Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K ört yayınevinin (Can, Sel, Evrensel, YKY) birlikte yürüttükleri “Elli Kuşağının İlk Kitapları 50 Yaşında” başlıklı tasarım kapsamında yayımlanan son iki kitaba geldi sıra: Onat Kutlar’ın ilk kez 1959’da a Dergisi Yayınlarınca basılan İshak’ı (YKY, 2009), Adnan Özyalçıner’in ilk kez 1960’ta yine a Dergisi Yayınları tarafından yayımlanan Panayır’ı. (Evrensel, 2009) İlk dördüne, bunların yazarlarına önceki iki hafta boyunca yayınevi dağılımına göre değinerek ilk kitaplar içinde gezindik birlikte… Bu hafta son iki kitapla, bunların yazarına geldi sıra… Onat Kutlar’ın İshak’ını yeniden okudum. Adnan Özyalçıner’in Panayır’ını yeniden okudum… Sonra sordum kendime; sen bu öykü kitaplarını yeniden okuyabilir misin? Birkaç ay, birkaç yıl ya da birkaç on yıl sonra? “Evet” dedim, hiç duraksamaksızın “evet” diye yanıtladım kendi sorumu. Gerek İshak’ı, gerekse Panayır‘ı yeniden okuduğumda, her iki yapıtın da tazeliğini hâlâ koruduğunu gördüm. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA D Bunu hiç kuşkusuz, kuşağın öteki öykücülerinin, sözgelimi iki haftadır konu edindiğim Erdal Öz’ün, Demir Özlü’nün, Ferit Edgü’nün, Orhan Duru’nun ilk kitapları, sonra tümünün bugüne dek yayımladığı tüm öyküleri, kuşak üyesi öteki yazarların ilk kitapları, öteki öyküleri için de söyleyebilirim. Onat Kutlar’ın yenice yayımlanan öykü kitabını okudum bu arada. Ferit Edgü’nün yayına hazırladığı Karameke’yi. (YKY, 2009) Elli Kuşağı öykücülerinden bize kalan... belirsiz, bir türlü netleşemeyen yanlar. Ama öykü dediğimiz anlatı da bu belirsizliklerin, sisle örülü gerçekliklerin tarafımızdan algılanışı temelinde kurulmuyor mu zaten? İşte Onat Kutlar da bunu bilerek, ötesinde bir Doğulu yaşantı karmaşasını Batı tekniğinin dile getiriş olanaklarını da kullanıp bezeyerek önümüze getiriyor. Hep hayranlık duyarak okuyoruz öyküleri… O, öykülerinde gizli bir sinemanın varlığını gezindiren bir yazardı sanki. Nitekim Ferit Edgü’nün Onat Kutlar’ın yazıya dönemeyişini sorgulamasını biraz da bu açıdan deşmek olasıymış gibi görünüyor bana. Ne diyor Edgü: “Yazmayı, okuya okuya, yaza yaza öğrendiğimizi biliyoruz da Dostoyevski ya da Tolstoy’un, Kafka ya da Beckett’in nasıl ortaya çıktığını, yetenek diye adlandırdığımız o gizi açıklayamıyoruz./ Dolayısıyla, Onat’ın da onca başarılı ilk kitabından sonra, tüm isteğine karşın yeni öyküler yazamamış olmasının nedenini hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.” (9) Ama yazarlığındaki ustalığı çok iyi biliyoruz Onat Kutlar’ın, hem de kuşkuya yer bırakmayacak biçimde. İshak’tan Karameke’ye kurduğu kedi köprüsünden nasıl geçtiğinin somut verisi örneklerle karşılaşıyoruz çünkü bu öykülerde. Gerçekten eksilti kadar boşluk bırakmayı, anlamı gizlemeyi, yan anlamı, yoğunlaştırmayı, sıçramalı, geçmeli, örtük anlatımı, işlevsel ayrıntıyı, şu 1950 KUŞAĞININ GENÇ DELİKANLILARI Ferit Edgü, bir “genelleme” bağlamında, 1950 kuşağı öykücüleri için bugün neler düşündüğünü, Karameke’nin girişine eklediği “Sunu”da şu sözlerle aktarıyor bize: “Bir sanat okulunun ya da ekolünün içinde yer alan yazarlar değildik. Bizleri birleştiren, eskinin yadsınması ve yenilik özlemiydi. Türkiye’de çağdaş, modern bir yazın anlayışının öncüleri olmak istiyorduk./ Ortak bir bilinç, sonsuz bir yenilik tutkusu, Sait Faik sevgisi ve sol bir dünya görüşü… Bunlar birleştiriyordu bizleri, ama hepimiz, yeryüzünün tüm gerçek yazarları gibi kendi dünyamızı kurmanın peşindeydik./ (…) Şaşılacak olan, çok kısa zamanda bu genç yazarların daha ilk kitaplarıyla bir hayli özgün ve Türk yazınında o güne değin pek görülmemiş zenginlikteki bir öykü dünyasını gerçekleştirmiş olmalarıdır.” (7) Böyle bir öyküleme evresinden ötürü, 1950 kuşağının tansık yarattığı biçiminde bir havayla karşılanmasının görece abartılı bir yanının bulunmadığı düşünülemez. Öyle ya 1930’lar, 40’lar, 50’ler Türkiye’de öykünün, öykücülüğün, her yana uzandığı, bunu temsil eden yazarların bütün emeçleriyle bu yönde yoğun çaba harcadıkları unutulabilir mi? O halde 1950 Kuşağı, bir “doğru sonuç”, daha yerini bulacak deyişle “beklenen final” olarak karşılanmalı öykücülüğümüzde. Şaşırtıcı, beklenmedik bir sürpriz olarak değil! Ama yine de öykücülüğümüzün 1960’a ulaştığı yıllarda, olağanüstü bir Onat Kutlar “ara finali” olarak değerlendirilebilir bu! Muhteşem bir öykü gösterisi! Rastlantısallıkla ikircimli anlağın, çılgın cesaretle güzelliğin, gençlik heyecanıyla ustalığın, acemi tedirginliğiyle mükemmelliğin eşsiz uyumu! Müthiş bu; tek sözcükle müthiş bir aşama! Sevim Burak’ı, Vüs’at O.Bener’i, Muzaffer Buyrukçu’yu, Erdal Öz’ü, Orhan Duru’yu, Demirtaş Ceyhun’u, Kemal Özer’i yitirdikten sonra insan ürküntüyle soruyor: Elli kuşağı öykücülerinden neler kalıyor peki geriye, bizlere? Ölümsüzlükleri elbette… 1950 kuşağı öykücülerinden kalacak bu işte: ölümsüzlük!… ONAT KUTLAR; “İSHAK”TAN “KARAMEKE”YE... 1950 kuşağı yazarlarının hemen tümünde ya da azımsanmayacak bir bölümünde öyküyü sinemalaştıran, film yapılandırırcasına bunu yeniden kurmaya girişen bir yaklaşımla karşılaştığımız öne sürülebilir. Bu tutum, andığım kuşak öykücülerinin tümünde gözlenmekle birlikte Onat Kutlar’ı bunların başında sayıyorum ben yine de. Diyelim görüntü bulandırma, ileri geri sarma, optik kaydırma, şu bu… Bunları hep can alıcı bir zamanlamayla büyük bir hünerle yerleştiriyor öykülerini kaleme alırken 1950 Kuşağı yazarları. En başta Onat Kutlar kuşkusuz… Bunu İshak’ta da belirgin olarak görebiliyoruz. Sanki öznel bir kameranın bakışıyla kuruyor öykülerini Kutlar. Çocuk, genç… Böyle olunca, kıyıda köşede kör noktalar kalıyor zorunlu olarak. Silik, olarak, varoluşçuluğun, toplumsal olgularla yeni yeni buluşturulduğu bir dönemde, yirmi beş yaşında bir delikanlının, şaşılacak önseziyle bunu başarmış olmasında görmek gerekiyor herhalde yapıtın önemini. Özyalçıner’in Panayır‘da dikkati çeken bir yanı da, olayı, durumu, ilişkiyi, bunların yerine geçirdiği bir başkasıyla anlatmaya yönelişi. Yazarın, 21.7.1961’de Erdal Öz’e yazdığı şu satırlar, bu bakımdan ilginç bir ipucu olarak alınabilir: “(…) Bu benzetme hastalığı bende eskiden beri var. Bir şey mi anlatacağım, hemen benzerini anlatıyorum; anlatacağım nesneden çok benzerini enine boyuna çiziyorum. Sonra o nesnenin adını ederek bitiriyorum yazımı.” (Öykücülüğümüzün 45 Yıllık Çınarı Adnan Özyalçıner; Evrensel, 1999, 176) Böylelikle öykü, bütün duyguculuğundan arındırılıyor daha işin başında. Yaşantıyı öyküde kurmaya yöneliyor hemen her kezinde Özyalçıner. Buradan hareketle genç bir delikanlının, birey olarak kendilerini saran kentsel yaşam üzerine, henüz yaygın anlamda dillendirilmemiş bir konu halindeki heterojen yapıda olmaları beklenen kentlerin “bir örnek” duruşu olgusuna, sorunsal boyutunda yaklaşması şaşırtıcı değil yalnız, aynı zamanda hayranlık uyandırıcı! Adnan Özyalçıner, bir kazı alanındaymışçasına büyük özenle çalışıyor öykülerinde. Nesnelerin, varlıkların, bunlarla ilintilenmiş duyguların, düşüncelerin kaybolmaması için yoğun çaba harcıyor. Bunlar kırılmasın, örselenmesin, aman yitip gitmesin… Yazarın, kazıda ortaya çıkardığı buluntular, molozlar, nesneler, bunları birbirine ilmekleyen özneler arasında yeni bir yapı ortaya koyabilmeniz, öyküyle birlikte gelişiyor bu yüzden. Özyalçıner’in öyküleri, olup bitenlerin herkes tarafından yaşandığı bir sırada, bağsızmış gibi dururkun apansız ortaya çıkıp bir art ardalık içinde dizilircesine kendini gösteren ilişkilenişlerle başlıyor, öyle de sona eriyor. Başlangıcı, sonu olsa da bunların, kendi dizilişi içinde değil, öykü kahramanlarıAdnan Özyalçıner (Fotoğraf: Ara Güler) nın bakışıyla, yaklaşımıyla, ele alışıyla, nu bunu, kuşağın öteki üyesi yazarlarda olduğu önemseyişiyle sıralanıyor öykü evreninde… gibi Onat Kutlar’da da hayranlıkla izliyoruz. Anlatımda yeni bir tutum sergiliyor yazar; öykü Karameke’de yer alan “Karameke”, “Sığla kahramanları aracılığıyla “arayış” eyleminin kendiAğacı”, “Mühür” başlıklı öyküler, onun 1980’lerde, sini de odaklıyor, hem de sıklıkla… İshak’tan otuz yıl sonra yani, nasıl bir öykücülükle Gerçekten Özyalçıner’in öykü kişileri, anlatıcıyı karşımıza çıkmak istediğinin çok açık ipuçlarını da öykü kişisi olarak aldığımızda, birer araştırıcı oluşturuyor. konumunda bu öykülerde. Andığım öykülerinde yazar, köydeki yaşantıyı Özyalçıner’in hemen her öyküsünde insanı kudönüştürmeye girişirken yer yer bunları stilize şatan çevre de çıkıyor ortaya. Bu çevre doğal ve ederek, yer yer Çehov dramatizasyonuna bir büyü yapıntı olmak üzere birbiri içine geçiyor. Yapıntı giydirerek lekelerle örülü, hatta kimileyin gerçekçevrenin ana odağını kent oluştururken, doğal üstü imgelere de yer vererek farklı bir yapılandırçevrenin odağını, hiçbir baskıya, kurala, sınırlamamayla karşımıza çıkmaya çalışıyor. ya bağlı kalmaksızın süregiden doğal yaşama biYazar, bu öykülerinde, özellikle “Sığla çimi alıyor. Ağacı”nda müthiş bir ritüel yaratıyor. Bir kuttörene Bu doğal ve yapıntı çevre, Özyalçıner’in öykü buyur ediyor okuru… Bu öyküyü okuduktan sonra evreninin ipuçlarını da gözler önüne seriyor böyleokur, bir ev ödevi halinde bunu, film olarak da ce. İşte, “yalnızlık” dediğimiz olgu da bu yapıntı seyredebilir gibi geliyor bana. çevrenin ürünü. Yirmi beş yıl önce yayımlanmış bu öyküler de Yanılmıyorsam eğer, bir “erken dönem yaratıcıbir kitapta toplanabilseydi keşke, üç öykü de yelığı” olarak bakılabilir 1950 Kuşağı yazarlarının çaterdi kitap olmaya, niye yetmesin?… Belki yeni bir lışmalarına, yazınsal çabalarına… Hele ürettikleri İshak’la karşılaşmış olurduk onca yılın ardından o erke bağlamında konuya yaklaşıldığında, bunun zaman, kim bilir… yarım yüzyıldan bu yana yazınımızda hâlâ “ölçüt” oluşturuşu da dikkate alındığında, 1950 Kuşağı ADNAN ÖZYALÇINER: “PANAYIR”DAN öykücülerinin bu nitelemeyi hak ettiklerini söyleye50 YIL SONRA... biliriz gönül rahatlığıyla… Adnan Özyalçıner de, ötekilerde görüldüğünce İş ki, yazınımızdaki bu erken dönem yaratıcılıöykülemesine dorukla başlıyor diyebiliriz. Elbette ğıyla açılan çığıra layık bir yazınsal verimin ardıllıbüyük başarı bu! ğını yapıyor olalım biz… İlk öyküler demeti Panayır, kendine özgü öyküNe demek istiyorum? Onlar erken gelmiş olabicülük kurmaya yönelmiş bir öykücüden ipuçları lirler, yeter ki biz geç kalmayalım! sergiliyor bize, ilkin bu açıdan önemli kitap. İkinci O halde buyurun öykü okumaya! ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1039 SAYFA 20