22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Erbil Tuşalp’le ‘İslam Diktatörlüğü’ üzerine ‘Faşizm durağan değil’ Ë Gamze AKDEMİR dı ister İslam Diktatörlüğü, ister Oryantal Despotizm olsun; karşımızda okyanus ötesi reçetelerle “Devleti ‘Arap Vahabiliği + Türk Hanefiliği + Kürt Nakşiliği’ ortak paydası üstüne yeniden kurmaya kalkışan bir iktidar var, yaşamın her alanına müdahalesi otoritertotaliter bir rejimin ipuçlarını veriyor” diye yazıyorsunuz İslam İmparatorluğu adlı kitabınızda. Bugün sanki din devletine AKP ambalajında yürümüyormuşuz gibi bir algılama da var. Nedir bu algı şaşması, bu psikolojik hal, dönüşüm, kaygısızlaşım? Koca bir halkı teslim alan rejimi çok güzel özetlediniz. Tam 8 yıldır her gün, din devletine odaklanmış değişik bir eylemine tanık olduğumuz bu rejimin adı evet İslam faşizmidir. Bilim ve siyaset dünyasının yabancısı olmadığı deyimle bu rejim Yeşil Faşizm’dir. Sıradan faşizmin harcına katılan dinsel öğelerle inşa edilen İslam faşizmine dilerseniz tarih penceresinden teorik bir gözle bakın; isterseniz yaşamın içinden gündelik olaylara odaklanın sonuç değişmiyor. Sıkıntılı, ayıplı ve acılı günlerin hüzünlü ve elbette utanç verici bir süreci bu. Türkiye uzun bir süredir değişim ve dönüşüm aldatmacasıyla; ordusundan yargısına, ilkokulundan üniversitesine, üretimden tüketimine, sendikalarından vakıflarına kısaca yaşamın her alanında faşizmin kurum ve kurallarına boyun eğmiş durumda. Temel hak ve özgürlüklerden söz eden yok. Yüzyıllık Batılılaşma serüvenini geride bırakan Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” kimliğinden arındırılıp bir “İslam Cumhuriyeti” olarak tescil edilmesi salt içeride değil dışarda da her nedense tepkiyle karşılanmadı. Batı’da demokratik yaşamın simgeleri olan ülkelerdeki sessizlik ve hatta destek soruna daha çarpıcı bir boyut kazandırdı. Bir yanda Avrupa Birliği bir yanda Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tutumu sıradan insanda algı şaşmasını, kaygısızlığı ve elbette korkuyu yaratacaktı, yarattı da. AMERİKAN EMPERYALİZMİ YALNIZCA OYUNCUYU DEĞİL SENARYOYU DA DEĞİŞTİRİYOR’ Fotoğrafı biraz daha netleştirseniz, görüntüyü tamamlasanız? Haklısınız daha net bir fotoğraf gerekiyor. Yirminci yüzyıl biterken ne oldu da Türkiye emperyalizmin laboratuvarı oldu? Bu soru sorulmalı, yanıt aranmalı. Kendisini “İstanbul imamı” olarak tanıtan, referansının İslam olduğunu söyleyen, devlet memuru olma niteliğini yitiren sabıkalı bir imamın, katılamadığı son seçimden 116 gün sonra başbakan olmasını kabul etmek “gayrimeşru iktidar” savını doğrulamıyor mu? Peki, bu nasıl oluyor? Amerikan emperyalizmi istedi mi “oyuncuyu” değiştirmekle yetinmiyor senaryoyu da değiştiriyor. Önce yeni senaryoya uygun kadro devşiriyor. Sonra soğuk savaş sonrası SAYFA 14 A yetiştirilen deneyimli kadronun eline kalem, ağzına mikrofon verilip onları propaganda makinesine dönüştürüyor. Gözümüzün içine baka baka işbaşı yapan tarikatcemaat bağlantılı bilim adamları, gazeteci yazar kimlikli insanlar; dahası televizyonun ışıklı mavi camından “yakinen tanıdığımız” CIA, Pentagon, Rand Corparation, Exzeter yetiştirmesi devlet ve siyaset adamları, uzmanlar tek parti diktasının demokrasi ve özgürlük masalını, onların deyişiyle hatta “AKP devrimini” anlatıyor! Değişip dönüşüyor olsa da faşizmin bilinen klasik yöntemi bu. Faşizm belasının bulaştığı tüm halkların ortak özelliği bu. Yazdığınız gibi “rejimin üstünde sanki Hitler’in, Mussolini’nin, Franco’nun, Salazar’ın, Pinotche’nin, Vidala’nın ruhları dolaşıyor. Hukuk devleti pu gerekiyor. Faşizm her iklimde farklı öğe ve değerleri kullanıyor. Dar anlamıyla faşizmi kapitalizmin dönüştüğü diktatörlükler rejimi olarak biliriz. Mali sermayenin en gerici, en ırkçı unsurlarının kurduğu, şiddete dayalı açık bir diktatörlük. Faşizm güncelleştirilirken her dönemde etnik farklılıklarla işe başlandığını da biliyoruz. Ama bunu izleyen süreçte dil, kültür ve özellikle din gibi öğelere başvurulduğu da bir gerçek. Ancak faşizmin nasıl bir toprak üzerine yeşerdiğine bakmak ve daha geniş anlamıyla faşizmi yaratan toplumsal, tarihsel ve siyasi olguları daha iyi anlamak gerekiyor. Kısaca faşizm durağan değil. İktidar olduğu ülkenin siyasal iklimine göre o da değişip dönüşüyor. Türkiye’de faşizmin siyasal İslama bulaşması, kendine yol bulması bir rastlantı değildi. Erbil Tuşalp Yatay, Dikey, Sivil, Mikro... Önüne eklenen tüm sıfatlarıyla “Faşizm”, “İslam”la buluştuğu andan itibaren “İslamofaşizm” titriyle toksik karışımını akıttı kitlelerin gırtlağından aşağıya yavaş yavaş; sindire, sindire zehirliyor. Kendi eksenini yörüngeye oturttu, ambale olan rejimin dümenini eylemsiz, söylemsiz yazgısına boyun eğmiş bir halkın oylarından aldığı güçle kırdı da kırdı. Nasıl kırdı, neler yaşandı; dünyada, Türkiye’de neler dönüştü, dönüşüyor? Erbil Tuşalp İslam İmparatorluğu adlı kitabında birer birer yazıyor. Şeriat yanlılarının faşistlerle gerçekleştirdikleri yakmalıyıkmalıöldürmeli yılların unutulmayacağı iradesini dile getiriyor. Erbil Tuşalp ile İslam İmparatorluğu kitabını konuştuk. nin gücü otoriter baskıcı korku devletine yetmiyor.” Kitabın baskıya hazırlanması üç ayı geçti. Bu süre içinde AKP iktidarının “kriz ve şok” sözcükleriyle magazinleştirilen ordu, yargı, eğitim, polis, imam hatip, türban, yolsuzluk, kadrolaşma gibi uygulamalarına bakınca Franco’ya ve Salazar’a haksızlık etmiş olduğumu düşünüyorum. Rejimin üstünde dolaşan ruhlara gelince, her nedense “Almanya’nın felaketi tek başına Hitler değildir” saptamasıyla William Caar’ı anımsıyorum. Sekiz yıl geriye dönüp bakınca “Alman felaketinin sorumlusu bir Hitler yaratan ve kendi kaderini onun ellerine kendi isteğiyle teslim eden Alman halkıdır” saptamasındaki doğruluğa bir kez daha inanıyorum. Bu dünya için de geçerli değil mi? Herkes kendi dini formüllerini revize etmese de yeniden şekillendiriyor. Dünya yeni bin yılın Huntington, Brzezinski gibi falcılarının önerilerine göre projelendirilip şekilleniyor. Biri “medeniyetler çatışması” öteki “manevi ve dini değerler çağı” diyor. Bu projeleri gerçekleştirmek için faşizmin cipi ve co‘AKP İKTİDARININ İLK İŞİ BASINI SUSTURMAKTI’ Hitler Almanyası’nın basına yaklaşımıyla AKP hükümetinin basına yaklaşımı arasında izdüşümleri de okuyoruz kitabınızda. Anlatır mısınız bu izdüşümleri? Bana göre Hitler Almanyası’nın basın ilişkilerini, yaşandığı dönem içinde değerlendirmek daha doğru. Ama tarih boyunca zora dayalı rejimlerin, başka deyişle AKP iktidarıyla benzerliği olan tek parti diktalarının ilk işinin basını susturmak olduğunu biliyoruz. AKP basın ilişkileri süreç içinde öfke nöbetine dönüşen tutumla “muhalif olanı yok etme” uygulamasına çevrildi; basına düşmanlık “haksız tutuklamalar, düzmece davalar ve ağır para cezalarıyla” bir iktidar yöntemi oldu. Basına baskıyı güç gösterisine dönüştüren Başbakan Erdoğan bir süre sonra “nelerin yayımlanmayacağına” değil, “nelerin nasıl yayımlanacağına” da karıştı. Kimi zaman gazete patronlarına “Ya gazeteni kapatacaksın ya da yalan yazmayacaksın” diyecek kadar kontrolden çıktı. Bazı yazarların işten atılmalarını istedi. Belirli gazeteleri (Fotoğraf: Lütfü Dağtaş) boykot etmeye çağırdı “onlara para vermeyin”, “evinize sokmayın”, “yokluğa mahkum edin” gibi vahşi öneriler getirdi. Bir kısım gazeteci için “işsiz kalacaklar, aç kalacaklar” sevincini gizlememesi ciddi bir sağlık sorunu işareti sayıldı. Kısaca söylemek gerekirse medya gruplarına el konuldu. Cumhuriyet gazetesi çalışanları İlhan Selçuk, Mustafa Balbay gibi yazarlar Ergenekon davası içine sokulması için akıl dışı tuzaklar kuruldu. Kanaltürk yaşatılmadı. Tuncay Özkan tutuklandı. Doğu Perinçek ve arkadaşları cezaevine gönderildi. Uzan ve Bilgin AKP yandaşlarına dağıtıldı. Doğan grubunun iflasa sürüklenmesi, İşçi Partisi’nin Ulusal Kanal’ına, Aydınlık dergisine düşmanlık beslenmesi ve onlarca bilim adamının, gazetecinin, yazarın hukuk dışı kanıtlarla gözaltına alınmasının, tutuklanıp yargılanmasının siyaset kuramı ve pratiği açısından bir adı yok mu? Mahkemelerinde “Niyet yargılayan” bir ülkedeki iktidardaki partinin “üç adalet bakanının da imam kökenli olması” dünya görüşlerinin “imam hatip tedrisatı” ile oluşması bence her şeyi anlatıyor. Hukuk devletinin gücü otoriter baskıcı korku devletine yetmiyor. Ya sonra? İşte tam burada “Hangi hukuk, hangi hukuk devleti?” diye sormak gerekir. Birinin “İslamın yalnız ahireti değil, dünyevi düzeni de içerdiği bir gerçektir. Ben bir Müslüman olarak buna inanıyorum. Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslama aykırı olan da var olmayan da. Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Düzen, Türkiye’de İslamı caminin içine hapsetti. Biz İslamı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz” dediği kendi hukukunun gücünden mi söz ediyoruz? Yoksa ötekinin “Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten beri sürekli gerileyiş içinde. Ne yazık ki Türkiye’nin yetmiş yıllık tarihi boşa harcanmış bir zaman” dediği hukukunun gücünden mi? Onlar aslında “Cumhuriyet bitti, laik sistemin değiştirilmesi gerek” derken hukuk devletinin de bittiğini söyledi. Ama anlatılamadı, anlaşılmadı, algılanmadı. Türkiye’nin birikimi emperyalizmin buyruğu doğrultusunda “eski halife sultanların mutlak iktidarını düşleyen gerici bir siyasi kadro tarafından” bozuk para gibi harcanıp çoktan tükenmişti de acaba biz mi göremedik? Ya da onların hukukuyla yolun sonunda mı yoksa yolun sonundaki son kavşakta mı karşılaştık da tehlikenin farkında olamadık? Acaba hangisi? Yüzdük yüzdük o “uzun ince” dedikleri çileli yolun sonuna mı geldik? Mazlum bir yurttaş olarak yoksa yine “salhaneye mağrur bir eda ile koşup..” boynumuzu kahramanca kasabın bıçağına mı uzatıyoruz? Ya da bir kez daha sessiz sedasız ve de itirazsız bir teslimiyetle kasabın bıçağını mı yalıyoruz? ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr İslam İmparatorluğu/ Erbil Tuşalp/ Kırmızı Yayınları/ 704 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1088
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle