Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Doğan Hızlan’la ‘eleştirmenin koruyucu, aydınlanmacı rolü ve yazınımızdaki sol damga’ üzerine ‘Ben sanatçıyı koruyorum, evet!’ Son dönemde art arda kitaplar çıkaran, Türkçe kültür ve sanat dünyasında “yaprak kımıldasa” haberi olan ve onun haberini veren, değerlendiren bir yazar Doğan Hızlan. Her gün gazetesindeki köşesinde dünyanın birçok ülkesinde okur karşısına çıkıyor. Yeniler üzerine de zar atıyor ve hep “uçan kuşun kanadı kırılmaz” gibi koruyucu bir zihniyetle yapıtlara eğiliyor. Kuşaklar üstü bir otorite, ama sevecen ve sevilen bir otorite olarak kabul görüyor. İlk kanat alıştırmalarına birlikte başladığı kadim dostu Erdal Öz’ün deyimiyle, “Türk edebiyatının cumhurbaşkanı”, sorularımızı yanıtladı ve yarım asrı çok geride bırakan bir yazı yaşamının geçici bilançosundan satır başları halinde notlar iletti. Ë Osman ÇUTSAY iz son 50 yılda Türkiye’deki kültür ve sanat hayatının nabzını tuttunuz. 1980 ile başlayan döneme baktığımızda ne görüyorsunuz? Nereden nereye geldi Türk edebiyatı? Evet, 1954’ten beri yazıyorum. Hiç kuşkusuz sadece yazı ile değil başka çalışmalarla da bu zaman diliminin gelişimini, değişimini izledim. 1950 Kuşağı’na mensup olsam da, bir eleştirmen, bir dönem yayıncı ve her zaman dost olarak değişik kuşaklarla ilişki kurdum. Çok iyi biliyoruz ki, 1980 tarihi ülkenin son otuz yılının seyrini değiştiren bir askeri darbenin yapıldığı yıl. Daha önce 27 Mayıs, 12 Mart askeri hareketleri vardı. Ama bu kadar yıkıcı bir etkisi yoktu onların. Bunların içinde bilhassa 27 Mayıs 1960 hareketini ayrı bir yere koymak gerekir. Zira edebiyat açısından değerlendirecek olursak 27 Mayıs’ın olumlu yönde itici etkilerinin olduğunu bile görürüz. 1980 darbesi Türk aydınlarını, birçok yazarı adeta tırpanladı. Kimisi yurtdışına kaçtı, kimisi kovuşturmalara uğradı, tutuklandı. Sansüre maruz kaldılar. Ancak aynı zamanda da yeni yazarlar yetişmeye başladı. Otuz yıl içinde Türk edebiyatı çeşitlendi. Yeni kuşaklar önemli yapıtlar koydular ortaya. Darbeyi izleyen aylarda birçok insan kıyıma uğradı, bir kuşağı oluşturan yazarlar veya aydınlar politikadan uzaklaştırıldılar. Haliyle politika dışı bir edebiyat gelişti. Burada bir noktanın altını çizmek gerekir; kimi eleştirmenlere, hatta okura götesi için de verdiklerini söylüyordu. Siz hem Türkiye Cumhuriyeti’ni hem İlhan Selçuk’u hem de Cumhuriyet gazetesini yakından tanıyorsunuz... Verilen mücadeleleri de... Belki bu sertlikle değil ama, acaba Batı ’nın, bizde kendisiyle boy ölçüşecek, hatta yer yer kirli yüzüne ayna tutacak zenginlikte bir sanat ortamı oluşmasına “sevgiyle” bakacağını düşünebilir miyiz? Sevgili dostum İlhan Selçuk’un söylediği “bizi istememeleri” bugün de devam ediyor. Tabii bunun tam tersini de söyleyebiliriz. Batı’nın birkaç yüzü var aslında. Toptancı bir Batı haritası olduğuna inanmıyorum. Çünkü onlar bizi hep Doğulu gördüler, Doğulu olarak da kalmamızı istediler. Avrupa kültürüne olan yolculuğumuzda bu kadar başarıya ulaşacağımızı ummadılar. Şimdi Türkiye bu yüzünü gösterecek tavırlar alıyor, çalışmalar yapıyor. Artık daha bilinçli ve bütüncül yaklaşıyor konuya. Ancak burada bir ince ayrımı göz önüne almalıyız. Batı’nın olumsuz bakan yüzünü eleştirirken, diğer aydınlanmacı, uygar yüzünü karıştırmayalım. Çünkü toptan inkâr bizi ulusalcılığın dar yolunda sıkıştırır. Onlar içinde de en başından beri bize inanan, güvenen, destek veren bir kitle her zaman vardı. Bir gerçeği de yazıya koymanın yeri geldi sanırım, küresellik (globalizm) baskısını arttırdıkça, her ülkede ulusalcılık gelişiyor, yükseliyor. Çünkü kimse bütün içinde eriyip tek tip kültüre indirgenmeyi istemiyor. Bu, özgünlüğü korumayı gerektirir, haliyle bunu başardığımız vakit de zaten söz konusu adımlar atılmış olacaktır. Dünya müziği, dünya edebiyatı sözü bu tartışmalardan doğuyor. Artık yazarlarımız, araştırmacılarımız, o yıllarca imrenerek baktığımız “Avrupalı” yazarlarla boy ölçüşebiliyor. Ki bugün baktığımız zaman, ne Fransız edebiyatı, ne Rus edebiyatı, ne İngiliz edebiyatı o 19’uncu yüzyıldaki büyük etkisine sahip. Haliyle mukayese ettiğimiz edebiyat, başyapıtlar çağının edebiyatı olmamalı. Bugünün yazarlarını, Batı’nın bugünkü isimleriyle mukayese edecek olursak çok daha iyi isimlere sahip olduğumuzu görebiliriz. Dolayısıyla sevgiyle bakmaları veya bakmamaları çok büyük bir şeyi değiştirmez. Bizim sanatçılarımızın başarılı olması bir süre sonra sözünü ettiğimiz sevgiyi doğuracaktır. “KUŞAKLAR HEM KENDİ DÜNYASINI KURAR, HEM DE BAŞKA DÜNYALARI GÖZDEN GEÇİRİR” Yazıya girdiğiniz yılların genç yazarı, siz de bunlar arasındasınız tabii, bir özgürlük peşindeydi ve bunu hiç saklamadı. O kuşağın etkisi, ki siz “Benim 50 Kuşağım” diyorsunuz, 60’lar ve 70’lere yayıldı. Peki, ya 1980’lerin ve 1990’ların genç yazarları neler aradılar, neler yaptılar? Her kuşağın beklediği, istediği, arzuladığı, yaşadıkları şeyler farklıdır. Bu da bir öncekiyle çatışmasını ve bu çatışma sayesinde daha iyisini yaratmasını sağlar. Tabii mümkün olduğu ölçütlerde. 1950 Kuşağı’ndan sonra, ¥ S re öncesinde de gereğinden fazla politik bir anlayış hâkimdi. Yani edebiyat çok politize olmuştu, buna karşıt bir anlayış geldi. Ancak politikanın yoğun olduğu bir edebiyatın karşısında başka bir edebiyat da var olabilirdi, bunu darbelerle, baskıyla dengelemek, edebiyat tarihine yapılacak en korkunç müdahaledir. Benim kuşağım 1950 Kuşağı. Biz 27 Mayıs’ı gördük. Benim kuşağımın yazarları, bu hareketten etkilendiler. Zira hissedilir bir özgürlükten söz etmemiz gerekir bu tarih itibarıyla. Çeviri eserler, gerek ideolojik metinlerin gerek edebiyat eserlerinin ve kuram metinlerinin çokluğu sayesinde, başta benim kuşağım olmak üzere bizden sonraki kuşakları da etkiledi. Önceki kuşaklardan farklı olarak, artık birçok kaynağa ulaşabilir olmuştuk. Bunun da etkisiyle, toplumsalcı, toplumcu anlayışı yazdıkları metinlerde de yoğunlaştırdılar. Ancak 1980 sonrasında bundan söz edemeyiz. İnsanlar bir şey yazamaz, yayımlatamaz oldular adeta. Dahası yazdıkları zaman da müdahaleyle karşılaştılar. Belki bir genelleme yapmak çok doğru olmaz, ama yine de sormaya çalışalım: Baskı dönemlerinin sanatı kurutmayı pek başaramadığı söylenir. Büyük baskılardan büyük yapıtlarla da çıkılabilir. Bizde nasıl oldu? 12 Mart ve özellikle 12 Eylül’den sonra Türkçe yazı dünyası nereye vardı; neler yitirdik, neler kazandık? 12 Mart, o günleri anlatan bir edebiyatı doğurdu. En çok da maruz kalınan işkenceleri konu edinen 12 Mart romanları, kent yoksullarını da kapsama potansiyeliyle köy romanının iktidarına ortak oldu denebilir. Bu dönemde karşımıza çıkan romanların pek çok kahramanı kent yoksullarını, işçileri örgütlemek için yola çıkan 68’in isyancı gençleri olmuşlardır. Bu notlardan hareketle, Melih Cevdet (Gizli Emir), Adalet Ağaoğlu (Ölmeye Yatmak), Erdal Öz (Yaralısın) , Füruzan (47’liler), Pınar Kür (Yarın, Yarın), Yılmaz Güney (Salpa) , gibi isimleri bir nefeste sayabiliriz. Ancak bunlar içinde bilhassa Sevgi Soysal’a özel bir bölüm ayırmak gerekecektir. Zira ‘Şafak’, ‘Tante Rosa’, ‘Yürü mek’ gibi eserleri ile Soysal, 12 Mart ve sonrasını eksiksiz anlatan isimlerin başında gelir. Erdal Öz’ün ‘Gülünün Solduğu Akşam’ isimli romanı yayımlanma tarihi olarak denk düşmese de anlattığı olaylar ve dönem, 12 Mart olaylarını ve sembol isimleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ı anlatır. Baskıcı rejimler, siyaset tarihine belirli maddeler üzerinden dahil olurken, insanların kişisel ve sosyal tarihlerindeki izleri edebiyatta her zaman eksiksiz yer bulur. Birçok hadisenin unutulmaması edebiyatta anlatılması sayesindedir. Zira kalıcı bilinçlenme izleri bırakır edebiyat. Özellikle bu olaylarda tutuklanmış, mahkum olmuş, ya da aylarca hapishanelerde kalmış yazarların birinci elden tanıklıkları, böyle bir edebiyatı oluşturdu. Erdal Öz’ün ve Sevgi Soysal’ın romanları bunun en güzel örnekleridir. Bu saydığımız askeri darbeler, fikri anlamda bir kuşağı yok eder. Ülkeyi geriye götürmesinin sebebi budur, tam birtakım gelişmelerilerlemeler yaşanmışken söz konusu darbe, ilerlemeyi sağlayan/sağlayacak nesli tırpanlar, ortadan kaldırır. Onların yaşadığı gelişmeleri bir sonraki nesil yeniden yaşamak zorunda kalır. Bizim de başımıza bu geldi. Belki her yazarı değil, ama birçok kimseyi korkuttu, ürküttü. Yazarlar baskıya, tehditlere rağmen yazmaya devam ettiler, yayımlatacak yer de buldular kitaplarına, ama okur aynı rahatlıkta değildi çoğu zaman. Kitap toplatmaları, yasaklamaları yazarı olmasa da okuru korkuttu, birçok kimse kitaplarını yaktı, evinden attı, çünkü baskınlar sırasında kitap da suç belgesi olarak yorumlanıyordu. Edebiyat zedelendi ama gücünü kaybetmedi. Yitirdiklerimiz bize acı verdi ama edebiyatın her zaman direnen, başkaldıran yanı güçlendi. Kimi zaman romanlarda, kimi zaman öykülerde veya şiirlerde dönemin olayları anlatıldı. Hâlâ da anlatılmaya devam ediyor. İlhan Selçuk, bir konuşmamızda, Batı dünyasını, daha doğrusu egemen Batı siyasetini işaretle, “Bunlar bizi hiç istemedi, ama biz yine de yaptık ” demişti. Türkiye Cumhuriyeti’nden söz ediyordu. Benzer bir mücadeleyi Cumhuriyet gaze SAYFA 16 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1086