Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Edward W. Said’den ‘Geç Dönem Üslubu’... Ve bakış, değişmeye başlar ‘Geç dönem üslubu’, Edward Said’in zihnini uzun zaman meşgul eden bir mesele. Richard Strauss, Beethoven, Thomas Mann, Jean Genet, Giuseppe Tomasi di Lampedusa, Konstantinos Kavafis, Luchino Visconti ve Glenn Gould’un geç dönem yapıtlarını inceleyen Said, ne yazık ki çalışmasının yayımlandığını göremedi. Esasen Said’in 1995’te Columbia Üniversitesi’nde verdiği dersleri temel alan Geç Dönem Üslubu, sanatçı ve sanat eserine dair mitleri irdeleyerek, geç dönem eserlerinin başka bir boyutunu gün ışığına çıkarıyor. Ë Faruk DUMAN anatçının, yaşadığı çağa bağımlı oluşu –üslup konusunda çoğunlukla bunun belirleyici olduğu, olabileceği söylendi hep. Oysa biliyoruz ki doğar ve ölürüz, bu nedenle yalnızca çağımıza değil, benliğimize de bağlıyızdır. Bach’ın ölümünden sonra evinde dikkate değer bir kitaplık bulamamışlar; bunu Bach yorumcuları ve geride kalan tanıdıklar yakınları bile değil, doğrusu kim yakın olabilirdi ki ona belirtiyor. Evde buluna buluna yirmi dört adet kitap bulunmuş; bunlar da İnciller ve din konularına değinen kimi kitaplarmış. Bu, Bach’ın yaşadığı çağla pek fazla ilgilenmediğini gösteriyor. Ama, öte yandan, çağına yakışan, dahası çağını aşan bir müzik yapmıştır. Bunu biliyoruz. Öyleyse, sanatçının kullanacağı dil, bu dil ister edebiyata, ister müziğe ya da resme ait bir dil olsun, katmanlardan oluşuyor ve güncel, doğal dil ile bir ikinci dilden, sanatçının kendi içsel dilinden ortaya çıkıyor. Ama bu asla katılaşmıyor: Zira böyle bir şey, dil söz konusu oldukta, zaten elimizde değil. Bu noktada, yaşadığı dönemlerin, görüp geçirdiği olayların, acıların, sevinçlerin de sanatçının üslubunu sürekli değiştirdiğini görüyoruz. rı gereken başka bir saat ya da takvim yoktur. (s:11) Bu nedenle sanatçının, söz gelimi Beethoven’ın son dönem yapıtlarının tümünü aynı biçimde de görmüyor Said, ama onlardan “bir tür sürgün” diye söz ediyor. Çünkü nesneler acımasız şeylerdir ve çevremizde gittikçe azalırlar. Bunu kendi yaşamımızda da bugün gözlüyoruz, hepimiz için böyle; anlamlarını yitirirler ya da bütünüyle değişerek bizim için ifade ettikleri şeyden uzaklaşırlar. Bu tanışlarımız için de böyledir. Bizden uzaklaşmakla kalmaz, bizi sürgüne gönderirler. Said bu güç konuyu anlatabilmek için elbette yalnızca müzikten, söz gelimi Strauss’tan söz etmiyor. “Edebiyatta bir geç dönem çalışmasına örnek gösterilecekse bu Leopar’dır” diyerek Lampedusa’nın romanını da uzun uzun inceliyor. Said’in metnini okurken ne yazık ki tamamlanamamış bir yapıt Geç Dönem Üslubu Leopar’ı da yeniden karıştırma gereği duydum. Buraya Leopar’dan birkaç cümle almam gerekti: Sarayın terk edilmiş bölümlerindeki odaların ne adları ne de belli bir düzenleri vardı. Yeni Dünyayı keşfe çıkmış gezginler gibi, bu odalara, içinde başlarından geçen olaylara göre adlar verirlerdi: bir köşesinde, sayvanın üstünden eski püskü devekuşu tüyleri sarkan geniş bir odaya “tüy odası” adını takmışlardı (…) Çoğu kez nerede olduklarını bilmezlerdi: Böyle dönüp dolaşmaktan, saklambaç oynar gibi kaçıp kovalamaktan, uzun uzun sarılıp fısıldaşmaktan yönlerini şaşırır ve camları kırık bir pencereden sarkarak bir avlunun köşesine ya da bahçenin bir görünümüne bakarak sarayın hangi bölümünde olduklarını çıkarmaya çalışırlardı.(2) (119) Çünkü, geçen şey artık o her ne ise; zira ben “zaman” dediğimiz şeyin varlığından kuşkuluyumdur odaların, koridorların, duvarların ve bunları süsleyen eşyanın değil yalnızca, onlara bakışımızın da değişmesini sağlamıştır. Bu yüzden Leopar’ın kahramanları kuru bir nostaljiyi temsil etmezler. Geride kalanın kendi bakışları olduğunun farkındadırlar –ya da Lampedusa’nın böyle bir içgörüsü vardır. YOL AÇICI ÇALIŞMA Said, “hayatın son ya da geç dönemi, bedenin çürümesi, sağlığın bozulmaya başlaması ya da gencecik bir insanın sonunun bile vakitsiz olmasına yol açabilecek etkenlerin, ...büyük sanatçılara hayatlarının sonlarına doğru yeni bir üslubu” kazandırdığını söyler. Ürettikleri metinlerin ya da müziğin, resmin tavsamaya ya da yaşlılık belirtileriyle dolmaya başladığını ileri sürmez, ürüne, dolayısıyla yaşama farklı bir gözle bakmaya başlamışlardır ve bu da geç dönem üslubunu doğurmuştur. Bizim edebiyatımızda da görebileceğimiz gibi. Nâzım’ın son şiirlerini bütünüyle farklı bir sesle yazdığını biliyoruz. Eleştirmenlerin bu şiirlere farklı bir gözle baktıklarını, bu şiirlerin Nâzım’ın en güzel şiirleri arasında olduğunu söylediklerini görüyoruz. Ama oldukça farklı bir şiirdir, burada şairin kendi üslubunu kırmaya başladığını, hayır ondan bütünüyle kopmadığını, ama yaşamın, “çürüyen bedenin” ona önce yeni bir bakış, ardından, buna bağlı olarak yeni bir üslup kazandırdığını görüyoruz. Bu inceleme, edebiyatımızda zaten öteden beri söylenen bu tespit bir inceleme sayılabilir kuşkusuz, elbette, dışarıdan bir bakış olacaktır –yani büyük sanatçının kendi üslubunu artık değiştirmeye kalkıştığı ne kadar söylenebilir? Edward Said’in bu değerli kitabının gerçekten önemli düşünsel buluşlarla dolu olduğunu söylemek gerek. Ama böylesi bir yazıda da bu kitabı bütünüyle ele almak olası değil. Said geç dönem üslubu üzerine öncelikle Adorno’nun katkılarını belirtiyor. Terimin de ilkin Adorno’nun Beethoven’in Geç Dönem Üslubu yazısında kullanıldığını söylüyor. Bence, yalnızca geç dönem çalışmaları üzerine değil, başlı başına üslup, üslubun ne olduğu üzerine de bir yol açıcı çalışma bu kitap. Bu güç konuyu dilimize büyük başarıyla çeviren Özge Çelik’i de kutlamak isterim. ? (1) Edward W. Said, Geç Dönem Üslubu, Çeviren: Özge Çelik, Metis Yayınları, Mayıs 2008. (2) Giuseppe Tomasi Di Lampedusa, Leopar, Çeviren: Semin Sayıt, Can Yayınları, 1997. S KARMAŞIK BAKIŞ Edward Said’in, Geç Dönem Üslubu’nda(1) anlattığı geç dönem yapıtlarına bakışı daha karmaşık. Said geç ile yaşlılığı anlamıyor çünkü: Bunu Michael Wood’un kitaba yazdığı açıklayıcı önsözden anlıyoruz öncelikle: Geç kelimesinin incelikle yer değiştiren, geç kalınan buluşmalardan tutun da doğanın döngüsüne ya da kayıplara karışan bir hayata kadar uzanan çok çeşitli anlamları üzerinde biraz durmakta yarar var. Geç’in belki de en sık kullanılan anlamı sadece “çok geç”tir, olmamız gerekenden daha geç, zamanında olmayandır. Ama geç akşamlar, geç çiçeklenmeler ve geç sonbaharlar çok dakiktir –uymalaSAYFA 8 Said, “hayatın son ya da geç dönemi, bedenin çürümesi, sağlığın bozulmaya başlaması ya da gencecik bir insanın sonunun bile vakitsiz olmasına yol açabilecek etkenlerin, ...büyük sanatçılara hayatlarının sonlarına doğru yeni bir üslubu” kazandırdığını söyler. CUMHURİYET KİTAP SAYI 961