Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
‘Amida Eğer Sana Gelemezsem’ Bir romanın efsanevi coğrafyasında gezintiler Özcan Karabulut’un 63. Yunus Nadi Roman Ödülü’ne de değer görülen Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanının mekânı Diyarbakır’dır. Romanın kahramanı Arat, çocuk işçilerle ilgili bir çalışma için Diyarbakır’a gider. Orada tanıştığı ve etkilendiği bir kadına bir zamanlar kente hükümdarlık etmiş Amida’nın adıyla seslenir... Diyarbakır Efsaneleri’nin yazarı Muhsine Helimoğlu Yavuz, romana Diyarbakır eksenli bir inceleme getiriyor. Ë Muhsine HELİMOĞLU YAVUZ nce şunu belirtmeliyim ki, 18821990 yılları arasını kapsayan sekiz yıllık bir alan araştırmasının ürünü olan ve bana her anlamda “pahalıya patlayan” iki ciltlik Diyarbakır Efsaneleri (Cumhuriyet Kitapları Yayınları, 2 cilt bir arada, 4.baskı, İst. 2007) adlı kitabımda yer alan kimi efsaneleri, bir romanın içinde bulmak ve roman kahramanlarının ağzından yeniden dinlemek, benim için heyecan verici oldu. Tıpkı 1997 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın, bu kitabımdan uyarlayarak sahneledikleri “Silvanlı Kadınlar” oyununun galasında duyduğum heyecan gibiydi. Gerçi o kırık bir heyecandı, çünkü kitabım oyunlaştırılırken benden izin alınmamış ve adım anılmamıştı. Kitabımın oyunlaştırıldığını basından öğrenmiştim. Görmezden gelinen emeğimi ve telif hakkımı ancak açtığım dava sonucu, yedi yıllık bir mahkeme süreci sonunda elde edebilmiştim. Bu roman çıktığında da kimi okurlardan gelen, “Sizin bazı efsaneleriniz, kitaptaki kahramanların ağzından yeniden aktarılmış” uyarısı sonucu, kitabı elime aldığımda hızla taradım ve aradığım açıklamayı, 29. sayfada buldum. Özcan, tanıdığım kadarıyla kendisinden beklediğim namuslu insanyazar olma özelliğini göstermiş ve eserimden söz etmişti. Zaten bu araştırmaları yapmamın ve kitaplaştırmamın birçok amacının yanı sıra, bir amacı da bu halk anlatılarının opera, bale, müzik, resim, heykel, tiyatro, roman gibi çağdaş sanatlara kaynaklık etmesidir. Ama izin alınması, kaynak gösterilmesi ve yukarıdaki tiyatro örneğinde olduğu gibi, yağmalanmaması koşuluyla elbette… Çünkü ben bu kitabımda ve bu alandaki bütün öteki kitaplarımda, her anlatının tek tek “nüfus kâğıdını” veriyorum. Öyleyse bu sorun ve bu beklenti yasal haktan da öte, etik bir hak olarak ortada öylece durup durmalıdır… Sonra bu yazının yazılışı, tıpkı romanın giriş cümlesi olan “Hayat rastlantılara açık, hayat olmadık şeylere gebe” anlatımında olduğu gibi gerçekleşti ve bir gün Özcan, cep telefonumdan beni arayıp “Rahatsız ettim, cep telefonumdaki kayıtlı numaranıza yanlışlıkla dokundum galiba, ama ne iyi oldu sesinizi duydum “ dedi ve söz romana geldi elbette. “Adınızdan ve eserinizden söz ettim romanda gördünüz mü” diye ekledi. Sonra ben ona, Varşova Üniversitesi’nde çalışırken tanık olduğum ve katıldığım bir uygulamadan yani “Bir Romanın Coğrafyasında Gezintiler” etkinliğinden söz ettim. Bu kez de o heyecanlandı ve işte sonuç olarak da ortaya bu metin çıktı. yani cin size bakmaktadır. Selamlayın onu… Önünden geçtiğiniz mağaranın içinden başını uzatan güzel bir pirelik (cin), sizi içeri çağırır. Sakın girmeyin… Çünkü kendisine aşık edip, sizi esir alacaktır. Girerseniz, bir daha gerçek yeryüzünü zor görürsünüz… Karşınızda apansız beliren, bir görüp bir yitirdiğiniz, bin bir renkli parlak tüyleri olan kuş, aslında bir “kepoz”, bir “bizden iyiler”, bir “şubat karısı”, bir “karakura”dır. Şu önünüzden salınarak geçen güzel gelin de biraz önce, yalnız bırakıldığı ve başına demir çubuk konmadığı veya siyah kıldan yapılmış bir urganla yatağının etrafı çevrilmediği için, bir lohusanın ağzından çekip aldığı ciğerini, “Harafena Pınarı”na yıkamaya götüren bir “Al Karısı”ndan başka bir şey değildir. O biraz ötenizde gördüğünüz tilki oynar, farenin altınları vardır, kuşlar konuşur, minareler su içmek için pınarlara eğilir, yılanlar geceleri âşık oldukları güzel gözlü kadınların koyunlarına girerek uyurlar. Çeşmelerin, kaynakların suları çeşitli hastalıkları iyileştirir. Önünüzde iki büklüm yürüyen ihtiyar kadın, aslında bir “bilici”dir ve öleceği günü bilir. Sizinkini de bilir ama söylemez. Sakın ola siz de sormayın… Şuracıktaki küçük gölde, âşık olduğu “Yıldız Kız”ı yitirmenin acısı ve umarsızlığıyla, kendini bu göle atıp öldüren Çoban Baho’nun ruhu ürperir. İşte bu roman böylesine efsanevi bir coğrafyada geçmiştir. Şimdi bir adım daha atıp, romanda özellikle birebir yer alan efsaneler ve onların mekânları üstünde duralım. EFSANELER VE MEKÂNLARI Zaman içinde Amed, Amida, Amidi, Amid, Kara Amid, Diyarıı Bikr, Diyarı Bekir, Diyarbakır adlarını alan bu kent, efsaneye göre Yunus Peygamber’in de yardımıyla Amida adlı “bakire” bir kız tarafından kurulmuştur. Bu nedenle de daha sonraları GENEL ÖZELLİKLERİYLE “Diyarı Bikr” olmuştur. Dikkatinizi DİYARBAKIR çekerim. Buradaki şehir kurucusu bir kadındır ama bakire bir kadındır, bu Önce bu romana konu olan efsanevi nedenle de ayrıca kutsaldır. Şimdi Oscoğrafyayı, yani Diyarbakır’ı genel manlıca sözlükten “bikr”in anlamına özellikleriyle betimlemek istiyorum. bakalım: “Dokunulmamış, kızoğlan Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu kız, genç kız, bakire”. İşte bütün meAnadolu Bölgesi’nde, özellikle de Disele burada. Törelerinde, değer yargıyarbakır’da efsanelerle yaşam öylesine larında, ahlak anlayışlarında bikrin bu iç içedir ki, efsane nerede biter gerçek kadar önemli olduğu, daha doğrusu nerede başlar, çoğu zaman bunu pek bir bakıma her şey olduğu, bu uğurda ayırt edemezsiniz. Bu saptamayı biricanların hiç göz kırpılmadan harcanlerinden duymadım, bir yerlerden de dığı, dokunulanın ve dokunanın, özelokumadım. Biliyorum. Çünkü iki ciltlikle de dokunulanın bu eylemi canıylik “Diyarbakır Efsaneleri” kitabımı la ödediği bir toplumun kentini de elhazırlarken, araştırma alanım olan Dibetteki bir bakire kurmalıydı. Her yarbakır’ın ilçe, köy ve mezralarında türlü cinselliğin yasakayıpgünah üçyaklaşık sekiz yıl süren bir alan araşgeniyle kuşatıldığı, genellikle her zatırması yaptım. Bölge insanıyla, onlaman ama özellikle de regl dönemlerın sözlü halk anlatılarıyla ve özellikle rinde kadınların kirlimundar sayıldıde efsanelerle iç içe yaşadım. Bu yıllar, ğı, onlardan, bir adım daha ötesi bu belki bazı yönlerden yaşamımın en şeytanlardan ki, efsanelerde yer alan zorlu, en acılı ama en anlamlı, en düşcinlerin hemen hepsi kadındır ve kösel, en renkli, insan gerçeğine, katıksız tülük yaparlaruzak durulması gerekçıkarsız insansal sıcaklığa, sevgiye, tiği “öğretilmiş bir gerçeklik, bir yarcoşkuya en çok yaklaştığım yıllardı. gı” olarak ortada öylece durup durOrada efsane kahramanlarının nasıl maktayken, başka türlüsü de olamazyaratıldığına, destanların hangi koşuldı zaten. larda oluştuğuna, insanı yüreğinden Yazar 35. sayfada, etnik köken soruvuran ağıtların hangi acılardan süzülenunu sorgulamaya ve taksi sürücüsürek, sese ve söze dönüştüğüne tanık ne söylettiği “önemli olan inoldum. Derleme çalışmalasan olmak” söylemiyle de, bir rımın ikinci yılına doğru, ölçüde de olsa tartışmaya açıyöre halkı tarafından iyice yor. Bu çeşitliliğin en yoğun yakabul görüp, giderek de şandığı yerlerden birisi de Dibölge halkının deyişiyle onyarbakır şüphesiz. Ben oradaki ların “Kej Hacei Dengbej”i insanların vaktiyle birbirlerini yani “Destancı Sarı Hoca”sı sorgulamadan ve dışlamadan, olduktan sonra ise bu efsanhayatın doğal akışı içinde öyleevi dünyayı, bütün gizleriyle ce yaşayıp gittiklerine tanık olbirlikte yaşama olanağı buldum. dum. Sonradan kana bulanışını O bölgede gezerken siz acıyla izlediğim bu çeşitliliği, 7 herhangi bir dağda, ovada, Aralık 1993 tarihli Cumhuriyet yolda kısacası yeryüzünün gazetesinde yayımlanan “Vay herhangi sıradan bir yerinde Limin” başlıklı köşe yazım yeyürüdüğünüzü sanırsınız. terince anlatıyor sanırım. Şöyle Oysa biraz dikkatle bakarsaki: Diyarbakırlı şair dostum İhnız, bir kayanın üstünde kasan Fikret Biçici, Diyarbakır barık dağınık saçlarıyla, için yazdığı “Vay Limin” şiiriayaklarının parmakları arkanin bir bölümünde şöyle diyor: da, topukları önde, kocaman memelerini omuzlarına Özcan Karabulut, 2009 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü Şişli Belediye Başka “Şimdi mahalleler yastadır, ¥ sokaklar kan revan/ Sen atmış, dev gibi bir pirabok, nı Mustafa Sarıgül’den alırken. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1008 Ö SAYFA 16