05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

limin…/ Öylesine arif ve kamil/ Boti Resul, Kürt Mikail/ Türkoğlu Cafer/ Süryani Hüsnü, Ermeni Hayik/ Musevi Şemun, Zaza İsmail/ Eşi menendi görülmemiş bir mozaik/ Şimdi/ Bir kanlı mendil gibi ortasında ellerimin/ Vay limin…” EFSANEVİ BAKİRE AMİDA Romanın 30. sayfasında, kenti kuran efsanevi bakire Amida ile ilgili şöyle bir beklenti dile getiriliyor: “İç Kale’de, Dağ Kapı’da, eski bir Diyarbakır evinin avlusunda ya da ‘biçim değiştirmiş’ bir kadın olarak, bir sivil toplum örgütünün çalışmalarına katılırken, dar sokakların birinde bir çocuğun saçlarını okşarken Amida’yla karşılaşmak, karşılaşıp âşık oluvermek…” Burada yazar bilmeden veya Diyarbakır Efsaneleri kitabımı okuduğuna göre belki de bilerek, halk anlatılarında, özellikle de efsane ve masallarda çok görülen ve Stith Thompson’un “Motif Index of Folk Literature”unda “D0D699” numaraları arasında “Şekil değiştirmeleri” adıyla yer alan bir motifin beklentisini dillendiriyor. Aslında bu beklentisi hiç de boş bir beklenti değil. Romanın gelişiminde “Dilşa” olarak karşımıza çıkan Amida, kimi zaman da DiyarbakırÇarıklı KöyüKurtkayası Mezrası’nda, okumayazması olmayan ve köyünden hiç dışarı çıkmamış, gözleri yarı âmâ olan, seksen yaşındaki Gurbet Satılmış’tan dinlediğim, Diyarbakır Efsaneleri’nin 194. sayfasında yer alan ve efsane derleme yarışmasında derlenmiş en iyi efsane ödülünü de kazanan, “Baho Gölü” efsanesindeki “Yıldız Kız” olarak karşımıza çıkar. Şöyle ki: Baho adında bir çoban varmış. Gecegündüz hiç ayrılmadığı koyunlarını bu gölün etrafında otlatırmış. Baho, mutsuz, hüzünlü bir çobanmış. İnsan içine karışmaz, geceleri de gölün kıyısında sırtüstü yatarak, hep yıldızları seyredermiş. Gökteki yıldızlardan birisi, çobana âşık olmuş ve bir gece, gökyüzünden kayarak çoban Baho’nun yanına gelmiş. Çok güzel, uzun, yaldızlı, parlak saçları olan bir peri kızı olmuş ve başını çobanın omzuna koymuş. Fakat bu Yıldız Kız’ın bacakları ve ayakları yokmuş. Bacaklarının yerinde, tıpkı deniz kızlarında olduğu gibi, parlakyaldızlı bir kuyruk varmış. O geceden sonra, Yıldız Kız her gece gökyüzünden ağıp gelir, başını Baho’nun omzuna koyar ve sabaha kadar öylece otururlarmış. Kimi zaman da yan yana, sırtüstü, gölün kenarındaki çiçeklerin, çayırların üstüne uzanıp, hiç konuşmadan gökyüzünü seyrederlermiş. Sabah yaklaşırken, tan yerleri ağarmadan, Yıldız Kız yine gökyüzüne dönermiş. Öte yandan, bu çobanın çok kurnaz ve çok kıskanç bir karısı varmış. Bir gün Baho’nun omzunda bir parça yıldız tozu görmüş. Çok merak edip, hemen cinlere koşmuş ve bunun ne olduğunu sormuş. Cinler, kendileri gibi gerçeküstü olan yaratıkların, hiçbir ölümlü insanla beraber olmasını istemezler, olanları da çok kıskanırlar ve yok ederlermiş. Bu nedenle kadına, çobanla Yıldız Kız’ın beraberliğini anlatmışlar ve eğer kocan bu yıldızın varlığından, ölümlü bir insana söz ederse, tılsım bozulur ve Yıldız Kız ¥ artık sonbaharısın sevgimin/ Vay kaybolur, bir daha da sonsuza kadar görünmez olur demişler. Kurnaz kadın günlerce uğraşmış, altından girip üstünden çıkmış ve sonunda, kocasının, Yıldız Kız’dan söz etmesini sağlamış. Tılsımı bilmeyen zavallı çoban, karısının ısrarlarına dayanamayıp, Yıldız Kız’la birlikteliklerini ve ona duyduğu sevgiyi anlatmış. O günden sonra Baho, Yıldız Kız’ı boşuna beklemiş, bir daha hiç mi hiç görememiş. Bir zaman sonra çoban da ortadan kaybolmuş. Kimilerine göre çok uzaklara gitmiş, kimilerine göre de kendisini, o çok sevdiği göle atmış. Şimdi ne zaman gökten bir yıldız kaysa, Baho Gölü’nün suları ürperirmiş. Bu, hâlâ Yıldız Kız’ın dönmesini bekleyen, Çoban Baho’nun ruhunun ürpermesiymiş. Özellikle bahar aylarında, sevdikleri uzaklarda olanlar, bu gölü ziyaret edip, gölün sularına kır çiçekler atarlar. Atılan çiçekler kıyıya doğru yaklaşırsa, sevenlerin kavuşma zamanı yakın demektir. Kıyıdan giderek, gölün ortasına doğru uzaklaşırsa, kavuşmak bilinmeyen, uzak bir zamana kalmıştır… Kitabımda, bu efsanenin yer aldığı sayfanın altında şöyle bir dipnot var: Bana bu efsaneyi anlatan Gurbet Nine, bir sır verir gibi kulağıma eğilip, bu anlattıklarını başkalarına anlatmamamı, eğer anlatırsam sevdiklerimden, çolukçocuğumdan ayrı düşüp, acı ve özlem çekeceğimi, kendisinin artık, bu dünyada çekecek acısı ve ayrılmaktan korktuğu kimsesi kalmadığı için, bunu bana anlatmakta, bir sakınca görmediğini söyledi. Fakat, görüldüğü gibi efsane o kadar güzeldi ki, Gurbet Nine’nin uyarısına karşın, bu güzelliği sizinle paylaşmadan edemedim. (Edemedim etmesine ama, bu araştırmadan sonra başıma gelenler de bir başka yazının konusu olabilir.) VAZGEÇİRİLİŞ Kitabın 31. sayfasında Cortazar’dan şöyle bir alıntı yapılmış: “Vazgeçiş protesto eyleminin ta kendisi.” Hemen belirtmeliyim ki, böylesine acılı coğrafyaların efsanelerinde, bir vazgeçişten çok bir “vazgeçirilişten” söz edilebilir. Romanın kendisi de zaten zorla bir vazgeçirilişle sonlanmıştır. Yine böylesi coğrafyalarda başka sonlar pek olası değildir. Romanın belirleyici mekânlarından birisi olan Turistik Otel, bana önce Diyarbakırlı felsefeci ve şair dostum Veysel Öngören’i getirdi elbette… İlk gittiğimde benim de bir süre kaldığım bu otel, özellikle yüksek tavanlı geniş restoranıyla, bir bakıma Diyarbakır’ın “Pera Palas”ıdır. Başta Sevgili İlhan Selçuk, Muzaffer İlhan Erdost, Orhan Asena, Şevket Beysanoğlu, Canip Yıldırım olmak üzre, Diyarbakır’a geldiklerinde o salonda oturup söyleştiğim çok sevgili dostlarımı da o mekânla birlikte anmalıyım. Hemen her kış kendi köyünden gelip, Turistik Otel’e yerleşen ve bütün kışı orada geçirdikten sonra, yazın yine köyüne, çok sevdiği sevgili karısı Halime’sine dönen Veysel Öngören’in, gençlere açık bir okul gibi olan akşam söyleşileri ayrıca anılmaya değer. O okuldan değerli şair, yazar ve tiyatrocu gençler çıkmıştır. Cuma Boynukara bunlardan birisidir. Çoğuna katıldığım bu akşam söyleşilerinde, gençlerin kendisine “baba” diye seslendikleri Veysel Bey’in özel bir seremoniyle, daha doğrusu ibadet eder gibi kurup içtiği akşam sofraları ve rakıları, uzun ve yararlı sanat söyleşileri, bu kentin bilinmeyen sanatsal yüzlerinden birisini oluştururdu. Yine romanda sıkça yer alan “Gazeteciler Lokali” ise bana sevgili dostlarım Cumhuriyet’in Diyarbakır temsilcisi Ziya Aksoy’u, Milliyet’ten Ertuğrul Pirinççioğlu’nu, Hürriyet’ten Naci Aslan’ı, Anadolu Ajansı’ndan Raif Türk’ü ve yaz günlerinin nefes alınabilecek gece saatlerinde, bu mekânın bahçesinde yenen akşam yemeklerini ve çoğunlukla kentteki günlük gelişmelerin değerlendirildiği, akşam söyleşilerimizi getirdi. Romanın 48. sayfasında ILO gönül İşte tam da bu nedenledir ki, bölgede sekiz yıl sürdüğünü söylediğim alan araştırmamın, yaklaşık ilk iki yılı, kaynaklarımla aramdaki bu “güven” sorununu aşmak için, olağanüstü bir uğraş vermekle geçmiştir. Ziya Gökalp benim de içine düştüğüm bu açmazı “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik İncelemeler” adlı eserinin 28. sayfasında şöyle belirtir: “…Masalları masalcılardan, türküleri mugannilerden almalı. Tandırname ahkâmını (Gelenek ve görenekleri, inançları) yaşlı kadınlardan sormalı. Bundan başka etnograf, içine gittiği aşiretin itimadını kazanmaya, kendisini onlara sevdirmeye gayret etmelidir. İlkel halklar, sevmedikleri, itimat etmedikleri kimselere sırlarını açmazlar. Anadolu köylüleri yabancılara ‘ağzı kara’ derler ve köyün esrarını onlardan saklarlar...” (Komal Yay., Ank. 1975, s. 28) DİĞER YERLER Romanda yer alan ve benim uzun yıllar birebir yaşadığım öteki mekânlar: Anıt Park, Trafik Parkı, Ofis, Vilayet, Bağlar, Yenişehir, Hasan Paşa Hanı, Hançepek, Melik Ahmet, Meryem Ana Kilisesi, İç Kale, Mesudiye Medresesi, Kız Meslek Lisesi, Tarancı’nın Evi, Ziya Gökalp Evi, Esma Ocak Evi, Şehir Tiyatrosu ve daha birçok yer adı… Hepsi tanıdık, dost mekânlar… Evim vilayetteydi. Kız Meslek Lisesi’nin karşısında, valilik binasının yanında. Diyarbakırlı değerli yazar Esma Ocak’la aynı apartmanda yani Funda Apartmanı’nda oturuyorduk. Ben birinci, o da üçüncü katta. Ayrıca kimi hafta sonları, onun Kazancı (Kürt Hacı) Köyü’ndeki yazlık evine konuk oluyordum. Anıt Park oturduğum evin önünde, Trafik Parkı da arkasındaydı. Tarancı’nın evini müze yapmak için, Esma Ocak’la birlikte, dönemin aydın valisi Kadir Aydoğan’ın ve yine 7.Kolordu’nun aydın komutanı Korgeneral Kaya Yazgan Paşa’nın yardımlarıyla, geceligündüzlü uğraşlarımız ve sonunda evin müze olarak açılışında Tarancı hakkında verdiğim konferans ve duyduğumuz yorgunsevinç. Kimi zaman buluşup öğle yemeği yediğimiz, Adana Emniyet Müdürü’yken öldürülen Cevat Yurdakul’un yiğit eşi, Trafik Şube Müdürü Ülker Yurdakul’la defalarca gezdiğimiz surlar. Belediye Şehir Tiyatrosu’nun kuruluşunda, Veysel Öngören’le yer aldığım seçici kurulda, oyuncu kadrosunu oluşturmamız. Daha birebir yaşadığım pek çok mekân adı, beni o yıllara ve o insanlara götürdü. Bu nedenle de bu roman benim için, içinde büyük bir aşinalıkla severek, duygulanarak, anımsayarak ve birçok coşkuyu, acıyı ve hüznü yeni baştan yaşayarak gezindiğim, bir dünya gibiydi. Romanın sonu, “Amida, eğer sana gelemezsem, bu roman hiç bitmesin” cümlesiyle sonlanıyor. Hemen yazara şunu söylemeliyim ki, sen Amida’ya hiç gidemesen bile Amida sana hep gelir. Çünkü Amida öyle bir kere yaşanılıp tüketilecek bir kent değildir. ? Amida Eğer Sana Gelemezsem/ Özcan Karabulut/ Can Yayınları/ 324 s SAYFA 17 Özcan Karabulut’un romanı zorla bir vazgeçirilişle sonlanmıştır. Böylesi coğrafyalarda başka sonlar pek olası değildir. lülerinden Cenk şöyle diyor: “…Görüşmeye gittiğimiz muhtarlar bizden kuşkulanıyorlar. Belediye yetkilileri ile aileler de öyle. Asıl amacımızın ne olduğunu soruyorlar bize. Onlara asıl amacımızın, çocukları sokaklardan alıp, eğitime kazandırmak olduğunu anlatamıyoruz.” Evet anlatamazsınız. Çünkü o bölgede çalışacak, araştırma yapacak yabancılar için en önemli sorun, kaynaklarla aralarında oluşması çok zaman alacak olan ve belki de hiç gerçekleşemeyecek olan “güven” sorunudur. Bunun nedenini bir bakıma, kitabın 243. sayfasında yer alan ve Baran’ın ruh halini betimleyen şu anlatımda bulabiliriz: “Birbirlerine göre herkesin ya ajan, ya istihbaratçı, ya korucu, ya polis, ya araştırmacı, ya terörist, ya işbirlikçi, ya itirafçı olabildiği ve ne iş yaptıkları belli olmayan yabancıların doldurduğu bu kentten, hayatının hiçbir döneminde korkmadığı kadar korktuğunu hissediyor.” Şu bir gerçektir ki, orada her iki taraf da birbirinden korkar. Yılların deneyimi ve bilinçaltı yazılımı, yabancıya güvenmeme duygusunu bir zırh gibi kuşanarak ve kendilerini gönüllü bir suskuya mahkum ederek, korunmayı öğretmiştir onlara. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1008
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle