR” Cumhuriyeti, cumhuriyet düşüncesini ve getirdiği bireyi her zaman önemsediniz. Osmanlı’ya bakarken de “bir yerleşik cumhuriyetçinin rahatlığı” ile hareket ettiğinizi gözledik. Nostaljiye pek öyle sıcak bakmayan bir yazar olarak, özellikle “kuruluş hassasiyeti” içinde olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Şunu sormak istiyoruz: Sizinle birlikte yıllardır çalışan İhsan Yılmaz, sizin yazı ve eleştiri hayatınızda hep “uçan kuşun kanadı kırılmaz” duyarlılığı ile hareket ettiğinizi yazmıştı. Bu, yeni kurulmuş bir cumhuriyetin ve edebiyatın taşıyacağı bir duygusallıktır aslında. Edebiyat ve sanat dünyasında eleştiriyle birçok yeteneği kırmak ve yolunu kapatmaktan çekinmenizi başka nasıl açıklayabiliriz? Her kurucu ve koruyucu, mevcut olanın zenginleşmesini ister ve özel bir itina talep eder. Bu konuda siz ne söylemek istersiniz? Bir derginin benim için yaptığı özel sayısında yayımlanan konuşmamda şöyle demiştim: “Ben yok etmenin kolaylığı yerine var etmenin zorluğunu seçtim.” Bir kitaba verilen emeğin yüceliği beni daima etkilemiştir. Çoğu zaman bana yönelik eleştirilerde bulunurken veya samimiyetle soru sorarken, yazdığı her eseri beğendiğini dile getirir derler. Gerçekten de öyledir, çünkü ben beğenmediklerimi yazmadım. Bu cümleden şöyle bir anlam çıkmasın, her yazmadığım beğenmediğim demek değildir. Ama beğendiklerime özel bir dikkat gösterilsin istediğim için yazdım. Ben beğendiğim eserlerin / yazarların daha çok okunmasını, daha çok dinlenmesini, daha çok seyredilmesini sağlamak için yazdım. Arada beğenmeyenler varsa, onlar da beğenmediklerini yazmakta özgürdürler. Az okunan, az dinlenen bir ülkede kıyıcı, zalim bir eleştiri anlayışını biraz züppelik olarak karşılıyorum. Sevindiğim, övündüğüm bir özelliğim var. Birçok yeni edebiyatçının, yazarın, şairin ilk kitabı üzerine olumlu yazmışım, onlar da beni utandırmamışlar yollarında doruğa çıkmışlar. Demek ki çok da yanlış bir yolda değilmişim. Ben eleştirinin, bir okuru bilgilendirme, değerlendirmeye katılma işlemi olduğu kanısındayım. Yoksa bunu oku, bunu okuma buyruğu benim anlayışıma aykırı. Bir akımın, bir edebi ¥ SAYFA 17 “Sevindiğim, övündüğüm bir özelliğim var. Birçok yeni edebiyatçının, yazarın, şairin ilk kitabı üzerine olumlu yazmışım, onlar da beni utandırmamışlar yollarında doruğa çıkmışlar. Demek ki çok da yanlış bir yolda değilmişim. Ben eleştirinin, bir okuru bilgilendirme, değerlendirmeye katılma işlemi olduğu kanısındayım. Yoksa bunu oku, bunu okuma buyruğu benim anlayışıma aykırı. Bir akımın, bir edebiyatçının, bir kitabın öğelerini analiz ediyorum, sonra da beğendiğim yönleri üzerinden ele alıyorum ve bunları söylüyorum. Ama benim öğelerimi bir okur beğenmeyebilir, ona uygun gelmeyebilir. Neticede her kuram ve eleştiri anlayışı, esere sorduğu sorulara aldığı cevaplar üzerinden değerlendirmeye alır. Yani içinde mutlaka bir öznellik barındırır” diyor Doğan Hızlan. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1086
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle