24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ne de kabullenme şansım yok. Yani politik döneklik asla hoş görülmemeli. Bu zıtlıkları törpüleyen, hatta onların uzlaşmasına katkı sağlayan ‘Hoca’ karakteri var. Bize ondan bahseder misiniz? Hoca, romanın tarafsız bölgesi. Sertleşen, keskinleşen zıtlıklarda Behzat’ı hırpalamaya çalışan yazarın eline sarılan, yazarı vicdana davet eden bir karakter. Bir nevi hakem. Yazara tarafsız olmasını, “dönek” olanı, muhterisleri dahi anlamaya gerek bulunduğunu söyleyen bir iç ses. Daha da ileri gidersek yazara bile anlayış gösteren bir gizil güç. İda’nın merhametinden yararlanmaya çalışanlara engel olan yazara “hele bir dur,” diye akıl veren bir bilge adam. Osmanlı dönemini dile alırken kavramlar, özel isimler ve durumlar dışında günümüz okurunun rahatlıkla yakalayabileceği bir söz dizimi, biçem kullanmışsınız. Bu romanı değerlendirirken karşılaştığınız yazınsal sorunlardan bahseder misiniz? Türkçeyi romandaki biçemiyle kullanmayı seviyorum. Yazdıkça Türkçenin ne kadar anlaşılabilir, değişken ve yaşayan zengin bir dil olduğu daha çok ortaya çıkıyor. Doğru biçemler seçilirse, sürekli devrik cümleler, yöresel deyimler, bilimsel terimler hiç ama hiçbiri sırıtmıyor. Rahat aktıkça, istediğinizi ifade ederken hiç sıkıntı çekmeden kullanabileceğiniz sözcükler dağarcığınıza üşüştükçe yazma şevkiniz artıyor. Yazdıkça da Türkçeyi daha çok seviyorum. Dolayısıyla Osmanlı dönemini yazarken de bu dilden başka, bu biçemden gayrisini hiç düşünmedim. Böyle bakınca Türkçe bana sorunlardan çok, sorun çözen bir dil olarak yardımcı oluyor. Tebriz’den İstanbul’a getirilen Hasan Can’ı anlatan bölümler oldukça belirgin. Sultan’ın da nedimi olarak görünen Hasan Can’ın tarihteki varlığı gerçek miydi ve romanda anlatıldığı gibi tarihteki bu denli etkin miydi? Bunun için tarihi bilmeye dahi gerek yok. İktidarın yanında yöresinde olmanın ne manaya geldiğini bilmek yeterli. Hani “bal tutan parmağını yalar” misali. Padişahın sohbet arkadaşı olursanız, iktidarın odağındasınızdır demektir. Bu bakımdan padişah nediminin iki uç arasında bir yazgısı vardır. Gider, gelir. İktidarla gelen ayrıcalıklar, şatafat, güç bir yanda ve her an ayağınızın kayması, kaydırılması endişesi öte yanda. Hasan Can tarihsel dokümanlara işlenecek kadar belirgin bir karakter ve gerçek. Aynı Hasan Can, padişahın tepesi attığında pataklatılacak kadar da şanssız bir adam. Ben söylemiyorum, tarih yazıyor. “BAZI İNSANLAR OLUMSUZLUKLARA DOĞRU SOLUKSUZ KOŞUYOR” ¥ luyorum ama değişimin ötesini yi Behzat’ın peşinde olduğu menguş adlı küpenin parıltısı duruyor her bölümünde. Ve Hasan Can’dan duyduğumuz kadarıyla doğuda erkeklerin kullandığı bir takı olarak kültürel bir değeri de var. Bunu biraz açabilir miyiz? Kültürümüzde aslında var olan bir sembol. Nefsiyle mücadeleye giren insanın kendi kendisiyle bu savaşımını toplumsal çevresiyle paylaşmasının, topluma beyanının bir yolu olarak takılıyor. Günümüzde modern bilimin kullandığı bir metodu çok önceden bu topraklarda kullanmışız, onun göstergesi olarak görüyorum. Toplu terapilerde, kötü alışkanlıklarını bırakmak isteyen kişilerden mücadeleye girdiklerini açıklamaları isteniyor ya öyle bir şey. Geriye dönüşü zor olsun, motive olunsun diye, açıklatıyorlar. Meğer bunu bizim kültürümüzde yüzlerce yıldır yapıyorlarmış. Eline, diline, beline sahip olmak için yola çıkanlar kulaklarına taktıkları menguşlarla bir mücadele içinde olduklarını toplumla paylaşmış oluyorlar ki; vazgeçmek pek kolay olmasın. Sanırım AleviBektaşi geleneğinde bazı yerlerde hâlâ da kullanılıyor. Romandaki karakterlerden her biri kendi geçmişleriyle yaşayacakları bir hesaplaşmaya sürükleniyorlar, bu anlamda İda’nın merhametinden de pay almaya çalıştıkları söylenebilir. Ama İda o kadar da merhametli değil sanki… Ne dersiniz? Kendi geçmişiyle hesaplaşan insanın kendine merhameti olması gerekmez mi önce? Kendisine acıması, kendi süperegosunu faaliyete geçirmesi. İhtirasından, yozluğundan, kötülüklerden biraz olsun kopup, kendisini dinlemesinden bahsediyorum. Oysa bazı insanlar bir amok koşucusu gibi olumsuzluklara doğru soluksuz koşuyor. İda’nın merhametini de dünyadaki diğer tüm güzellikler gibi es geçiyorlar. Oysa İda’nın Merhameti’nden almasını bilene akacak, testisini dolduracak çok merhamet var. Dolayısıyla İda yeterince merhametli de insan bu merhametle nasıl kendi iç hesabını göreceğini bilmiyor. Kaz Dağları’nda kalabalık kentlerden kaçmak hevesiyle eski taş evleri alıp, akıl almayacak paralar akıttıktan sonra yılda bir kez bile uğramayanlar var. İda ne yapsın? Romandaki kadınların, Taçlı Hatun’un, Adelayda’nın da hüzünlü öyküleri, romanın günümüzde geçen bölümlerinde sanki Zeynep’te ve Ayla’da kendini gösteriyor. Bu yoruma katılır mısınız? Kadın karakterlerin çok güçlü olduklarını düşünüyorum. Yaşamın tam da içindeler. Ölmüş anne karakteri dahil, bu dediklerime. Ama ortada öylece duran bir de ortak paydaları var. O hüzünleri kadınlara hep erkekler yaşatıyor. Romanda tiplerle istediğim gibi kurgusal denemeler yaptım. Bana mahkumdular ama karakter oluşumlarında bir yazar olarak bana isyan ettiklerini söyleyebilirim. Özellikle kadın karakterlerin baskın bir halleri oldu. Kendi kendilerini oluşturdular. Yakınımdaki okurlar, böyle ayrıksı bir romanı okuduktan sonra bu doğrultuda sizin olası çalışmalarınız merak ediyor… Yazdıklarımı paylaşmanın getireceği duyguyu ilk kez tadıyorum. Hiç gün yüzüne çıkmayacaklar diye yazdıklarımı okurla paylaşmak endişe verici bir şey. Bunu anladım. Bir de size ait olan basılınca artık uhdenizden çıkıp gidiyor. Sizin olmaktan çıkıyor. Her okur için roman ne anlatmış, nasıl bir duygu oluşturmuşsa roman o. Benim hiçbir tasarruf yetkim yok artık. ? İda’nın Merhameti/ Doğan Erdem/ Postiga Yayınları/ 528 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1024
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle