Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Metin Eloğlu’dan ‘İstanbullu’ İstanbul’un orta yerinde Daha çok şair kimliğiyle tanınan Metin Metin Eloğlu Eloğlu (19271985), İstanbullu’da, öyküleriyle çıkıyor bu kez okuyucusunun karşısına. Eloğlu’nun öyküleri, 19441985 tarihleri arasındaki kesiti kapsıyor. İstanbullu, döneme denk düşen özgün karakterleri, dönemin cinsellik anlayışı, kadınerkek konumlanması göz önünde bulundurulduğunda samimiyetle içine çekiyor okuyucusunu. Ë Aysel SAĞIR stanbullu’da, Eloğlu’nun şiirleri ve edebiyatıyla ilgili Turgay Anar, oldukça doyurucu ve kapsamlı bir önsöz yazmış. Eloğlu ve dönemi göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu yazı, yazar ve dönemi hakkında bilgilenmek açısından, sonradan oluşacak sorular için bir yanıt niteliği taşımış. Zira gerek İstanbullu’da yer alan öyküler, gerekse Eloğlu’nun, kullandığı dil ve öykülerinin yapısı ön bir açıklama gerektirmiş. Yazarın kullandığı dile gelince, şiirlerinde kullandığı biçim ve dile gitmek gerekiyor. “Eloğlu’nun şiirlerini yayımladığı ilk yıllarda ‘yeni bir halk şiiri’ne varmak’ istemesi, onu bu tür şiirlerinde de görüldüğü gibi “yapmacık ve faydasız bir şairanelik, sadeliğin dışında kurulmuş mısralar, süslü ve bir şey anlatmayan söz sanatları tamamen terk edilmiştir. Eloğlu şiirlerinin özünde halka açılan bir ana damar mutlaka bulunur.” Anar’ın da belirttiği gibi şiirlerinde “halka açılan ana damar” bulunan Eloğlu, İstanbullu’da yer alan öykülerinde de tümüyle halkı anlatmış. Birinci kişi ağzından anlatılan öyküler, bir tür, olayları yaşayan kişinin yaşadıklarını ve izlenimlerini anlatması şeklinde sunulmuş. Bazılarında gerçeküstü kurgulara da rastlanan öykülerde, anlatıcı, iç dünyasını tüm açıklığıyla sergilemiş. Eloğlu, okuyucusunu tanık ettiği yaşamların karmaşıklığı ve her türlü uç sonuçlara açık yöneliminden olsa gerek zaman zaman “karışık teknik” kullanmış. Sosyolojik ve kültürel anlamda ağırlıklı olarak Anadolu insanının göze çarptığı Eloğlu öykülerinde, kente uyum sağlayıp, sağlamamakla açıklanamayacak, kasabalardan, köylerden göç eden insan profiline odaklanmış yazar. Belli bir eşikten atlamış, kadınlığını sosyal, ekonomik anlamda kullanan kadınların baş karakter olarak kendini gösterdiği öykülerde Eloğlu, aynı anlamda onlara karşılık gelen ya da gelmeyen bir erkek dünyası çıkarmış karşımıza. Aslında, toplumun temel kültürü ve biçimlenmesiyle ana damarı yakalamış diyebiliriz yazar için. Rakı, deniz, kayık, meyhane, aşk, kadın ögelerinin ağır bastığı kitapta, tüm kösnüllüğüne, renkli atmosferine rağmen, arka plandaki hüzün kaçınılmaz bir renk olarak tüm görüntüye hâkim olmuş. “Ah, geçen yıl ne iyiydiler... Dünya ne kadar düzenli, hayat ne kadar yaşanmaya değerdi... O güzel, kış kıyametler boyunca, düşmanlar dost olmuş, kinlerden arınılmış, karşılıksız iyiliklerin bile karşılığı ödenmiş; çehreler görülesi mutluluk takınmıştı. Çocukların, bacıların, anaların, avratların, konu komşunun karnı tok, sırtı pekti. Dürüst, hamarat, fedakârdılar... Çünkü deniz iyiydi! Çünkü balık boldu! O kolyoz, sarıkanat, çinakop, lüfer, karagöz, barbunya, dülger, sinarit, mercan, kılıç, orkinos furyasıyla baş edemez olmuşlardı gayri... Ocaklar yanıyor, tencereler fokur fokur kaynıyordu. Ya şimdi? Ah, şimdiyi hiç sormayın! Aylardır beş on çavalye balık uğruna içi dışı yıpranan; kollarında güç, yüreklerinde umut tükenen bunca kişinin hikâyesi öyle bir çırpıda anlatılmaz ki!” Eloğlu öykülerinde tanık olduğumuz yaşamlar, anlatıcının iç dünyası, zaman zaman araya giren düşüncelerinin de ele verdiği gibi bir gizli bir başkaldırı içindedir. Daha doğrusu, olayları izlememizi sağlayan, bizzat anlattığı olayların içinde olmuş kişi, bizde bu düşünceyi uyandırır. “Biliyorum; siz buraları cankulağı ile dinlemiyorsunuz.... Ben bu ilgi azalışını, ev sahibinin özel yönlerini, çağdaş durumunu bilmeyişinize yoruyorum. Efendim, Baki Petal otuzunu aşkın, cücemsi, arkadaş canlısı, namus dedin mi bitirmiş bir aile erkeğidir. İslamdır. Hayatın, ucuzlamasını; ekmek, şeker, yağ, et gibi gerekli besinlerin hafif keselere uygun fiyatla satılmasını istiyor. İstavritin kilosunu o vakit 25 kuruştan satacak. Fikir hürriyeti istiyor. İrticaya nefes aldırılmamasını istiyor. İstiyoroğlu istiyor. Yani, düşsever bir insan. İki tane nurtopu gibi kızcağızı var... İçtikçe, Baki’nin bıyıkları dikenleşir, kemikli yüzüne rengi mora çalan bir kan yürür. Şuradan kitapların yazdığına pek benzemeyen bir yaşamak sevinci. Avazın çıktığı kadar bağırmaya başlasın. Türkü mü olur? Şiir mi olur? Nutuktan gayri hepsi kabulümüz! Gözleri öpülesi deniz! de... Şu bulutlu tavan başımızdan eksik olmasın! de... Hürlük! de... Ne dersen de yahu! Dilini mi yuttun? Türkçeyi unuttunsa, gavurca bağır! Gavurcayıda mı unuttun? Hayvanca bağır! Delibozuk zarganaların, kıraçaların kulağının dibinde aklına eseni haykırı haykırıver...” Eloğlu’nun öykülerini yazdığı dönem göz önünde bulundurulduğunda (19441985) her ne kadar İstanbul’u anlatsa da, İstanbul’un tüm Türkiye’yi pilot anlamda yansıttığı düşünülürse bir dönemin sosyalkültürel atmosferine ayna tutan bir kitap olmuş İstanbullu. Bu anlamda da, gerek döneme denk düşen özgün karakterleri, gerekse dönemin cinsellik anlayışı, kadınerkek konumlanması göz önünde bulundurulduğunda samimiyetle içine çekiyor okuyucusunu. ? İstanbullu/ Metin Eloğlu/ Yayıma Hazırlayan: Turgay Anar/ Yapı Kredi Yayınları /147 s. İ Faruk Yener’in Anısına Faruk Yener’in “aşırallegro” kılavuzu Ë İsmail UYAROĞLU S.Bach’ın La Minör Keman Konçertosu’nu dinliyordum. Birden çağrışımın akıl sır ermez, garip trafiği işte yirmi çocuğu olduğu geldi aklıma bu büyük dehanın. Sonra karıları. İkinci karısının adı Anna Magdalena’ydı, onu hatırlıyordum da ilk karısının adını bir türlü çıkaramıyordum. Kalktım, Faruk Yener’in Müzik Kılavuzu’na (3. baskı) baktım. Yoktu, Ardından Hayat Ansiklopedisi’ni açtım, okumaya başladım. Ve okudukça hayretten hayrete düştüm. Hayır, Bach’ın karılarının sayısı değildi beni hayrete düşüren, her zamanki gibi ikiydi yine onlar; maddenin kendisiydi. Bir iki sözcük değişikliği dışında, bütünüyle Müzik Kılavuzu’ndakinin aynısıydı okuduklarım. Bu işte bir iş vardı. Hemen öbür biyografileri karşılaştırmaya başladım. İnanılır gibi değildi, her iki kaynakta da bulunan biyografilerin hemen hepsi, neredeyse tıpatıp aynıydı: Beetoven, Berlioz, Brahms, Chopin, Çaykovski, Debussy, Donizetti, Dvorak. “E” SAYFA 18 (*) J. Faruk Yener, öyle anlaşılıyor ki “aşırallegro” kitap hazırlamada çok başarılı. Birkaç yıl önce de Sanat Olayı dergisinde çıkan bir yazıda, bir başka kitabını hazırlarken gösterdiği hünerler sergilenmişti. Ne diyelim, makasına kuvvet! Ha, bu arada ilgilenenleri meraktan kurtaralım; Bach’ın ilk karısının adı Maria Barbara’ymış. harfinde kestim karşılaştırmayı, gerek yoktu artık. Her şey ayan beyan ortadaydı. Bu mahkemelere şenlik açıkgözlük (!) fiilini, Faruk Yener şu iki yoldan biriyle işlemiş olabilirdi: Ya kitabındaki biyografileri “alenen”, kaynak göstermeye gerek filan görmeden, Hayat Ansiklopedisi’nden alıp kendi malı yapmıştı (tersi olanaksız, çünkü bendeki Hayat Ansiklopedisi’nin baskı tarihi 1961, Müzik Kılavuzu’nun ilk baskısıysa 1970’te yapıl Faruk Yener mış); ya da ansiklopedideki biyografileri vaktiyle kendisi yazmıştı da sonradan kitabına almakta bir “mahzur” görmemişti. Öyle ya da böyle, her iki durumda da yapılan iş, bilim ve sanat ahlakının biraz dışına düşüyor gibi. Birincisine dense dense “aşırallegro” (hızlı aşırma) denir. Bu ortada. İkincisine gelince, ilkine oranla daha masum gibi görünüyor ama o da sonuçta ondan pek farklı değil. O zaman bütün madde yazarları, ansiklo pedilere yazdıkları maddeleri, “nasıl olsa ben yazdım” diye, sonradan kitap haline getirebilirler demektir ki böyle bir şeyin yapılamayacağı çok açık. Bu, başkasına sattığın yumurtayı, “nasıl olsa benim tavuk yaptı” diye, elin dolabından araklayıp omlet yapmaya benzer. Faruk Yener, öyle anlaşılıyor ki “aşırallegro” kitap hazırlamada çok başarılı. Birkaç yıl önce de Sanat Olayı dergisinde çıkan bir yazıda, bir başka kitabını hazırlarken gösterdiği hünerler sergilenmişti. Ne diyelim, makasına kuvvet! Ha, bu arada ilgilenenleri meraktan kurtaralım; Bach’ın ilk karısının adı Maria Barbara’ymış. ? * Bu yazı, Faruk Yener’in sağlığında yazılmış ama yayımlanmamıştı. Geçende eski dosyaları karıştırırken gözüme ilişince, geç de olsa, belki müzik dünyasının ilgisini çeker düşüncesiyle, yayımlamaya karar verdim. Üzücü olan, Faruk Yener’in bu konudaki açıklamasını, yani birinci olasılığın mı, ikinci olasılığın mı doğru olduğunu öğrenemeyecek olmamız... Bu arada, hazırlanışındaki tutumu eleştirsem de adı geçen kitaptan çok yararlandığımı, açık yüreklilikle belirtmek isterim. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1024