Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Fatih Atila ile ‘Dargeçit’ üzerine Barış ve eşitliğe susamış bir coğrafyanın romanı Fatih Atila, Sıvas toplu kıyımının romanı 'Ölü Canlar'dan sonra yine polisiye tadında bir ortaçağ şövalye romanı 'Dargeçit' ile çıktı okuyucunun karşısına. Atila ile romanını konuştuk. Ë İbrahim BERKSOY lk romanınız “Akdeniz’in Kıyısında”yı 1987’de ODTÜ’de öğrenciyken yayımlamıştınız. Fethi Naci, bu romanını “nicedir beklediğim romanın habercisi” diye nitelemiş, ünlü seçkisi “Yüzyılın Yüz Romanı” kitabına almıştı. Ardından 1998’de “Alaturka Rapsodi”, 2003’te de “Ölü Canlar” yayımlandı. Sıvas kırımına farklı bir bakış açısı getiren Ölü Canlar, eleştirmenlerce ilgiyle karşılandı. Şimdi de dördüncü romanınız “Dargeçit” çıktı. 87’den bugüne 20 yılı aşkın bir süre ve dört roman… Yaşadıklarınızdan ve yazdıklarınızdan yola çıkarak edebiyat ortamı üzerine neler söylemek istersiniz? Son 40 yılın kırılmaları hepimizi yaşamımızı, eğilimlerimizi, ideallerimizi etkiledi, onlara şekil verdi. İlköğretim yıllarında resimle neredeyse profesyonelce uğraşmış birkaç sergi açmıştım. Öğretmenlerim büyük bir ressam olacağımı söylerlerdi. 60’lı yılların sonunda politik ortam herkes gibi beni de etkiledi. Çok erken yaşta solculuktan dört arkadaşımla birlikte Yozgat'ta cezaevine düştük. Lise son sınıftaydım. Babam Yozgat’a sürülmüştü, Abbas Sayar Bozok gazetesini çıkarırdı 10 metrekarelik bir yerde. Cezaevi insan hayatında önemli bir iz bırakır. İdamlık, müebbetliklerle çevriliydi etrafımız. Tahliye olduğumuzda okuldan atıldık. Ankara’ya geldim bir arkadaşımla. Sanat hülyası bitmişti ister istemez. 12 Mart’ı Cumhuriyet yurdunda karşıladık. Sonrası neredeyse 10 yıl eve dönmedim. Kendi küçük hücremizle oradan oraya sürüklendik durduk. En önemli kırılma 12 Eylül’dü. Bu daha öncekilere benzemiyordu. Çok kökten faşist bir girişimdi, sosyal ekonomikkültürelideolojik altyapısını birlikte getirdi. Dayanışma ruhu işkence ve cinayetlerle çökertildi. Sendikaların hakları gaspedildi. Siyasal hayata yeni bir form verildi. Muhalif sol bir anlamda yok edildi. Kaçabilenler yurtdışına gitti, yakalananlar tutuklandı. Dışarda kalanlar satın alındı, sisteme entegre edildi. Biz kiniklere döndük, ideallerimiz bizi teslim olmaktan kurtardı ancak bir avuç kaldık. Edebiyat ve sanatın beslendiği toplumsal yaşam kaynakları kurudu. Bütün sanatsanatçılar içe kapandı. Birey ve bireysellik önem kazandı. “Akdeniz’in Kıyısında” böyle bir dönemde herkesin birbirini ‘polis’ sandığı bir dönemde yazıldı. Ülkemizin son işçi ya da fabrika romanıdır. Fethi Naci eşiyle birlikte büyük bir heyecanla okuduklarını söylemişti bana Gerçek Yayınları’nın yazıhanesinde. Sonra büyük bir onur verdi ve “Yüzyılın Yüz Romanı” kitabına aldı ve tarihe not düştü, fakat bu roman ne yazıkki tam olarak gün ışığına bir daha çıkamadı, zaten çatlaktan sızmış bir hüzme bırakmıştı o kadar. Bu anlamda akıntıya kürek çeken bir çizgim oldu edebiyatta. Postmoderntarihi roman evrilmesinin ve yazarın kendini roman malzemesi yapan roman türünün dışında kaldım. E.A. Poe’nun dediği gibi roman şaşırtıcı bir tür. Özel bir dokusu, mimarisi ve tarzı var. Roman yazarının hayatından bire bir roman çıkmaz. Ayrıca derme çatma bilgilerle gönderme yapılan tarihsel romanlardan da postmodern roman olmaz. Bu hayattan kaçmanın bir yolu oldu ne yazık ki. ANADOLU: SEVGİ VE HOŞGÖRÜNÜN TOPRAKLARI Akdeniz’in Kıyısında, 70’li yıllarda yükselen sınıf mücadelesinin en etkili araçlarından biri olan grev odağında kurgulanmış gerçekçi bir romandı. Alaturka Rapsodi’de, Köy Enstitüleri gerçeğinden yola çıkarak köylerden başlayan aydınlanma çabaları ve sonrası var. Ölü Canlar’da, aklı başında ve vicdan sahibi her insanı derinden yaralayan “Sıvas kırımı”na soğukkanlı bir bakış açısı sergilenmekte. Bir bakıma bu üç romanın da ortak özelliği çeşitli dönemlerde ülkemizi derinden etkilemiş temel sorunlar odağında kurgulanmış olması. Buradan yola çıkarak, “Dargeçit”in okurların önüne koyduğunuz ana sorunsalı nedir? Politik geçmişi çok yoğun biri olarak ben bu duruma “kaderim” derim. Biliyorsun ODTÜ’de felsefe okudum. Edebi derinliğin ne olduğunu, ontolojik ve epistemelojik problemlerin neler olduğunu bilirim bunları ders olarak gördüm ben. Ancak öte yandan defalarca gözaltına alınmış üç kez cezaevlerinde yatmış, başına gelmedik kalmamış, Türkiye’de neredeyse gitmedik vilayet bırakmamış biriyim. Bu coğrafyanın sert iklimi yetiştirdi beni. AdanaMersin’de iki yıl sendikacılıkla uğraştım “Akdeniz'in Kıyısında” o tecrübeden doğdu. Çocukluğum Köy Enstitüsü hikâyeleriyle geçti. Fakir Baykurt babamın yakın arkadaşıydı. “Alaturka Rapsodi” Egeli bir aileyi anlatır ve ana temalardan biridir Köy Enstitüleri. “Ölü Canlar” Sıvas Katliamı davası reisinin “Türklerin tarihinde böyle acımasız bir kıyım yoktur” cümlesinden hareketle yazıldı. Acıyı herkes biliyor, görüyor, duyuyor ama bir romancı böyle bir temayı atlayamaz. Bu hem acı hem de bir olanak verir romancıya. Egeli biri olarak “Doğu romanı” yazmak cesaret isterdi. 197577 yıllarını Doğu Anadolu’da geçirmeseydim buna cesaret edemezdim. Ferid Edgü, Şükrü Gümüş Hakkâri’de, Osman Şahin Siverek’te öğretmenlik yapmasalar bu yöreleri anlatan eserlerini büyük ihtimalle yazamazlardı. Çünkü o vahşi ve gizemli dünyadan haberleri olmazdı. 23 yaşında üniversite öğrencisi olarak dolaştım Doğu’da. Diyarbakır’da iki hafta gözaltında kaldım, işkence gördüm. Her akşam bir başka karakol hücresine atarlardı. O dönem karakollar Kale’nin giriş kapılarındaydı. Mardinkapı, Dağkapı, Urfakapı karakolu benzeri. Şimdi yerlerinde duruyorlar mı bilmiyorum. Öcalan ben ordayken Diyarbakır’a gelmişti. Sonra ayrıldım. Ve Türkiye 30 yıldır bu konuyla yatıp kalkıyor. Sorun ekonomik, sosyal ve feodalizm doğal olarak. Yeterince gelişmemiş bir ülke coğrafi olarak çok önemli ise sürekli olarak onunla oynanır. Mustafa Kemal bunu en iyi gören insandı. Halkevleri, Köy Enstitüleri eğitimde çözümdü. Toprak reformu ekonomik bir çözümdü. Meclise sevk edilmişti toprak reformu tasarısı biliyorsun. Araya II. Dünya savaşı girdi. Dargeçit’e dönersek ana sorunsal ya da tema “barış” tabii. Doğu’da çok insan öldüğünü biliyoruz. Buna rağmen bu toplum hâlâ birbirine girmemiştir. Amerika’da 10 beyaz ya da siyah, İrlanda’da 10 İngiliz ya da İrlandalı öldüremezsiniz. O ülkeleri yakarlar. Bu anlaşılmaz, hayal edilemez, düşünülemez tevekkül ve bilgeliğin önünde şapka çıkarmak gerek. Bu maya binlerce yılın ürünüdür. Anadolu insanlarını birbirine kırdırmak parçalamak bir hayaldir. Bu konuda anlaşılmaz, inanılmaz bir o kadar gizemli olanakları vardır bu toprakların. Özetlersem, bin yıllardır Anadolu insanı bir potada erimişeritilmiştir! Türk kavmi yazgısı nedeniyle bu coğrafyada – istesek de istemesek debelirleyici konumdadır. Bu coğrafya her zaman sevgi ve hoşgörüyü yeşertecek gücü tarihinin derinliklerinde bulur. Coğrafya, ulusların ve dolayısıyla insanların kaderini belirler derler. Romana adını veren Dargeçit için de bu böyle midir? Bu Napoleon Bonaparte’ın sözü. O sözü muhtemelen sıcak yaz günleri kar yağan –gerçekte o yıl öyle olmuşMoskova önlerinde Ruslara yenildiğinde söylemiştir. Latife tabii bu. Bütün Anadolu özellikle Doğu Anadolu için bu doğrudur. Hakkâri ve Tunceli’nin %5’i ekilebilir araziden oluşuyor. Tunceli ve Hakkâri’de hâlâ girilememiş kanyonlarboğazlar var. Tarihteki efsanevi “On binler’in Yürüyüşü” Zap Suyu vadisinde geçer. Birde buna derebeylik sistemini, aşiretleri ve tarikatları, dış manipülasyonları eklersen herşeyi bekleyebilirsin bu coğrafyadan. Bu anlamda bir Dargeçit’in önünde değil, içinde yaşıyoruz diyebiliriz. Dargeçit, aslında birbirinden bağımsız olarak da okunabilecek, farklı coğrafyaların odağında anlatılan dokuz bölümden oluşuyor. Romanın kurgusu üzerine okuyuculara neler söylemek istersin? Bilirsin son yüzyılda en gelişmiş, avangard sanatın resim olduğunu söylerler. Müzik ancak üç yüz yıldır notalarını kâğıda dökebildi. Roman ise yüzyılın başında İngiliz ve Amerikan romancıların sayesinde bir atak yaptı. Şu anda hâlâ bu malzemeyle yetiniyoruz. Birde buna ülkemiz romanının elli yıl geriden gelmesini eklersen teknik konusunda çok iyi olmadığımız ortadadır. Her romancı eserlerinde değişik teknikler, kurgu ve dil kullanmak ister. Bu işin gerçekte mimari tarafıdır. O, anlatılmak istenen temaya ya da öyküye en uygun form nedir? Soru budur. Diğer romanlarımda da farklı anlatım biçimleri kullandım. “Alaturka Rapsodi” bilinç akışı tekniğiyle yazıldı. “Ölü Canlar”a polisiye denebilir. Dargeçit ise karışık teknikle tasarlanmış bir coğrafya romanıdır. Yoğun karmaşık ve hikâyelerle dolu bir coğrafyanın romanı ya da resmi. Sürükleyici bir ana hikâyeden oluşan ve ‘araya giren’ kısalı uzunlu öykülerdenepisode’lardan oluşan bir roman. Biraz yadırgatıcı ama denenmemişözellikle antik tiyatroda bir durum değil. Amaç çetin bir coğrafyanın resmini çizebilmekti sanırım başarılı oldu. Her episodun ayrı bir yapı ve öyküsü olması ise okuyucunun yoğunlaşmasını gerektirmekle birlikte, bu öyküler resmi tamamlar. ? Dargeçit/ Fatih Atila/ Öncü Yayınları/ 246 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1006 İ ‘Dar Geçit, Fatih Atila’nın dördüncü romanı... SAYFA 4