29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ataol Behramoğlu’na armağan kitap Behramoğlu hayatı dokuyor en sade renklerle... Ataol Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler. Gerçeğin ‘temsiliyet’ sorunu, onda bir ‘sorun’ olmaktan çıkar; toplumsal ya da bireysel olgular, gerçeklikler, ‘tarih’ kendi iç gerekirlilikleri, yapıları ve bağıntıları içinde sadece boyut değiştirir, kişiselleşir, derinleşir, arınarak, yalınlaşarak, güzelleşerek, etkileyerek. biyatın vazgeçilmezleri de değildir. ‘İzm’ler bir anlamda dünya görüşü’her zaman sanatın/ edebiyatın ‘yumuşak karnı’ olmuştur. Victor Hugo’yu büyük kılan romantikliği değildir; Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé simgeci; Nâzım Hikmet, Mayakovski, Neruda da toplumcu oldukları için büyük değildir. Çünkü, gerçek (otantik) sanatçılara, yazarlara ‘kalıp’lar her zaman dar gelir; deha, yaratıcı güç, yani kendine özgülük, kendilik, kişilik ‘kural’ ve ‘kalıp’lardan taşan şeydir. Yapıtı tam da bu noktada aramanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ataol Behramoğlu’nun şiirini önemli kılan toplumculuğu mudur? Bence hayır! Tüm doğallığı, içtenliği ve yalınlığı içinde hayatla, somut hayat olgularıyla kurulan ilişki olarak nitelendirebileceğimiz toplumsallığı, Behramoğlu’nun şiirinde öncelikle okurla kurulan bir ‘ön alan’, bir yakınlık bağı ilişkisi olarak görmek abartılı olmaz; bu durum, kuşkusuz onun dünya görüşünün de bir gereğidir. Ancak şiiri, dünyayı, eşyayı, insanı algılamada getirdiği geniş olanaklara karşın ‘toplumcu içerik’le sınırlı alanda değil, başka yerde aramak gerekir. Nitekim, bu ‘ön alan’ ya da ‘araf’ yerinde durmaz Behramoğlu’nun şiiri. Çünkü, burada, tam da bu sınırlar içinde, onu, bir şair için katlanılmaz ceza olan ‘slogan’ ve ‘düzyazı’ beklemektedir. Gerçekten de ‘toplumcu şiir’in en ‘iflah olmaz’ yanı buradadır; fikir, içerik, çoğu zaman şiiri ezer, araçsallaştırır. Behramoğlu’nun ‘mekanik toplumculuk’ diyerek haklı olarak karşı çıktığı ve içi önceden doldurulmuş kavramlarla örülmüş ‘diyalektik’ karşıtı bir anlayıştır bu. Ne yazık ki, şiirimizin son altmış yılında bu yönelimin örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Behramoğlu’nun şiiri hayata açılan kapılardır: “Kulağı bütün tıkırtılarda/ Ve gözleri ardına kadar açık/ Ama sanki en çok/ Kendi içini dinleyen”(1) bir şiirdir bütün insanlıkta; “Dünya nasıl doğru dürüst bir dünya olabilir? Aşkı, dostluğu, çocukçu saflığı nasıl korumalı? Adalet, eşitlik, özgürlük düşlerinin gerçeğe dönüşmesi bu kadar mı güçtür? Nasıl yapmalı, nasıl yaşamalı ki, yaşam yaşanmaya değer bir şey olsun?”(2) sorularıyla iç içe. Ancak, güçlü çekinceler koyar yine de şiir adına; toplumsal, insancıl sorunları özgürlük, kardeşlik, dayanışma, insanlık onuru ve saygınlığı, keyfiliğe, Ë Kemal ÖZMEN (*) “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına, Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” Ataol Behramoğlu enel olarak şiir, şiir dili üzerine yazarken, kendi şiiri ve şiir estetiğinden en fazla söz eden şairlerin başında gelir Ataol Behramoğlu. Yazarların ve şairlerin farklı yazınsal türlerde ürettikleri metinlerle yetinmeyip, doğrudan kendi yazın estetiklerini, poetikalarını ve buna bağlı olarak dünya görüşlerini, yazınsal kurgu tekniklerini, dildünya, dilhayat, diltoplum, dildüşünce, dilgerçeklik ilişkileri üzerine düşüncelerini anlatışını hep ilginç bulmuşumdur. Kuşkusuz, bu kaygının yazar ve şair açısından nedenleri çeşitlidir; kendi metinlerinin ‘doğru’ anlaşılması; sanatsal ve düşünsel ‘duruş’larını açıklama ya da savunma gereksinimi, sanatçı ile aydın sorumluluğu, sanatsal/ düşünsel bir etkinlik ortaya koyma isteği, kendi üretimini, düşüncelerini paylaşma duygusu ya da tüm bu gerekçelerin dışında, sırf “Meraklısı İçin Notlar” yazma, vb. nedenler sayılabilir. Yazar ve şair açısından ‘doğal’ sayılabilecek bu kaygıların okur ve eleştirmen açısından ne ifade ettiği konusu bilgilendirme kaygısı dışında özellikle iki noktada önem kazanır. Birincisi, yazarın ya da şairin kuramsal anlamda kendi yazın estetiği konusunda söylediklerinin uygulamada, metin veya yapıt düzeyinde G ne derece doğrulanabildiği; ikincisi de, bu tür ‘açıklayıcı’ bilgilerin daha baştan okura bir ‘sınır’ çizip çizmediği konusudur. Şurası bir gerçek ki, metin üretildiği andan itibaren yazarından bağımsızlaşır. Yazarın metnine kattığı anlam, biçem, metnin bir kez yaratılıp da ‘bitmiş’ özellikleri değildir. Okur ve eleştirmen, metni çoğunlukla yazarın sunduğundan ‘farklı’ biçimde alımlar, yeniden üretir. Bakış açıları çoğaldıkça metin de çoğullaşır. Kuşkusuz, sanat yapıtının da en temel niteliğidir bu. Ataol Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini de bu çerçevede görmek gerekir kanısındayım. Ben, kendi payıma, 1960’lı yılların sonundan itibaren, Behramoğlu’nun yaklaşık kırk yıl içinde şiir, Türk şiiri, dünya şiiri ve kendi şiiri üzerine yazdıklarını, kendi içinde tutarlı kimi tespitlerini tartışmalı bulsam da öğretici, bilgilendirici, çözümleyici bir bütünlük olarak görmüş ve onlardan çok yararlanmışımdır. Ancak bu yazıda, yukarda sözünü ettiğim ‘kuramsal görüşmetin/ şiir ilişkisi’ ve okurun/ eleştirmenin özgürlüğü ve özerkliği açısından, Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini tartışmaktan çok, şiirinin bir okur/ eleştirmen olarak bendeki yerinden söz etmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim. MEKANİK TOPLUMCULUĞA DİRENİŞ Genel anlamda sanatın, edebiyatın, özel anlamda şiirin, yaratıcılık, kurgusallık ve estetik kaygıların dışında, bireycilik, toplumculuk, soyutçuluk, gerçekçilik gibi nitelemeler ya da ‘izm’lerle etiketlenerek değerlendirilmesine başından beri yakın durmamışımdır. Dönem, maddi koşullar, kültürel coğrafya, mizaç, dünya görüşü, ideoloji önemsizdir denemez kuşkusuz, ancak sanatın/ ede sömürüye, baskıya direnme, aşk, yalnızlık, ölüm, vb. konular şiir konusu yapmanın, yazılanı her zaman şiir kılmadığına yazılarıyla, denemeleriyle tanıklık eder durur. Ona göre, ölçüt tektir ve bunda da haksız sayılmaz; “İçten ve dürüst olmak ve özgürce aramak”(3); yani, kendi olmak, kendi kalmak, kendi dilini konuşmak “toplumsal”ın içinde. Bu açıdan, onda ‘toplumsal’, ne ideolojik bir saplantı, ne ‘şiirsel dekor’, ne de ‘bireysel ben’i yutan; ‘bireysel ben’in, içinde eriyip yok olduğu bir ana örgendir; olduğu şeyin, bireysel varlığının, kişiselliğinin bir boyutudur, daha doğrusu temel boyutudur: “Dostları özlemle kucaklamayı unutma/ Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma/ En zorlu anındayken bile kavganın/ Gökyüzüne bakmayı unutma”(4); “dostlar”, “kavga” toplumsalsa, “gökyüzüne bakma”, bir “parça” olarak “büyük bütünde” görmektir kendini. Behramoğlu, şiirini doğrudan hayatın kendisinden çıkarır, tıpkı Baudelaire’in kendi şiirini “dünyanın çamuru”ndan çıkarması gibi: bu nedenle, bu şiir doğrudan hayattan gözlemlenen olguların, hayattan gelen etkilerin, izlenimlerin niteliğine göre lirik, epik, didaktik, ironik, felsefi, vb. söylemlere açıktır. Hayatın içerdiği olağanüstü çeşitlilik, ayrıntı, karmaşa, karşıtlık, derinlik, değişkenlik, süreklilik, akıcılık, kopuşlar, birleşmeler, tüm bu “organik süreç” içinde Behramoğlu’nun hayatla kurduğu bire bir ilişki, içinde yaşanılan toplumsal tarihin olduğu kadar, kendi kişisel tarihinin de dinamiklerini, dahası diyalektiğini ele verir: “Hayatın şarkısını söylüyorum/ Uçsuz bucaksız hayatın/ Tarihin sayfalarında tekrar eden/ Kendi hayatımın tarihinin/ Her hayatın bir tarihi vardır/ Kısa uzun sıradan ya da görkemli/ Ama hepsi de ufalanan kaderlerdir/ Bir yerde her şey eşitlenir/ Toz zerrelerine dönüşerek/ Ve toz da parçalandığında/ Geriye kalan hiçlikten başka nedir/ Öyleyse her şey hiçbir şeydir/ Ya da hiçbir şey her şey”(5). Konuşan Behramoğlu değil de “Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez” diyen Marcus Aurelius’tur sanki. Bu bağlamda, denebilir ki bu şiir, felsefi, ironik ara tonları saymazsak iki temel eksen üzerine kurulur: “Epik” ve “lirik.” İnsanüstü, doğaüstü nitelikleriyle değil, akli, düşünsel boyutlarıyla öne çıkan “epik söylem”, direniş, eylem, değiştirme, dönüştürme, yani tüm bir “oluş”, bir “duruş”, bir “karşı duruş” stratejisine dayanır. Doğası gereği dışa dönük, insancıl ve toplumsal olan bu söylem insanı ve onun direniş gücünü kutsadığı için ‘trajik’ olanı dışlar. Bu anlamda, Behramoğlu’nda epikin, insan olma onuru ve saygınlığı ile hayatı yücelten yönüyle Corneille ile Malraux arasında bir yerlerde durduğu söylenebilir. Behramoğlu, “epik”i fazlaca “kurgusal” bulsa da; hayatın toplumsal ve bireysel düzlemde dinamik bir süreç ve insanın da bu süreç içinde “eylemlerinin” bir sonucu olduğu düşünülürse, sanıldığının tersine ‘epik’in bir ‘dip akıntısı’ gibi derinden derine şiirinin içeriğini olduğu kadar, söylemini, edasını, tonlamasını belirlediği görülecektir. Doğası gereği anlatıya, öykülemeye ve betimlemeye dönük epik biçemin düzyazıya çok yakın durduğu, bu nedenle de şiiri düzyazılaştırma riskini hep taşıdığı bilinen bir olgudur. Behramoğlu bu tehlikenin farkındadır: Destansı söylemin çizgisel öykülemeciliğini yalın ve güçlü bir lirik ¥ söylemle kaynaştırır: “Yağmurlar SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1035
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle