27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sybille Bedford’tan ‘Tanrıların Gözdesi’... Opera kentinden caz çağına Ë Sedat DEMİR girmeye başlamıştı. YENİ DÜNYA: ESKİ VATAN S ybille Bedford 1974 yılında yazdığı Aldoux Huxley’in biyografisinin yanı sıra kendi yaşamöykülerini içine kattığı birçok yapıt verdi. Yerli yersiz biçimde cinsel tercihi konuşulan, gezi kitaplarından tutun da şarap eksperliğine varıncaya değin birçok yönü tartışma konusu olan Bedford’un yaşamına göz atıldığında, iki dünya savaşı ile onların arasında olup bitenlerin peşi sıra, çok farklı kültürlerin tek bir zihinde buluşup İngilizceden, hem de soylu bir yataktan aktığı fark ediliyor. Shoenebecklerden Sybille, bir Alman baronu ile İtalyan prensesinin kızı olarak Almanya’da dünyaya geldi. Çocukluğunu, şu ünlü Rus yazarlarının sevdiği Baden şehrinde geçirdi. Avrupa merkezlerinin çoğunda belirli dönemlerde yaşadı. Yaşadığı kentlerin varsıl ruhunu olabildiğince benimsedi ve bunu romanlarına, anılarına yansıttı. Büyük şehirlerin seçkin salonlarında sürdürdüğü yaşamının izinde olan yapıtları, Avrupa’nın acı dolu savaşları da hesaba katıldığında, barışın ve ‘birlik’in iyimser birer temsilcisi. Arkadaşı Huxley’i pasifist olmakla eleştirmesine rağmen, romanlarının merkezlerine savaş karşıtı, entelektüel ve saraylı denilebilecek eşsiz insanları yerleştirdi. BUGÜNÜN SARAYLISI Tanrıların Gözdesi, yer yer yazarın yaşamından esintiler de taşıyan bir öykü anlatıyor. Bedford, Amerikalı bir genç kızın bir İtalyan soylusuyla evlenmesinden yola çıkarak, Yeni Dünya ile Eski Dünya’nın, Amerika ile Avrupa’nın değer yargılarını, yaşam tarzlarını karşılaştırıyor. lelerinden olan Anna, New England’lı. Bedford’un kahramanı için doğum ve göç için seçtiği memleketlerin gelişigüzel seçilmediğinin anlamlı olduğunu söylemek aşırı yorumdan olmasa gerek. Bu yer isimleri ve içinde büyürken çevresinde aynı zamanda annesinin aşikâr dostu ve gizli hayranı bu hayranlığını sadece annesi biliyordu Bay James’in iki uygarlığın Avrupa ve Amerika karışımını ifade eden diyalogları, Bedford’un hep üzerinde durduğu Provençal denilen, Güney Fransa yaşam biçimi ile Caz Çağı’nın ideal sentezinin göstergesidir. Yanı sıra, İtalyan görgüsünü yadsıyan Bedford’un zihninde gezdirdiği üzere ortaya çıkarmaya çalıştığı gerçek tam da romanında anlattığı hikâyedir. Bedford kitabının önsözünde, “Yüksek Anglosakson edebiyatında – soğuk evliliklerde ve saraylarda yozlaştırılmış, sömürülmüş, yoksun bırakılmış Amerikalı kadın vârislerin büyük öyküleri aktarıldığı biçimiyle aristokrat İtalyanların aile yaşantısını hınzırca baş aşağı çevirmeye başladım. O ölümsüz eserlere saygısızlık etmeden…” der. İşaret edildiği gibi, İngiltere’de yeni bir hayata başlayan bu iki vârise kalan para, çalışmalarına gerek kalmadan geçinecekleri kadardı, en azından Constanza’nın rahatça istediği okula gidebileceği kadar fazlaydı. Sybille Bedford’un ‘Tanrı’nın gözdesi’ olarak ilan ettiği genç kız, bu rahatlık içinde büyümeye, kendisine annesinin anlaşılabilir yaklaşımıyla olgunlaşmaya devam etti, tabi ki Bay James’in ziyaretlerinde gerçekleşen modern felsefeye dair diyalogların etkili ışığında. Ancak genç kızın bahsettiğimiz aldığı gelişkin eğitimin yanına zamanın şartlarını koyarsak, kütüphaneye, annenin sevdiği Dante, Moliere, Hugo, Dickens’ın ciltlerinin arasına Pound’un Cantoları, Eliot’un kitapları Türk okurunun yakın zaman içindetanıştığı, farklı bir teknikle sunulan ‘Bataklık Kumu’ndan sonra çevrilmiş Tanrıların Gözdesi adlı romanın kahramanı Constanza, böylesi bir eşsizliğe sahip. Güzelliği ve zekâsıyla kutsanmış, soyluluğu ve servetiyle onurlandırılmış, özgür ruhuyla yeryüzünde gezen bu kadın, bir güneşin kızı, ancak ondan daha görkemli. Bir İtalyan prensiyle Amerikalı Anna Rowland evliliği sonucu dünyaya gelmiş ve prensin aksine, istediği eğitimi verme çabası içinde olan annenin sayesinde, yüzyılın başında kız çocuğuna göre fazlasıyla donanımlı bir şekilde büyümüş Constanza. “ (…) Avrupa tarihini birçok bakış açısını öğrendi; edebiyat onu ateşleyecek biçimde verildi, sanatı görmesi ve ondaki bağlantıları kurması için yardım gördü, çeşitli coğrafyalar, şehirler, seyahatler ve tarzı anlatıldı; biyolojiden, iktisattan, toplumsal tarihten, düşünce tarihinden belli bir kavrayışa ulaştı. (…) Her şey onda hayranlık uyandırıyordu, önüne koydukları her şeyin dalga boyuna girebiliyordu; Constanza’ya ders vermek, genç ve güçlü tenis oyuncusuna idman yaptırmak gibiydi.” Bu rafine aile bir gün sarsılır. Anna, kocasının onu aldattığını fark ettiğinde, İtalya’daki geleneklere kulak asmadan kocasını terk eder ve İngiltere’ye göçer. Yanına kızını alır ve elbette hatırı sayılır bir serveti de. Birleşik Devletler’in önde gelen aiSAYFA 6 Birinci Dünya Savaşı sırasında Constanza faal bir antimilitarist kimliğine bürünür. Ve bu döneminde de aşkla tanışır, hem de savaş sırasında yaraları onu kabalaştırmış olduğu için ilk ve saf olanı tüketen Yunanlı bir şaire. Ardından ilginç pazarlıklarla yapılan bir evlilik gerçekleşir, Constanza ile Simon’un birlikteliği başlar. Böylelikle, romanda üçüncü kuşağın ilk sesleri duyulur, çiftin çocukları Flavia doğar. Bu üç yaşam da birbirinin ardılı görünür, ancak Flavia’nın hayatı da büyükannenin varlığında olduğu gibi ‘tanrıların gözdesi’ne, Constanza’ya çıkan bir kapı gibidir, Constanza anlatının akışı içinde daha belirgin bir karakteristik olarak diğer ikisini de temsil eder ve bütün hayatlar güneş gibi onun üzerine doğar. Aldatmalar, boşanma oyunları, ölümler, güçlükler Constanza’ya zarar veremez. Hatta, büyükannenin bırakmaktan vazgeçtiği mirası, son anda kızı Flavia’nın küçük bir aldatmacasıyla yeniden Constanza’ya kalır. Bu romanda, kapıların birbirine açılmasını içinde döngüsel kurgu anlayışı içinde ele almaktan daha çok, Bedford’un diğer yapıtlarında olduğu gibi, romanın nedensellik etrafında deneyimlerinden bahsetmeliyiz. Dönemin şartlarının oluşturduğu baskıların yanı sıra, birbiri ardına açılan, çözümlenen bu kişiliklerin birbirleri üzerinde oluşturdukları etki ve bunun karşılığında oluşan davranış tercihi romanın varoluş kaynağı. Bu durum romanın tekniğine bile yansıyor. Kahramanların gündelik hayatlarından seçilmiş çarpıcı diyalogların hemen ardından konuşmalarında geçen içeriğin eylem halinde gerçekleştiğini takip ediyor okur. Mahkeme gazeteciliğiyle de ödüller alan Sybille Bedford, Tanrıların Gözdesi’nde üç kadını anlatıyor ve onları sadece kadın gözüyle değerlendiriyor. Annelerin kızlarla sohbetlerine bakıldığında Bedford’un onların dişil yönlerinin bütün derinliğiyle aktarma çabasıyla, bu sohbetlerin eşliğinde savaştan sanata dünyadaki gelişmeleri birlikte, seyir halinde. Dolayısıyla, Bedford’un ‘entelektüel aşk romancısı gibi mi görünüyorum’ endişesine düşmesi pek yerinde değil. Öte yandan, önsözünde belirttiği yargılar doğrultusunda, romanda yaşananları deneyimleyen kişilerin, adlarına aşina olduğumuz Thomas Mann, Aldoux Huxley gibi büyük yazarların olabileceği hissine kapılmamak güç görünüyor. Sybille Bedford, yirminci yüzyılın edebiyat oluşumlarını eyleyicileriyle birlikte seyreden ve bu yazarları romanlarında gölgeleriyle birlikte kullandığı düşünülen bir yazar. ? Tanrıların Gözdesi/ Sybille Bedford/ Çeviren: Suat Ertüzün/ Can Yayınları/ 350 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 961
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle