22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mario Vargas Llosa ek çok yazar, yazmak için masanın başına oturup kalemi eline aldığında, daktilosunun tuşlarına basmaya ya da bilgisayarının karşısına geçip klavyenin tuşlarına dokunmaya başladığında, “Neden yazıyorum?” sorusunu geçirmez aklından. Kuşkusuz, sabah akşam böyle bir soru sormak da gerekmez. Yine de, yazmak, o güne dek yazılmış romanlar, öyküler, şiirler, denemeler üstüne, ayırdında olarak ya da olmayarak “düşünmek”, onları “yorumlamak”, onlardan yana ya da onlara karşı bir “tutum takınmak”, başka yazarların yazmış olduklarını olumlamak ya da onlara başkaldırmak değil midir biraz da? Ya da, geçmişten akıp gelen bir ırmağın sularında kulaç atmak; ırmağın başsız sonsuz akışına katılmak? Kimilerince Turgenyev’e, kimilerince Dostoyevski’ye yakıştırılan, “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık...” sözü boşuna mı söylenmiştir? Aslında her yazar, yazarken, bilerek ya da bilmeyerek, “Neden yazıyorum?” sorusunu sorar. Pek çok yazarın, yalnızca romanlarını, öykülerini kaleme almakla yetinmemiş, yazmak üstüne düşünmenin, yazmak üstüne yazmanın dayanılmaz çekiciliğine de kapılmış olmasının nedeni budur belki de. Saymakla bitmez. Ama aklıma ilk gelenlerden biri, Kent ve Köpekler, Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, Mayta’nın Öyküsü, Üveyanneye Övgü gibi yapıtların yazarı Mario Vargas Llosa. Gerçekten de, yazmanın, edebiyatın ne işe yaradığını, romanların ve şiirlerin nasıl ve neden doğduklarını, amaçlarının ne olduğunu, neden bu denli kalıcı olduklarını kendi kendine en çok soran yazarlardan biri de Vargas Llosa’dır. ORTAK PAYDA Vargas Llosa’ya göre, edebiyat, ulusların ve bireylerin tekbenciliğinin nefretlere, savaşlara, dahası soykırımlara yol açan paranoya ve sabuklamalara, sonuçta gerçekliğin çarpıtılmasına neden olduğu günümüzde, uğraşları, yaşamdaki amaçları, coğrafi ve kültürel konumları ve kişisel durumları ne kadar farklı olursa olsun, insanların kendilerini tanıyabildikleri, birbirleriyle konuşabildikleri insan yaşantısının ortak paydalarından biridir. Vargas Llosa, edebiyatın, yaşamlarının tüm özellikleri içinde bireylerin tarihi aşmalarını sağladığı kanısındadır: “Cervantes, Shakespeare, Dante ve Tolstoy’un okurları olarak, zamanı ve mekânı aşarak birbirimizi tanırız ve kendimizi aynı türün üyeleri olarak duyumsarız; çünkü bu yazarların yapıtlarını okurken, insanlar olarak neyi paylaştığımızı, bizi birbirimizden ayıran engin farklılıkların ötesinde hepimizde ortak olanı öğreniriz. Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir, onların arasına ayırımcılık, korku ve sömürü tohumlarını eken yalnızca adaletsizliktir: İnsanları, önyargının, ırkçılığın, dinsel ya da siyasal bağnazlığın ve kendi dışındaki her şeyi dışlayan milliyetçiliğin aptallıklarına karşı, tüm büyük edebiyat yapıtlarında karşımıza çıkan bu gerçeklikten daha iyi hiçbir şey koruyamaz...” BİLİNCİN GİZLİ KOVUKLARI Gerçekten de, etnik ve kültürel farklılıklarda insanlık mirasının zenginliğini Düşgücü denen yanılsamanın dolambaçlarında P görmeyi, bu farklılıkları insanlığın çok yönlü yaratıcılığının belirtileri olarak değerlendirmeyi, bize edebiyattan daha iyi ne öğretebilir ki? Vargas Llosa’ya göre, iyi edebiyat yapıtlarını okurken, insan bütünlüğümüz ve insanca kusurlarımız içinde, yaptığımız işler, düşlerimiz ve karabasanlarımızla, bir başımıza ve bizi başkalarına bağlayan ilişkiler içinde, toplumdaki imgemizde ve bilincimizin gizli kovuklarında, ne olduğumuzu ve nasıl olduğumuzu öğreniriz. Vargas Llosa’dan yıllar önce, Proust bu yaklaşımı çok daha ileriye götürmüştür: “En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek yaşam, tastamam yaşanmış biricik yaşam edebiyattır...” Proust’un bu sözlerinde, edebiyatın insan yaşamını düşgücü aracılığıyla zenginleştirerek var olduğu düşüncesi gizli değil midir? Yazmak ile yaşamayı, okumak ile yaşamayı nerdeyse bir kılan bu sözlerde, tüm bir yazma eyleminin gizi de saklı değil midir? Y eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr tüm büyük edebiyat yapıtları hem içinden geldikleri geleneği içerirler, hem de ona katkıda bulunurlar ve yeni yaratı, kendinden önceki geleneğe gelenek olarak bağımlı olduğu kadar, sağlıklı kalmak istiyorsa, kendisini besleyen yeni yaratılara da bağımlıdır. GERÇEK YAŞAM YETMEYİNCE Yazma eyleminin gizi, edebiyat yapıtlarının, yazarın bilincinin gizliliğinde; altbilincin, yazarın çevresindeki dünyaya duyarlılığı ile duygulanımlarının birleşik gücünün izdüşümünde, şekilsiz hayaletler olarak doğmalarındadır biraz da. Vargas Llosa, şair ya da yazarın, sözcüklerle boğuşarak, bütün bu şeylere yavaş yavaş biçim, beden, devinim, ritm, uyum ve can verdiğini söyler: Hiç kuşkusuz, yapay, düşlenmiş, dille oluşturulmuş bir yaşamdır bu; ama yine de, insanlar bu yapay yaşamı ararlar, çünkü gerçek yaşam onlara yetmez... La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle birlikte at sürmek; Kaptan Ahab’la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak; Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek; Gregor Samsa’yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar, kendimizi bu haktanımaz yaşamın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan yaşamın yanlışları ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır... BÜYÜLEYİCİ YOLCULUK Carlos Fuentes de, yalnızca Aura, Artemio Cruz’un Ölümü, Terra Nostra gibi başyapıtlarıyla değil, yazmak üstüne yazdıkları, edebiyat üstüne düşünceleriyle de bir büyük yazardır. Fuentes, yazarların yaşadıkları zamanla ilişkilerine doğru yolculuklara çıkmaktan söz ederken, “Böylesi bir yolculuk büyüleyici olabilir, olmalıdır da,” der, “ama onların yazdıkları kitaplar, onları yazmaya yönelten düşgücü, dili kullanışları, edebiyat sanatına eleştirel yaklaşımları, Milan Kundera’nın yeni kitabı Perde’de vurguladığı gibi, büyük geleneğe bağlı olduklarının ne denli ayırdında oldukları konusunda bu yolculuğun bize neler sunacağını merak ediyorum. Kundera, romancının, kendi ülkesinden, dahası kendi anadilinden çok, Rabelais, Cervantes, Sterne ve Diderot’nun aynı ailenin birer parçası oldukları bir geleneğe bağlı olduğunu ve bu ailenin Goethe’nin özlemini duyduğu gibi Weltliteratur’un, dünya edebiyatının evinde yaşadığını; her yazarın, Goethe’nin ileri sürdüğü gibi, bu dünya edebiyatını, ‘artık önemli hiçbir şeyi temsil etmeyen’ ulusal edebiyatlardan bağımsız olarak besleyip güçlendirdiğini vurguluyor...” Fuentes’e göre, eğer bu doğruysa, o zaman BİR YALANIN PARADOKSU Fuentes, dünya edebiyatının sonsuz akışı içinde kurmacayı tanımlarken, Vargas Llosa’nın söylediklerine çok yakın şeyler söyler: “Kurmaca, gerçeği sorgulamanın bir başka yoludur; bir yalanın paradoksu aracılığıyla gerçeğe erişmeye çabaladığımız bir başka yoldur. Bu yalana düşgücü adını verebiliriz. Bu yalan, alışılagelmiş, beylik dünyada gerçeğin yerini tutan şeyin eleştirel bir aynası olarak da görülebilir. Bu yalan, Don Quijote ve Emma Bovary’nin, gündelik yaşamın hızı içinde tanışıp unuttuğumuz yurttaşlardan hiç de daha az önemsiz olmadığı gibi çok daha büyük bir gerçekliğe sahip oldukları ikinci bir varoluş evreni kurar. Aslında, Don Quijote ve Emma Bovary, gündelik yaşamda tanıdıklarımızın erdemleri ve kötülüklerini –ele gelmez, kaçkın kişilikleriniaydınlığa çıkarırlar, ete kemiğe büründürürler...” Fuentes’in değindiği Perde, hiç kuşku yok ki, Milan Kundera’nın daha önceki iki kitabıyla, Saptırılmış Vasiyetler ve Roman Sanatı’yla birlikte okunmalı. Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, Şaka gibi yapıtların yazarı Kundera da, yazmanın, edebiyatın, öncelikle de romanın doğası, gizleri, dolambaçları üstüne en çok düşünen yazarlardan. Perde’nin bir yerindeki sözleri, bu konuda yeterli ipucunu veriyor: ROMAN TARİHİ Roman tarihinden söz eden bir romancı, kürsüsünde ders veren bir profesör değildir. Onu daha çok, duvara dayanmış tablolarının dört bir yandan size baktığı atölyesinde sizi ağırlayan bir ressam gibi düşünün. Size kendinden, ama daha çok da başkalarından, sevdiği ve kendi eserlerinde gizliden gizliye var olan başka yazarların romanlarından bahsedecektir. Karşınızda, roman tarihinin bütün bir geçmişine kendi değer ölçütlerine göre yeniden biçim verecek ve bu sayede sizin, yalnızca kendisine ait olan ve doğal olarak da başka yazarların poetikasına ters düşen kendi roman poetikasını keşfetmenizi sağlayacaktır...” İNSAN DÜŞÜNÜR, TANRI GÜLER Kundera, bir roman gibi yazdığı Saptırılmış Vasiyetler’de, “roman sanatı”nı kitabın başkahramanı yapar. Romanın varoluşsal felsefesini kurmaya yönelir. Bu roman felsefesinin ışığında çağın büyük yönelimlerini inceler. Roman Sanatı adlı ikinci kitapta ise, kendi kurduğu roman evreninin kökenlerine iner. Cervantes’ten Broch’a, Musil’e, Kafka, ama dönüp dolaşıp hep Rabelais’ye ulaşan bir kökenler bütünü. En iyi romanlarda hep bir mizah gizlidir. Nitekim, romanın doğuşunu da kendine özgü bir mizah duyarlığıyla dile getirir: “Harika bir Yahudi atasözü var: İnsan düşünür, Tanrı güler. Ben, Rabelais’nin, bu atasözünden esinlenerek bir gün Tanrı’nın gülüşünü duyduğunu ve ilk büyük Avrupa romanının böyle doğduğunu hayal etmeyi seviyorum...” ? Carlos Fuentes SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1039
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle