Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Maude Barlow’dan ‘Mavi Sözleşme’ Maude Barlow Su Adaleti Hareketi’ndeki çalışmaları nedeniyle İsveç’in Alternatif Nobel Ödülü’nü kazanan Maude Barlow, Mavi Sözleşme adlı çalışmasında su kaynaklarının tükenişinden suyun özelleştirilmesine, özelleştirme hareketine karşı başlatılan direnişten suyun neden bir insan hakkı olması gerektiğine değin pek çok konuyla ilgili bilgi ve görüşleri sıralıyor. Ë Ali BULUNMAZ “Su göletlerine yalnızca su almaya gitmeyiz, çünkü dostlarımız ve düşlerimiz bizi orada karşılar.” (Afrika deyişi) KRİZ VAR, KRİZ! uya erişim ve temiz su kullanma bir insan hakkı mı? Bunun hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluk oluşundan yola çıkılırsa, evet öyle. Kaldı ki, Küresel Su Hareketi, suyun bir insan hakkı ilan edilmesi gerektiğini savunuyor. Bunun kabulünün de, kapsamlı bir Birleşmiş Milletler (BM) anlaşmasıyla gerçekleştirilmesi ve yerel yönetmelikler ile devletlerin anayasalarında yer bulmasının zorunluluğu vurgulanmasına karşın halen resmi biçimde kabul edilmiş olmaması, çokuluslu şirketlerin suyu metalaştırılmasının önünü açıyor. Beri yandan su kaynakları da hızla tükeniyor. Su kaynaklarının azalışını yalnızca küresel ısınmaya indirgemek de yanlış. Çünkü bunun yanında, kirlilik ve su veriminin risk taşıdığı alanlardaki nüfus artışı da su kaynaklarının tükenişinde büyük rol oynuyor. Dünyanın su yoksunluğu çeken en önemli bölgeleri, zaten yoksullukla da mücadele içinde olan Ortadoğu ve Afrika. Güney Amerika ve Hindistan’da ise kirlilik en büyük tehdit. Uzmanlara göre 2025’e kadar ve 2050’den sonra su merkezli ciddi sıkıntılar, özellikle bu bölgelerde baş gösterecek. Tatlı su kaynaklarıyla beraber yüzey sularının kirlenmesi, tarım ve hayvancılık açısından da sakıncalar doğuruyor, atık sularının kullanımı bulaşıcı ve ölümcül hastalıklara yol açıyor, bu da en çok yoksul ülkeleri vuruyor. Buzulların erimesi, kentleşmenin ormanları yok etmesi, iklim değişikliği, çölleşme ve yoğun göç, su kaynaklarının tükenmesinde; sorunun hem insani hem de ekolojik boyut kazanışını hızlandırıyor. Uzmanlar ve bilim insanlarının bu tükenişe yönelik çözüm önerileri çeşitli: Barajlar kurmak, derivasyon kanalları (suyu bulunduğu yerden bir başka yere taşıyacak kanallar) açmak ve deniz suyunu arıtmak. Barlow, tüm bu çözüm çabalarının “küresel su krizini daha da derinleştirdiğini, ekosisteme zarar verme potansiyeline sahip olduğunu” ifade ediyor (s. 40). İşte tam da burada, su krizinin ekonomik ve siyasi boyutu ortaya çıkıyor. Barlow’a göre “kapsamlı bir su planlaması yapılmalı, kıtlık ve adaletsizlik biçimindeki bu çifte su kriziyle baş etmek için doğal kaynakların korunmasına ve su adaletine dayalı bir düzenlemeye gidilmeli” (s. 52). Suya dokunmak olarak belirlendi (s. 68). Mart 2000’den bu yana “özelleştirmeler yararına uzlaşma sağlamak” amacıyla (s. 72) toplanan Su Forumları’na ağırlıklı olarak su şirketleri katıldı, böylece su kaynaklarının denetim ve özelleştirilmesi perçinlendi. Örneğin ikinci forumun (Lahey, 2000) sonuç bildirgesi her şeyi açıklar nitelikte: “Su, bir insan hakkından öte, devletler kadar özel şirketlerce de kolay şekilde karşılanabilecek insani ihtiyaçtır” (s. 74). Suyun özelleştirilmesinin ne gibi zararlı etkileri oldu? Barlow, Norveç Çevre ve Kalkınma Forumu’nun raporundan şu belirlemeyi gündeme getiriyor: “Yoksullara su hizmeti götürülemedi, insanın su hakkı zayıfladı, su yabancı denetimine girdi ve tekeller oluştu” (s. 80). Kısaca söylemek gerekirse büyük su şirketleri, Dünya Bankası ve BM ile ortaklıklar kurup, suyun denetimi ve özelleştirilmesi konusunda önemli mesafe aldı. tin Amerika’nın birçok yerinde yalnızca zenginler temiz su alabilir” gerçeğini hatırlatması, buradaki direnişin nedenini açıklıyor. Direnişleri derli toplu hale getiren Uluslararası Su Adaleti Hareketi, Dünya Bankası ve BM gibi küresel kurumları, yapıp etmelerinin başarısızlıkla sonuçlandığına dair bir itirafa zorlayınca, ülkeler ulusal su politikaları geliştirmeye başladı ve “suyun efendilerine” meydan okudu (s. 164). SU BİR İNSAN HAKKIDIR Su krizinin yaşandığı her bölge, aynı zamanda ileride patlak verebilecek çatışmaların da merkezi olmaya aday. Bir bakıma küresel su krizi, küresel güvenlik sorunu haline gelmeye başlıyor. Su yolları ve kaynaklarını “güvence altına alma” gerekçesi, çatışma ve savaşları tetiklemeye gebe. Örneğin ABD’de sadece bu konuda fikir ve proje üretmekle görevlendirilmiş pek çok kuruluş bulunuyor. Bu kuruluşların ortak amacı, ABD’nin su krizine ilişkin stratejisini belirlemek ve çözüm için gerekli teknolojileri geliştirmek. Aynı şekilde Avrupa’da (özellikle Fransa, Almanya ve İngiltere), Güney ülkelerinde su şirketlerinin çıkarlarına yönelik teşvikler sunuyor. “Avrupa’da su sorunlarına çözüm bulmak” amacıyla kurulan Avrupa Su Ortaklığı, aslen söz konusu teşvikleri ve rekabetleri arttırmayı hedefleyen “teknoloji platformu”ndan başka bir şey değil (s. 177). Kaldı ki Avrupa Su Ortaklığı’nın üyelerinin çoğunu su şirketleri oluşturuyor. Gerek ABD’de gerekse Avrupa’da faaliyet gösteren su ile ilgili kuruluşlar, adaletli dağılım ve suyun insan hakkı olduğuna dair çalışma ve açılımları tam anlamıyla gerçekleştirmiş değil. Burada ortaya çıkan, su şirketlerinin yayılım alanının genişlemesi ve kârlarının yükseltilmesine dönük çabalar. Bir başka deyişle su krizinin atlatılmasına dönük en önemli girişim olarak su adaletinin sağlanması konusu, bahsedilen kuruluş ve şirketlerin gündemine girmiyor. Dünya Su Konseyi’nin “Su Hakkı: Başlangıçtan Uygulamaya” adlı raporu, öncekilerden çok ayrılmasa da, önsözde yer alan ilk cümleye değinir Barlow: “Su hakkı insanlık onurunun ayrılmaz bir parçasıdır. Günümüzde kim bunun aksini iddia edebilir?” (s. 194). Krizin üç ayağı (tatlı su kaynaklarının azalması, suya erişimde adaletsizlik ve suyun, şirketlerin denetimine geçmesinin) bu söz bağlamında değerlendirilebilir. Suyun ticari bir mal olmaktan çok, bir insan hakkı olduğu ve “kamu yararı” amacı taşıdığı unutulmamalı. Bu, çözüm için unutulmaması gereken bir anlayış. Bu anlayışın yerleştirilmesi, aynı zamanda su demokrasisinin yaygınlaştırılması ve suya adaletli erişimin sağlanmasının yolunu açacak en önde gelen çabalardan biri. Hepsinden öte adı geçen girişim, suyun denetiminin özel şirketlerden yeniden yerel yönetimlere ve kamu kuruluşlarına geçişini sağlayacak. Bir diğer ifadeyle, özel şirketlerin suya dokunmasını engelleyecek. ? Mavi Sözleşme/ Maude Barlow/ Çeviren: Barış Cezar/ Yordam Kitap/ 208 s. S SUYU DENETLEMEK Özel şirketlerin suyu pazarlama ve denetim altında tutma çabaları gözden kaçırılmamalı. Buradaki nirengi noktası şu: “Temiz suyun tüketildiği bir dünyada, onu kontrol eden, hem iktidarı hem de serveti kontrol edecek” (s. 53). Suyun özelleştirilmesinin hızlandığı hatta doruk noktaya doğru tırmandığı yıllarda, 1980’lerde, Dünya Bankası, yoksul ülkelerdeki kalkınma programını terk edip, bu ülkeleri Washington’ın kalkınma planına dahil etti. Böylece, su ve altyapı hizmetleri de hızla özelleştirilmeye başladı. Yoksul ülkelere sağlık, eğitim, ve su gibi kamu hizmetlerini en az oranda kullanma koşulu dayatıldı. Su kaynakları bakımından zengin rezervlere sahip ve Dünya Bankası’nı yöneten Kuzey ülkelerinin, ekonomik açıdan yoksul su kaynağı bakımından zengin Güney ülkelerini sömürmesi bir bakıma ekolojik sömürüyü de beraberinde getirdi. Bu da, suyun özelleştirilmesinin tam anlatımı aslında. Ocak 1992’de Dublin’de düzenlenen BM konferansı, suyun “ekonomik bir mal olarak” görülmesinin önünü açtı (s. 63). Özel şirketlerin yanı sıra Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Sürdürülebilir Kalkınma İş Konseyi gibi kurum ve kuruluşlar, suyun denetiminde söz sahibi oldu. “Su sektörüne ne kadar çok özel sektör katılacağı” yoksul ülkelerin kredi almasının koşulu KARTELLERİN AĞIRLIĞI Çokuluslu şirketler, sudan kâr etmenin çeşitli yollarını buluyor. Suyun özelleştirilmesinin yanı sıra, deniz suyu arıtma gibi yöntem ve çözümlerden de kâr elde etmeyi düşünüyorlar. Nükleer enerjiyle deniz suyu arıtma bunlardan biri. Bir başka yöntem ise nano teknoloji. Sudaki kirlilik kaynaklarının bulunup yok edilmesi için nano teknolojiden yararlanıldı. Hükümetler, üniversiteleri bu konuda destekleseler de, sonuçta kârı cebe indiren yine şirketler oldu. Barlow burada bir soruna daha değiniyor: “Su geri dönüşüm şirketlerince dönüştürülen suya kim sahip olacak? Suyun büyük kısmının özel şirketlerce dönüştürüldüğü zaman şirketler suyun kendisine mi yoksa kârına mı sahip olacak?” (s. 112). Su kartellerine karşı oluşmaya başlayan tepkinin özünde, çokuluslu şirketlerin denetim ve kâr anlayışına karşı durma yer alıyor. Tepki sahipleri aslında, insanlığın “ortak alanlarının veya ortak mirasın özeleştirilmesine karşı çıkıyor” (s. 122); hepsinden öte, her geçen gün sesini yükseltiyor. Suyun özelleştirilmesi denildiğinde ilk akla gelen coğrafya Latin Amerika. Burada kirlilik ve sınır eşitsizliğinin ötesinde, özelleştirmeler yüzünden kişi başına düşen su miktarı çok az. Barlow’un “La SAYFA 8 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1007