Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ bakılması ufkumuzu daraltmaktan bir yana, bizi geçmiş kalıpların hem nesnesi hem de öznesi durumunda donduruyor. Bu ikilem bir şeyleri açıklamamızı, anlamımızı kolaylaştırmıyor, tersine bizi içinden çıkılmaz bir kısırdöngüye, önyargılarımızla çırpınmaya mahkum ediyor. Bazen Türkiye’ye yakıştırılan DoğuBatı arasında köprü olduğu imajı evrensel düşünebilmekten yoksunluğumuzun ifadesi. Din, dil, ırk tanımayan sermaye küreselleşirken biz hâlâ eski sınırlarımızdan bakıyoruz sınırsızlaşan dünyaya. Gençlere güveninizi açık bir dille anlatıyorsunuz, diyorsunuz ki, türümüzün tarihinde ilk kez yaşlılar gençlerden öğrenmenin arifesinde. Ama peşi sıra da devletin üniversitesine güvenmediğine getiriyorsunuz sözü… İki ters yapı daha… Ne dersiniz, nasıl bir orta yol bulunur ya da orta yol gibi bir tanıma vardırılmalı durum? Modern zamanlarda sık duyduğumuz “gelecek gençlerin” sözleri dünya düzenin iflasının ifadesi olduğu kadar gençlere yaranmanın, geçmişimizdeki beceriksizliğimizle yüzleşmemizin kaypak bir biçimi. Türümüzün tarihinde ilk kez gençlerin yaşlılardan değil yaşlıların gençlerden öğrenerek hayatımızı idame ettirdiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Ava giderken ormanda elinde tutulan tecrübesiz genç günümüzde bilimde, sanatta, teknolojide yüzyılımızın geleceğini belirleyecek arayışlara öncülük ederken apolitik olduğu söylenen tavrıyla da aslında ciddiye almadığı, oyununa katılmadığı düzenin meşruiyetini sorguluyor. Başka birçok kurum gibi geleneksel modellerinde ısrar eden eğitim sistemimiz, üniversitelerimiz çoktan iflas etti. Ancak sistem iflas ederken eğitim de kârlı bir işe dönüştü. Günümüz üniversiteleri öğrencilerin taleplerini, yeni yüzyıldaki sinerjinin gereklerini karşılamaktan, öğrencileri katılımcı bir eğitim ve araştırma sürecine ortak etmekten acizler. Bundan on, yirmi yıl sonra gençlerin çalışacağı alanlar bile henüz icat edilmemişken çoğu meslek okulu olmaktan öteye gidemiyor. Dünyanın en iyi üniversiteleri bile öğrenci cezbedilmek için ders de verilen eğlence merkezlerine dönüşüyor. ramızı da sermaye gruplarını ayakta tutmak, batma tehlikesinde olan bankaları kurtarmak için kullanıyorlar. Devlet küçülsün derken devlet ihaleye çıkarıldı. “Cemaat Var Birey Yok” yazınızdan hareketle, cemaatleşmeye giden yapı sebebiyle, bireyin gittikçe yok olması gibi bir tehlikeden söz edilir mi ya da bu bir tehlike midir? Özellikle aydınlanmayla birlikte cemaatten özgürleşen birey, 20. yüzyıl ideolojilerinin de iflasıyla, günümüz düzeninde bencilleşen birey oldu. Kimlik arayışlarımızda birbirimizden kopuyoruz. Bu boşluğu dolduran, din endeksli günümüz cemaat liderleri sermayeyle el ele veriyor. Günümüzün vahşet ve yozluğunda şaşkınlaşanları, geçmişin küllerinde kıvılcım aramaya mahkum ettikleri müminler olarak örgütlüyor. “Bizler ahlaklıyız” duygusuyla onları sefalet ve savaşlara boyun eğen, düzene uyumlu vatandaşlar olarak yetiştiriyorlar. TÜRKİYE UZMANLARI Türk yazarların sürekli olarak Türkiye üzerine yazdıklarını, başka dünyalara açılmadığına eleştiri getiriyorsunuz “Türkiye Uzmanı Türkler” başlıklı yazınızda. Ama şöyle bir durum da var ki, yurtdışındaki yayınevlerinin Türk yazar yayımlamalarının şartı: Kendilerini, ülkelerini, Türkiye’yi yazması! Tabii işin içine biraz da ajitasyon öğesi katmaları şartıyla… Hal böyle olunca n’apsın yazarlarımız? Bu topraklardan çıkan bildiğim tek Nâzım Hikmet var evrensel yazar niteliğinde. Sade Türkiye’yi değil, dünyayı, dünyanın farklı ülkelerinden, dillerinden insanları konu almış yazdıklarında. Dünyalı olmanın enginliğiyle birlikte sorumluluğunu da üstlenmiş. Bu sosyalist ideolojiyi benimsemesinden öte bir şey. Penceresi dünyaya açık. Hiroşima çocuğu şiirinde olduğu gibi dünyaya duyarlı. Yazarlarımızın yurtdışında yayınlanması, ödüllendirilmesi başka, bize tanımadığımız dünyaları tanıtması başka. Kafka Amerika’yı Amerika’ya gitmeden yazdı. Bir yazar köyünü, şehrini yazarak dünya çapında tanınabilir, insan halini bir kişinin öyküsüne indirgeyebilir, ama bu onu dünyalı yapmaz. Son olarak, “Geçmişin tecrübesi adına geçmişin hatalarını çok tekrarladık” sözünüzden hareketle, geçmişle nasıl bir hesaplaşmaya gidilmeli? Buna binaen, Türkiye için nasıl bir gelecek profili çıkartmalı? Geçmişle hesaplaşmak bence husumetleri kuşaktan kuşağa canlı tutmamıza, yaratıcı enerjimizi kösteklememize neden oluyor. Tarihte geriye bakınca Mısır’la Hitit arası savaşta, hatta Birinci Dünya Savaşı’nda kim haklıydı kim haksızdı bilen, hatırlayan var mı? Bugün Birinci Dünya Savaşı’nın taraflarını bile sayabilecek kaç kişi var? Tarihini bilmek, tarihini eleştirmek başka, geçmişle hesaplaşmak başka. Hele konu savaşsa. Bütün savaşlara karşıyım, çünkü bütün savaşlar insana karşı. Türkiye dünyanın en genç, en dinamik, vatandaşının en sahiplendiği ülkelerden biri. Sorun aşırı sahip çıkılmasında, bu dinamik kitlenin kendi yolunu bulabileceğinden kuşkumuzda. İktidar olanın da, olmayanın da kendini devletle özdeştirmesinde. Günümüzde oluşan yeni ittifaklar bizi dünyalı olmaktan, dünyanın karşı karşıya olduğu sorunlarla uğraşmaktan alıkoyuyor. Tarihiyle, coğrafi konumuyla ayrıcalıklı bir yerde olan Türkiye, aklına koyarsa, iç çekişmelerinden kurtulup evrensel değerlerin benimsenmesinde dünyaya öncülük edebilir. ? Türkiye Sen Kimsin?/ Gündüz Vassaf/ İletişim Yayınları/ 328 s. SAYFA 11 TEK TARAFLI İHLAL... “Kiralık Hükümetler” yazınızı okuyunca aklıma Tahsin Yücel’in Gökdelen romanı geldi. Sizin makalenizde örneğin, New York Times’ta çıkan bir ilandan söz açılır; ilanda, kiralık hükümet servisi verebilecek bir firma söz konusudur; ekonomi, sağlık, eğitim alanında kısa vadede çözümler vaat edilir. Yücel’in romanında devlete ait her kurum özel şirketler tarafından idare ettirilir. Öyle ki tek özelleşmeyen kurum yargıdır, onun da özelleştirilme çabası söz konusudur. Bu yapılar gazete ilanlarında, romanlarda söz edilmeye başladıysa, sonunda hayata da geçer mi dersiniz Türkiye’de? Geçerse de neler gelir başımıza? Özgürlüğün bir ölçütü de bireyin, yasal olarak şiddet kullanma hakkı olan devlete karşı korunmasıyken, günümüzde devletin özelleştirilmesiyle bireyi eskisine göre daha da korumasız bırakıyoruz. Devletler vatandaşlarıyla olan kontratlarını tek taraflı ihlal ediyor. Adımıza emaneten tuttukları varlıkları, vergilerimizin karşılığı olarak bize sağlamakla yükümlü oldukları eğitim ve sağlık gibi hizmetleri, üstüne para da alarak başkalarına devrediyorlar. ABD’nin Irak örneğinde olduğu gibi savaş bile özelleştiriliyor. Bu gidişle devletlerin ellerinde bir tek vatandaşlarını yargılama ve cezalandırma yetkisi kalırken, bugünkü finansal krizde örneklerini gördüğümüz gibi, bizim paCUMHURİYET KİTAP SAYI 961