25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K öplüğün Generali (Can, 2009) adlı son romanıyla Oya Baydar, beni oldukça şaşırttı diyebilirim. Neden? Henüz üzerinde yazma fırsatı bulamadığım Kayıp Söz’ün (Can, 2007) yayımlanışı ardından iki yıl geçmediği halde yeni bir romanla çıkageldiği için mi? Her iki romanında da güncelliğin baskısını yoğun biçimde duyumsamış bir yazarın telaşını, evecenliğini yansıttığı için mi? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA yaklaşımla bunu neden böyle verimlediğini soramaz ona, ancak yazdıklarından kalkarak yapıtı çözümlemeye girişebilir, sonra da öne sürüşlerini serimler onun yalnızca… Her ne kadar romanın yazarı, bunları kendi romanındaki kişilerin karakter yapılandırması, roman için gerekli kimi işlevsel ayrıntı notları bağlamında alıyorsa da, onun bu yöndeki eleştirel tutumu, romandaki yarılmanın önüne geçemiyor yine de. Birkaç örnek vereyim: “…Okura, ‘bu kadar da olmaz’, dedirtecek bir inandırıcılık sorunu çıkmamalı. Ne garip! Gerçeğin kendisi kurgularken daha az inandırıcı olabiliyor.” (76); “Tanrı yazarlık sıktı artık.” (126) “Haber gazetede aynen böyle verilmişti. Romanda yazınca aşırı kaçıyor, inandırıcılığını yitiriyor.” (136) vb. Kaldı ki “Çöplüğün Generali”nin yazarı, “birkaç eleştirmen vıdı vıdı etse de okurların (romanı) nasıl olsa beğeneceklerini biliyordu”r. (148) Belki tam da bu nedenle roman taslağında şu notu düşmekten kendini alamaz: “Böyle olması metnin edebi gücünü azaltacak, alegorik anlatımı zayıflatacak, belgesel bir metin çağrıştıracak kaygısını taşıyorum.” (155) Ancak şu var ki, taslak romanda anlatılanlar, gündelik gazetelerde yer alabilecek türden birer röportajanlatı halinde kalıyor. Baydar, Kayıp Söz’de de belki bile isteye, ama ille de okuru bir biçimde uyarmaya, aydınlatmaya, onun ufkunu genişletmeye dönük çabasıyla böylesi gündelik iletişim diline görece teslim olmuş, sonuçta roman içinde işlevsel bağları zorunluluk ilmeğinden geçirilmeden orta yerde kalakalmış, her biri bağımsız öykücüklerden oluşan bir anlatıya dönüşmüştü… Güncellikle yazınsallığın yol ayrımında... roman sanatı için kapsayıcı dil mantığı ile örülü olması kaçınılmaz bir olgu. Zanaatların yararı hedefleyen işlevciliği yanında demek sanatlar kendini zaman aşırı özellikte, evrensel temelde koyuyor ortaya. Halk romanları yazılmaz değil; polisiye, tarihsel, uçucu, köpüksü, aşk, şu bu… Ancak bunların tefrika anlayışına ya da tüketime dayalı romanlar olarak kalacağı, hiçbirinin alımlamalık yapıta dönüşemeyeceği hiçbir zaman göz ardı edilmemeli bu durumda. Şu da var; yazarların kendi yeğleyişine bağlı bir yöneliş bu. Daha doğrusu yazar, romanı nasıl yazmayı düşlemişse, verimleme isteğini nasıl içselleştirmişse ürününü de bu anlayış doğrultusunda yapılandıracak demektir. Sözgelimi siyasal romanlar da bunlardan hangisine göre kaleme alınmışsa bu doğrultuda yapılanmıyor mu? Eğer yazar, anlatımcılığı yeğleyip ille okura bir şeyler söylemeye çalışıyorsa, söylemi sanatın önünde duran, onu örten, giderek yok eden bir yan taşıyor, sonunda tüketmelik bir roman verimlemiş oluyor ister istemez. Böyle yaptığında yazar, yapıtının kesinlikle alımlamalık roman düzeyine çıkamayacağını peşin peşin kabul etmek zorunda o halde. Bunca sözün ardından, siyasal romanımızın önemli adı Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali adlı yapıtına yeniden bakmaya çalışalım. Ç Kuşkusuz bunların da etkisi var şaşkınlık yaşamamda, ama bana öyle geliyor ki, asıl şaşırtıcı yan, Çöplüğün Generali’nde gözlenen iki uçlu evrenin, romanda yaşanan “büyük patlama”yla birlikte, güzelduyusal planda da tam bir yarılma yansıtmış olmasında… Çöplüğün Generali, bir bilimkurgu romanı. Günümüzden onlarca yıl sonra geçiyor. (Kimileyin kırk elli, kimileyin altmış yetmiş yıl sonra; yazar bunu özellikle bulanık bırakıyor.) Yine yazarın deyişiyle “on yıllar önce” yaşanan büyük patlamanın ardından kent yeni bir alana taşınmıştır. Söz konusu patlamaya, kimilerinin marifetiyle kenti havadan, karadan, denizden kuşatmış olan cephane, mühimmat, mermi yol açmıştır aslında. Oluşturulan cephanelikler, erki ellerinde tutanlarca gizlilik içinde yürütülmüştür. Ne var ki olayın üzerinden ancak “ikiüç kuşak” geçtiği halde (“eninde sonunda iki kuşak öncesi bir iş bu” [181]) bunu kimse anımsamamakta, tek bir merkezden çıktığı, yayıldığı kuşkusu uyandıran bir büyük depremden söz edilmektedir yalnızca. (“Unutmak hatırlamaktan zordur.” [118]) Bir psikiyatricinin rastlantıyla yolunu yitirmesi, bu yadırgatıcı olayı araştırmaya girişmesiyle başlayan, jeolog, gazeteci iki arkadaşının kendisine verdiği destekle gelişen süreçte bambaşka olaylarla karşılaşacaktır üçlü. Bu arada söz konusu dönemde ortadan kaybolmuş ünlü bir yazarın bulunamayan romanına da ulaşacaktır. Yapıt, adını bu yitik romandan almıştır zaten: “Çöplüğün Generali”. Bütün bu unutkanlıkların, anımsayamayışların nedeni yine o yıllarda bulgulanan, “3 M” (üç maymun) adının verildiği bireysel, toplumsal bellek yitimine yol açan yapay virüstür. Kentliler, kent suyuna karıştırılarak kendilerine bulaştırılan böylesi bir beyin hastalığına uğratılmıştır. Ancak virüsün etkilemediği insanlar da olacaktır her şeye karşın. Üç beş satırla bu şekilde özetlenebilecek böylesi bir romanı şaşkınlıkla karşılamaya kimin ne hakkı olabilir? ALIMLAMALIK ROMANDA YAZINSALLIK... Çöplüğün Generali, geriye dönüşle yapılandırılıyor. Yazar, bize aralarında on yıllar bulunan iki farklı anlatı düzlemi sunuyor: 1. Roman zamanı 205070’ler olarak kestirilebilecek bir dönemde, bilinmeyen bir ülkede yaşayan psikiyatricinin özöyküsel anlatımı, 2. Bu tarihten 40 ile 70 yıl öncesinde yaşanan bir dönemde, ortadan kaybolduğu günün gazete haberlerine de yansımış bulunan bir yazarın roman dosyasındaki elöyküsel anlatım. Yapıtta romanın oylum olarak ilk 9 sayfası (Kitapta 7 15. sayfalar arası) ile son 100 sayfası (156257. sayfalar arası) özöyküsel anlatımlı roman zamanına, 10. sayfadan başlayarak 140 sayfası (16155.sayfalar arası) ise yitik yazarın yitik roman parçalarıyla bütünlenen, elöyküsel anlatımdan oluşan farklı zamana ait. Bir kez dil olarak bu iki düzlemin, gerek yapı gerekse biçem açısından büyük farklılık taşımakla birlikte bunun zaman aşınmalarını yansıttığı söylenemez bana göre. “Bit yeniği” deyiminin yarım yüzyıl sonra anlaşılmasında güçlük çekilişini bir karşı örnek bağlamında almayacaksak eğer. Nitekim ilk dokuz sayfada okurun, roman düzlemine değgin bulanık bir evrenden geriye kayıp, sonrasında yapıtla arasında hiçbir bağ kuramadan neredeyse romanın beşte üçünü okuyuşunun bir büyük yarılmaya yol açtığını ekleyeyim. Çünkü “Bir Roman Taslağından Artakalanlar” başlıklı bölüm, 5070 yıl kadar önceki bir kalemden çıkmış olsaydı da gündelik, kullanmalık iletişimsel bir dille yazılmayabilirdi herhalde. “Romandaki yazarın notları” biçiminde önümüze gelse de bu, gerçekliğin aktarılmasında bu türde bir dilden sakınılabilmiş olmalıydı. Bu nedenle evren yarılıp roman gerçeği zedelendiğinden yapıttan yayılan gerçektenlik duygusu da ağır yara alıyor, romanın güncel kaygılarla bir ölçüde harcandığı gibisinden kuşku uyanıyor insanda. Roman kahramanı olarak tanıdığımız romancının da bundan rahatsız olduğunu belirtmesi, elbette doğru bir tutum olarak önem kazanıyor, ancak bu, Baydar’ın da rahatsızlığını gösteriyor bir bakıma. Hiç kuşku yok, Baydar, romanındaki bu çelişik yapının ayırdında. Ancak her roman, yazarının kimliğini, sorumluluğunu taşır; bir başka yazar, kolaycı GÜNCELLİĞE KARŞI ROMANIN YAZINSAL KONUMU… Güncelliğin dar kalıplarından kurtarılıp da türün kendisine özgürlük kazandırılmadan herhangi roman yazınsallaşamıyor bir türlü. Bunu Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali romanında bir kez daha gözlüyoruz. Roman, yazınsallaşmış bölümlerinde birden öylesine yükseliyor, öylesine uçmaya koyuluyor ki, öteki bölümlerle arasında uçurumlar oluşuyor âdeta. Psikiyatricinin yaşadığı “dönme” (vertigo) duygusu eşliğinde Kafka’nın “şato” imgesiyle at başı giden, nefes nefese bir anlatım… Romanın yazınsal düzlemde kayarcasına yol alması, tamı tamına kurmaca evrene dönüşmüş uzam içinde karakterlerin arayışıyla uyumlu korkuları, kaygıları, umutsuzlukları, acıları, tedirginlikleri, iç ürpertileri, yazınsal kışkırtıyla yaratılan gerçektenlik duygusu, öteki bölümlere oranla okurun sırtını çok daha fazla ürpertiyor aslında. Baydar, üzeri örtük biçimde imlediği Kafka’nın Şato’sunu (171) çok daha açık hale getirebilirdi, esinli yaratı da olabilirdi bu. Böyle olsaydı çok daha muhkem bir yapıya dönüşmüş olarak karşımıza çıkabilirdi sanıyorum roman. Yazarın, bu bağlamda tedirgin olması gerekmezdi hiç mi hiç. Ayrıca Umberto Eco’dan Gülün Adı, José Saramago’dan Körlük adlı romanları anımsamak da olanaklı burada. Diyeceğim, Çöplüğün Generali, andığım bu romanlarla aynı düzlemde yol alırken çok daha yazınsal oluyor, ama bunlara öykünmüş olmuyor hiçbir zaman. Yitik roman yazarının, gerçekliğe değgin notlarında vurguladığı kimi doğrular, sonunda romanda apaçık bir yarılma pahasına ortada kalıyor. İşte bütün bu nedenlerle roman aks/damar çatlamasına, bir yarılmaya uğramaktan kendini kurtaramıyor bir türlü… Bunca sözün ardından romandan beklentileri farklı olan iki ayrı okura da Çöplüğün Generali’ni önermekten geri durmayacağım. Tüketmelik roman okurlarıyla alımlamalık roman okurları nefeslerini tutarak okuyacaklar bu romanı. İlk grup yazınsal bölümlerde, ikinci grup ise güncelliğin ağır bastığı bölümlerde biraz sıkılabilir belki. Ama sabırlı davranmalı okur; hangi kesimden olursa olsun sabrının karşılığını önemli bir roman okuyarak alacak çünkü…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1026 GÜNCELLİĞİN ROMANA TUZAĞI... Aralıklarla yinelediğim bir söz var “Kitaplar Adası”nda: Her roman, kendi bacağından asılır. Bu doğrultuda, yukarıda üç beş satırla kıyısından ucundan evrenini, buna yönelik kimi belirleyenlerini aktarmaya çalıştığım romanın nasıl çarpıcı olduğu aslında bu kısacık özetlemeden bile anlaşılıyor olmalı. Öyle ya, bizi sayfalarına kilitleyecek böyle bir romanın soluk soluğa, büyük bir heyecanla okunmaması olası mı? Ama bir roman, kolay okunurluğuyla, gördüğü kitlesel ilgiyle, kimi bireyseltoplumsal sorunları ele alış biçimi, bunları işleyiş hüneriyle herhangi sanatsal değer kazanıyor değil! Roman, sanatsal değerini dilsel yapısıyla, soyutlayımdaki, dönüştürümdeki başarısıyla, kurgusuyla, biçemiyle, bunlara koşut getirdiği yenilikle, yol açtığı çığırla ya da devrimle olduğu kadar aynı zamanda ele alışıyla yaklaşımındaki kavramsallaştırmayla ortaya koyuyor… O zaman romanın, “roman” olarak yazılması gerektiği, bununsa bizi, insana romanla ille bir şeyler vermenin çok ötesinde anlam öbeklerine götüreceği açık. Bilimin bilim, felsefenin felsefe olarak kendi varlıklarını koyması gerektiği gibi yazınsal sanatların da kendini bir yazınsal varoluş eylemi olarak koyması zorunlu. Bu durumda örneğin bir romanın gündelik, kullanmalık dille ya da iletişim diliyle değil yazınsal dille yapılandırılması, hatta bunun Oya Baydar SAYFA 20
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle