Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K lkemizin azımsanmayacak kentinde “öykü günleri” düzenleniyor. Başta İzmir, Antalya olmak üzere Eskişehir, Adana, Antakya, Diyarbakır, Bursa vb. ilk usuma gelenler… Yıllar önce fırtına gibi esen Ankara Öykü Günleri’nden epeydir ses çalınmıyor kulağıma, ne oldu bilmiyorum… Ama bildiğim İstanbul’da böylesi bir etkinliğin bir türlü yaşama geçirilemediği… Demek İstanbul’da yaşayan öykücüler, bu konuda bir güç birliği oluşturup istenç gösteremiyor… Kimbilir, belki de üretebilecekleri erke için nicel açıdan kendilerini yeterli de görmüyor öykü yazarları… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Taşrada öykü... na bakarak… Örneğin geçmişte yaşamlarını ağırlıklı olarak taşrada geçiren yazarlardan Manisalı Yusuf Atılgan, Sökeli Samim Kocagöz, Yozgatlı Abbas Sayar, kısacık ömrünü Antalya’nın sınırlarından dışarı çıkmadan sürdürmüş Duran Yılmaz için taşralı öykücü mü diyeceğiz biz şimdi? Aynı şekilde İzmir’den Hasan Özkılıç, Bursa’dan Hakan Akdoğan, Mersin’den Ali F. Bilir, Adana’dan Zafer Doruk, Diyarbakır’dan Suzan Samancı, bunların yanı sıra daha pek çok yazar, bu hesapla taşralı yazarlar olarak mı kayda geçecek? Yaşamını şu günlerde İzmirlilik paydasında cilalayan Tarık Dursun K. için ne diyeceğiz acaba? Öykücülüğümüzün yaşayan en büyük adlarından biri de o değil mi? Taşrada olunsa da ülkenin en iyi ekmeği pişirilebilir yine de… Sözgelimi taşra denildiğinde Nedret Gürcan’ın anımsanmaması olası mı? Dinar’da yaşayıp kendi taşrasını evrensel düzleme çıkarabilmenin önünü açmak az buz iş değil! Ama Nedret Gürcan bunu başarmış biri işte… Buna göre taşralı öykücü kalmaktan kurtulabilmenin biricik yolu, taşranın parmakla gösterilebilecek öykücüsü olmaktan geçiyor belki de… TAŞRADA ÖYKÜ KOLONİLERİ... Ne var ki, âdeta saksılara alınıp korunaklı koşullarda serada öykü yetiştirircesine bir tutumla da karşılaşılabiliyor taşrada. Sözgelimi öykü de kaleme alan birkaç öykü tutkunu bir araya geliyor, kendi aralarında bir “öykü kolonisi” oluşturuyorlar bir biçimde… Görece dışa kapalı kalan, öykü verimlerini içbükey aynalarla yalnız kendi gerçekliklerine dayalı olarak sürdüren bir hastalıklı anlayışın taşrada hiç mi hiç göze çarpmadığı düşünülmemeli… O zaman taşra hastalığı yaygınlaşabiliyor da ne yazık ki… Taşralı öykücüler, kurdukları bu kolonilerde ölümcül bir hastalığa yakalanmışçasına birbirlerine bakarak kararıyorlar. Çokseslilikten yalıtıp kendilerini, bir açıdan kaleme aldıkları öykülerin dogmatizmine kapılarak bataklık içinde bir de betonarme bataklık kuruyorlar deyiş yerindeyse… Bir araya gelip örgütlenmek, öykü günleri düzenlemek, dergiler yayımlamak, üretilen öyküleri bir dolantı eşliğinde birbirinin elinden geçirmek kutlanacak, kutsanacak davranış kuşkusuz. Ancak bunun kendi içinde kendini boğan bir öykü vandalizminden arındırılmış erkeyle örtüştürülmesi de o kadar zorunlu! Demem o ki, öykü kolonileri kurulmaz değil, ama bunlar çokseslilik ilkesine bağlı dışa açık erke üretebilmeli yine de sürekli… Bu çerçevede çeşitli izlenimlere dayanarak yuvarlamayla söylemiş olayım; Anadolu’nun çeşitli kentlerine dağılmış, koloniler kurmuş veya tek başlarına, peşlerinde taşra yalnızlıklarını sürükleyen bin dolayında bir öykücü varlığı olduğu kestirilebilirmiş gibi geliyor bana… Binin üzerine çıkabilir, ama binin altına ineceğini sanmıyorum sayının. Salt bu veri bile, taşrada üretilen öykü erkesinin ne boyutta olduğunu ele veriyor. Ama bu erke Türkiye’deki genel öykü erkesine ne ölçüde eklemleniyor, diyelim İstanbul’un simgelediği öykü entelijansiyasıyla ne ölçüde içli dışlı olabiliyor; burası belirsizliklerle örülü ne yazık ki… İşte size bir avuç öykü yazarı, kitaplarıy Ü Yukarıda saydığım kentlerde yaşayanlar başta olmak üzere İstanbul dışındaki öykücülerin sayısı ise ciddi bir toplama varıyor denebilir. Peki İstanbul’a göre bu kentler Türkiye’nin taşrası değil mi? Öykü sanatı, taşrada kendini daha belirgin mi gösteriyor bu durumda? Sahi, taşrada öykü ne âlemde? Nasrettin Hocaya sormuşlar; “Dünyanın merkezi neresi?” Hoca duraksamadan yapıştırmış yanıtı: “Ayağımı bastığım yer…” Olmazlanıp karşı çıkmış çevresindekiler: “Hadi canım, nereden belli?” Hocanın, dünya durdukça ağırlığını koruyacak o müthiş yanıtı unutulabilir mi? “İnanmazsanız ölçün!” Taşra olgusunun en güçlü belirleyeni bu bence: dıştan dayatılan dogmatik, buyurgan, teksesli yapıya körü körüne katılıp kendi atgözlüğüyle yaşamak! Böyle olunca taşralılığa tehlikeli bir hastalık gözüyle de bakılabilir sanıyorum… Ama ne gam, insan mikroplu ortamlarda, salgınların sürdüğü bir dünyada yaşamıyor mu? Öyleyse bir öykücü için taşra yaşanmaz yer değil, yeter ki kendini koruyabilsin, taşralılığa karşı modern erkeler üreterek ona karşı çıkabilsin kişi! O zaman taşrada yaşandığı halde öykücü kalınabilir, taşra ortamında öykü yazılabilir, giderek çok güçlü örnekler verilerek taşralılığın öyküsü bile kaleme alınabilir… TAŞRADA YAZMAK... Taşra, durgun, koyu bir su… Ağır kokular salan, çürümüş, bulanıp bataklığa dönüşmüş, ötesinde irin yaymaya koyulmuş duruk bir göl… Ya da karantina altında bir ada… Okyanuslar ortasında, nereye gideceği belirsiz, savrultularla boğuşurken kendine yol, yön bulmaya çabalayan hasarlı bir tekne… Ya taşralı kim? Böyle bir taşradan artık sağlam insan çıkabilir mi dersiniz? Benzi solmuş, ruhları üşümüş, sırtları hırka görse bile sevgisiz, şefkatsiz kalmış bir dolu insan değil mi “taşralı” dediklerimizin tümü de? Bu yüzden yazının, tiyatroyla sinemanın baştan bu yana vazgeçemediği bir izlek alanı aynı zamanda. Çünkü taşra, kendi SAYFA 20 kendini yok eden, bu arada kendini, insanını yok ederken sanat için alüvyonal ortam var eden bir olgu aynı zamanda… Dünya öykücülüğünün büyük ustaları Çehov’u, Maupassant’ı, Mansfield’i düşünün, ne büyük, ne görkemli taşra öyküleri çıkardıklarını onların… Üstelik sürdürdükleri yaşam deneyimleri eşliğinde taşranın mikrobunu almadan, tersine bu hastalığı önlemek için birer öykücü olarak toplum hekimliği yaparak taşrada kaldıklarını… Ya bizde?… Taşrayı yazmayan öykücü var mıdır, varsa hepi topu kaç öykücüdür? Bırakalım öyküyü, romancılığımız, oyun yazarlığımız da taşranın çarpıcı açılımlarını gözler önüne sermez mi? Ad vermek gereksiz, ama yazınımız için de temel dinamo görevi üstlenmiş bir alandır diyebiliriz taşra için… O halde taşrada yaşamak, taşrada üretmek, ille taşralı olmak anlamına gelmiyor… Kimbilir, gizli, ağır yaralı ya da özürlü bir halde sürdürmek zorunda kalabilir taşrada yaşamını belki yazar. Onulmaz bir hastalığa tutulmuşçasına içine kapanabilir, ancak yine de taşrayı yazıp öyküleyerek dışına çıkabilir bu cehennemin yazar… Bunun pek çok örneği var, gerek bizim yazınımızda gerekse ellerin yazınında. Bir tek örnek vermekle yetineyim, o da felsefeden olsun… Kant, köyünden dışarı çıkmadığı halde aklın kategorileri üzerine geliştirdiği görüşlerini kendi taşrasında yapılandırmadı mı? Bir de insanın “kendi taşrası” var; en çok yazarlar, sanatçılar için gerekli olan bir taşra belki bu… İçinde somut olarak yaşanıldığı halde taşra hastalığına yakalanmadan soyutlayım olarak o taşrayı kendi dinamosuna dönüştürmekten söz ediyorum burada… Pek çok büyük yazarın yaptığı da bu değil mi? Yalnızlığından kalkarak kendi taşrasını yaratmak ya da taşradaki yaşamını yalnızlığın beslediği bir yazarlık kozasına dönüştürmek… Demek taşra, her zaman kötü bir anımsayış olarak alınmamalı! Önlemi elden bırakmamak koşuluyla elbette… TAŞRALI ÖYKÜCÜ, TAŞRANIN ÖYKÜCÜSÜ... Taşrada yaşamayı, ille bunun dışında bir yazınsal yaratıyla genişleterek dengelemek gerekmiyor… Taşra olgusunun yazınsal izlek olarak tek başına önemli bir damar olduğu göz ardı edilebilir mi? Büyük kentlerde, hele de büyük büyük kentlerde, sözgelimi İstanbul’da ya da Paris’te, öteki anakaraların baş döndürücü kentlerinde yaşayan yazarlar bile yaşadıkları bu kentkıtalarda kendi taşralarını kurmaya, koruyup sürdürmeye çabalarken… İş, taşrayı bataklığa dönüştürmemek, her dem akarsu halinde tutmak onu… Çöle çevirmemek, her dem bir vaha yaratabilmek o susuzluğun ortasında… O zaman taşra, sıkıntı üreten bir yürekbeyin törpüsü olmaktan çıkacak, nadasta bin yıl dinlenmiş toprağa dönüşecektir kuşkusuz; yazınsal tarlanın sürülüp ekilip verime dönüştürüleceği bir bereket teknesine… Bu açıdan bakıldığında, herhangi taşralılık hastalığı yansıtmadıkça bir yazara “taşralı” damgası yapıştırılması olanaksızdır herhalde… O zaman taşrada yaşayan bir öykücü, “taşranın öykücüsü” veya “taşrayı en iyi öyküleyen yazar” olarak, yaşamını diyelim büyük kentte sürdüren pek çok yazara oranla aslında çok daha fazla olanağa sahip olduğunu göz önünde bulundurup sevinebilmeli kendi konumu la birlikte taşraya dağılmış olan… Devrek’te yaşayan, daha önce şiir kitaplarından, yayımladığı Şehir dergisinden tanıdığımız İbrahim Tığ’ın Karabayır (Ekin, 2005), yaşamını Bursa’da sürdüren Serap Gökalp’ten Astak Kum Saatinde Akarken (Sistem, 2002), Eskişehir’de bir öykü günleri düzenlemek için canını dişine takarak yaşayan İlkay Noylan’dan Dokunuşlar (Kanguru, 2007), Selçuk’ta yaşayan, bu arada yaptığı tiyatroyla kent kent gezinen Hasan Öztürk’ten Çürüme (Kültür Bakanlığı, 1999), büyük kentlerden kendini Datça’ya atmış, artık orada yaşayan Emine M. Azboz’dan Beni Karım Yarattı (Güldikeni, 2001), Antalya’da aynı zamanda resim yaparak yaşayan Hatice Oya Kuzgun’dan Ödünç Umutlar (Akdeniz, 2006), Gaziantep’le didişen Nesrin Özyaycı’dan Alleben’de Boğulmak (Kum, 2005)… Bunlar seçicilik yansıtmadan, öylece ayırıverdiğim bir tutam örnek, o kadar… Azboz’la Kuzgun’un yayımladığı ikinci öykü kitapları, son günlerde Gökalp de onlara katıldı Kulak Misafiri (Pupa, 2009) ile. Ötekiler ilk öykü kitaplarıyla selamlıyor okuru. Andığım bu yazarlar taşrayı, bir başka yanlarıyla boyutlayıp bunu genişleterek ürettikleri öyküleriyle buluşturuyor bizi. Biz bunları okurken diyelim, evden çıkıp giden anneyi ertesi gün dere kıyısında ölü bulan adamı, ölü yıkayıcı imamla evlendirildikten sonra durmadan çamaşır yıkadığı halde, bedenine dokunan o elin izini, evdeki ölü kokusunu çıkaramadığı için kendini asan on beş yaşındaki taze gelini, küçücük bir Ege kentinde incik boncuk satarak yaşayan, bu arada bir gençlik aşkına kapılarak sevgilisinden olan çocuğu, yaşadığı onca sıkıntıya karşın büyüten bir emekçi kadını tanıyor, daha kimlerin nelerle sürdürdüğü yaşamın gizlerine eriyoruz… Peki bu öykücüler tanınmayı, okunmayı hiç mi hak etmiyor taşrada yaşadıkları için? Hep taşrada yaşayan, taşralı öykücüler olarak mı kalmak zorunda bu yazarlar? Kim okuyacak bu öykücüleri, kimler üzerinde yazacak, kimler aralarında bir erke hattı kuracak bunlarla, evet kimler, bunlar da bizim yazarlarımız diye ayak direyecek? Kim ses verecek bunlara? Yoksa taşrada yaşamanın bedelini mi ödeteceğiz bu yazarlara? Düşlerinizi, öykülerinizi alıp gidin buralardan mı diyeceğiz kendilerine? İbrahim Tığ, Serap Gökalp, İlkay Noylan, Hasan Öztürk, Emine M. Azboz, Hatice Oya Kuzgun, Nesrin Özyaycı sizler ne düşünüyorsunuz? Sonra Anadolu’ya dağılmış yüzlerce öykücü, ya sizler?…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1006