27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ de bunu hissettiniz mi? Bu duygular da hayli yoğun romanda kendi kişisel öykünüzden dolayı da... Kendime, kendi gerçeğime rağmen, evet böyle hissettim. Bu çok çelişkili bir duygu aslında. Mesela konsolosluktaki işlemler sırasında şöyle düşünür kahraman; gözlerini Türkiye Cumhuriyeti’nin yazılı olduğu ve altında kırmızı bir yıldıza bakan aynı renkte bir hilalin göründüğü sayfaya diker. Sen ona gitmezsen, der kendi kendine, onu terk eder ya da hayatından çıkarırsan, vatan seni yakalayacaktır. Ne kadar saklanırsan saklan, o hep sana gelecektir. Yaşadıklarım tamamen aynı değil ama o izdüşümler konusu işte. ‘KENDİMİ TÜRK HİSSEDİYORUM’ Yanıtını bilerek ama bilhassa söyleşide de illaki dile getirmek adına soruyorum; kendinizi Türk olarak mı yoksa Türk dostu olarak mı addediyorsunuz? Kendimi daha çok bir Türk olarak hissediyorum. Çok açıklayıcı, iyi tutunabildiğim bir imaj buldum kendim için; iki ayrı mıknatıs gibiyim. Birbirlerini hem itiyor hem çekiyorlar. Aralarında ortaya çıkan o gerilim, o manyetik alanı harekete geçirdim bu romanda. Beni de yaşatan, hayatta tutan budur. Romanınızda yurtdışında “Doğu” imgesinin nasıl yorumlandığına, oryantalist bir bakış açısıyla yorumlandığına ilişkin bölümler var. Bir kompozisyon ödevinden yola çıkarak anımsadıkları, o meşum “Doğu” imgesinin zihinlerdeki İstanbul’dan mütevellit konumu hayrete düşürüyor roman kişisini ve yazarı olarak sizi de belli ki. Batı’nın İstanbul’a yaptıkları ve Oryantalizmin batası yapışık kalmış bozuk, çarpık çurpuk imgesine ilişkin doğru tespitlerle ilerliyor o paragraflar. Öyle yorumlanıyor gerçekten, yanlış ve köhne bir anlayış var ve sürekli böyle bu, devam ediyor yani. Romandan anımsayalım; “Amber çubuklardan, fes ve bornozlardan, kemerli kapı çarşılardan, Loti’nin sayıklamalarının projektörleriyle ışığa boğulmuş bütün o Baudlaire ıvır zıvırından oluşan bir ramazan dekoru, dikenli topraklar üzerindeki bolluk bereket gibi, iki dilli beynimin bir köşesinde yığılı kalmış bir İstanbul çıfıt çarşısı. Evet, hatırladıklarım inanılmazdı” diyor anlatıcı bu nedenle. Ben de zaten kitabı tasarlarken bunu bir or yantalizm eleştirisi olarak yazmak istedim. Bu, karakterin Cervantes’in Don Kişot’u gibi biraz trajikomik olmasını da sağladı. Yeldeğirmenlerine karşı savaşan biri gibi… Fransa’da bir akım olarak bir dönem çok güçlü ve etkili varolmuş olan Oryantalizm, okullardaki ders kitaplarına da yansımıştır. Ama artık eskimiş şeylerdir bunlar. Fransa’da birçok şeyde olduğu gibi birçok insan böyle eski püskü, dededen, babadan kalma fikirlere inanır ve bu da onlardan biridir. (gülüyoruz) Tabii bu çok endişe verici bir durum, çok deforme olmuş, çok bozuk bir görüntü çiziyor Doğu’yla ilgili. Doğu’yu bir blok olarak mı algılıyor Fransızlar; hani Cezayir’i nasıl görüyorlarsa Türkiye’yi de öyle mi görüyorlar. Gerçeklik payı var bu söylediğinizde. Çoğu kişi kafasında kolektif bir imaj çiziyor ve ona takılıp kalıyor. Türkiye’yi gelip kendi gözleriyle görene kadar da anlamıyorlar farkı. Bir de romanda Doğu Anadolu’yu Kürdistan olarak niteliyor karakter. Evet, çünkü Avrupalıların çoğuna göre bu böyle. O da bir Avrupalı, öyle düşünüyor ve öyle konuşuyor. ‘SİYASİ BİR ROMAN DEĞİL AMA…’ Neden “Beyoğlu’nda Fısıltılar”? Çok kozmopolit bir yapısı olduğu için olsa gerek. Elbette yanılmadıysam? Beyoğlu’nu seçtim çünkü Beyoğlu’nda çok yürüdüm. Tarihsel ve çağdaş bir kavşak olduğunu düşündüm. Özellikle de annesinin çocuğu yollamaya karar verdiği o tarihsel dönem, o kararın alınmasına sebep olan o olaylar, 56 Eylül olayları bizzat Beyoğlu’nda yaşanmış şeyler. Dediğiniz gibi Beyoğlu’nun bugün olduğu gibi geçmişte de kozmopolitizmin sembolü olduğunu düşünüyorum. Sonra ticarileşmenin, ticaretin de sembolü bana göre Beyoğlu, ayrıca yine aynı zamanda modernizasyonun ve Batılılaşmanın da sembolü. Romanda siyaset ucundan kıyısından görünüyor. Siyasi bir roman değil sonuçta bu, hükümete tepki var kimi cümlelerde… Bu bağlamda “Beyoğlu’nda Fısıltılar” politik bir roman olmasa da apolitik hiç değil. Bunu anlatır mısınız? Bir politik atmosfer yaratmak, kişilerin politik sıkıntılarını, dertlerini dile getirmek bence romanın en kolay yazılan, tasarlanan tarafıdır. Türkiye gibi İstanbul gibi bir yerde yaşayıp politikadan etkilenmemek, bu etkilere maruz kalmamak kesinlikle mümkün değil. Özellikle Türkiye’de politikanın yaşamlar üzerinde ciddi etkileri ve yol açtığı birtakım sonuçlar var, mesela anlatıcının takside yaşadığı olay bunlardan bir tanesi. Yani politika romanın içinde de hissedilen, romanı canlandıran unsurlardan, olmazsa çok eksik kalacak unsurlardan biri. Bu noktada şunu da mutlaka eklemek istiyorum, benim için karakterleri karmaşık olmayan bir roman yazmak mümkün değil. Bu yüzden de kahramanın babasının özel arşivi ile ilgili emelleri olan nevi şahsına münhasır basın kralı Hasan Yeniadam gibi, Pinaski karakteri de benim için böyle çok karmaşık ve gerekli karakterlerdir romanda. İstanbul’u ve insanları bir karikatürmüş gibi gören, elindeki avucundaki bir şeymiş gibi gören Pinaski de benim için çok önemli karakterlerden birisidir. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Beyoğlu’nda Fısıltılar/ David Boratav/ Can Yayınları/ 344 s. SAYFA 15 David Boratav, ailesinde entelektüel anlamda çalışmakla politikayı, yazıyı birbirinden ayırmanın çok mümkün olmadığını söylüyor. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1081
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle