18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öykü Zamanı: Gül ayı, öykü ayı... Şubat Dünya Öykü Günü belki, ama şu koca Mayıs da baştan sona öykü ayı… Denir ya hep, “Mayıs gül ayı” diye, doğru söz, ne ki mayısın “öykü ayı” olduğunu söylemek de bir o kadar olası bana göre… Mayısa gül yakışır da öykü yakışmaz mı hiç? Mayısla öykü neden bu denli çakışıyor dersiniz? Yaşamın anlarıyla en çok örtüşen tür öykü de ondan… Şiire bakın, yaşama anlam yükler, yaşam anlarını sıkılar hatta, ayağa kaldırır bunları, ama söz konusu yaşam anlarıyla örtüşmek yerine bunu dürtükler durur sürekli. 14 Roman da kapsayıcı yazın türü olarak yaşam anlarının üzerinde ağabeyce bir tutum sergiler, bunları kurduğu evrenin üvendiresine koşar bir bakıma. Sonuçta yaşam anlarıyla örtüşmek, şu bizim yakıcı, kavurucu, içli, dinamik kısa öykü türümüze kalır… İnsanın yavrusundan hayvanınkine, börtü böceğin larvasından bitkinin fidanına nece minik canlı varsa bu ayda kendini gösterir, sebil gibi serilir ortalığa, o okşayıcı güneşin altına… Kısa kısa anlar, o kocaman yaşam bütününün içinde en çok bu aylarda, mayısla haziranda kendini gösterir isyan edercesine, canlı âlemin kutsal döngüsü çerçevesinde. Mayıs geldi mi, öykülere getiririm sözü, öykü yazarlarına değinirim, verimlenen öyküler üzerinde dururum, sözün kısası öyküyü, yazının yüreğine çeker, tıpırtılarını dinlerim, yaşamın anlarını damarlarımda duyarcasına… An, nasıl yaşamın kuzusuyla, öykü de yazının kuzusudur bu yanıyla… Mayıs geldiğinde kar suları gibi köpüklenerek taşar yayılır yaşamımıza. Ne coşkudur o! Bundan ötürü ilk öykü kitapları da en çok mayısa yakışır bana sorarsanız. İlk öyküler diyorum ya, bunun ille gençlerce verimlenmiş ürünler ya da öykü kitapları olması gerekmiyor. Yazarların, sonraki yıllarda, şiirlerinin, romanlarının ardı sıra yayımladıkları ya da gençliğin aşıldığı düşünülen bir çağda verimlenen ilk öykü kitapları da bunlar arasında sayılmalı! Aslolan öyküyle çiçeklenmek değil mi?… İşte şu son aylarda ilk öykü kitabı olarak iki kitap yerleşti kitabevlerinin sergenlerine, bu örneği doğrularcasına. Yirmili yaşların başlarındaki Mehmet Can Şaşmaz’ın Çeşitli Yalnızlık Söylentileri (Pan, 2008) ile romanla, öteki verimlerle yazınsal eylemini yıllardır sürdüren Yasemin Yazıcı’nın ilk öyküler toplamı Tırtıl Yağmuru (Everest, 2008) adlı kitapları. “ÇEŞİTLİ YALNIZLIK SÖYLENTİLERİ” Mehmet Can Şaşmaz (d.1985), Haliç Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencisi genç bir yazar. Bunca genç olunca yazar, anlak kendi içinde ayak direyebilir okuma ediminde. Kendini beğenip sırt dönebilir genç yazarların ürünlerine. Bu tür tutumların dogmacı beyinlerin yaklaşımı olduğunu belirteyim daha başlangıçta. Alımlayıcı okur, yazarın yaşına bakarak seçmez çünkü okuyacaklarını. SAYFA 26 Çok genç, hadi adını koyalım, “çocuk” diye yazarları küçümsemez, yaşını başını almış, ötesinde seksenine doksanına varmış, bu yaşları aşmış diye sırt dönmez onlara. Yazarlığın ölçütü, göstereni kişinin kendisinde değil yazdığı üründedir çünkü. “Kitaplar Adası”nda bugüne dek onlarca genç yazarın kitabı üzerinde durdum, erişkinlerin verimleri kadar… Öteden beri öyküleri üzerine düşünceler ürettiğim, sanırım sayısı birkaç yüzü bulan genç öykü yazarlarından biri yalnızca Mehmet Can Şaşmaz. Ancak Çeşitli Yalnızlık Söylentileri, ne yalan söylemeli, ilgiyi hak eden ilk öykü kitaplarından biri. Gerçekten de gelişmiş düşünü gücüne sahip, sağlam öyküleme temelinde ürünler verimlemeye yönelmiş bir genç yazar Mehmet Can. Çeşitli Yalnızlık Söylentileri’ndeki öyküler, bizi hep çıkmaz sokakların ortasında bırakıyor. Bu nedenle birer karabasan öyküsü olarak da değerlendirilebilir bunlar. Mehmet Can Şaşmaz’ın öykülerinde anlatılan ya da anlatıcı olarak seçilen kahramanların ortak özelliği, yalnızlıkları kadar, yaşadıkları çözümsüz sağlık sorunları aynı zamanda. Yaşadıkları bu rahatsızlık, öykü kişilerini çaresiz, eli kolu bağlı kılarken sonuçta karabasanlarla örülü bir yaşamın çalkantısına itiyor. Ne ki öykü evrenini kuruşunda, öykü kahramanını yapılandırmada bu bungunluk, yazarın yararlandığı önemli bir öykü gerecine dönüşüyor. Ama asıl önemlisi, onun bunca bungun öyküleri, dilsel yapı bağlamında öyküsüne özgünlük katacak kertede geliştirebilmiş olması bana göre. Şaşmaz’ın öykülerindeki bungunluk üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Yer yer kara anlatının sınırlarında gezinen öyküler de denebilir bunlar için. Yalnızlığa, insansızlığa sunulmuş başarılı metinler. Necati Tosuner’in öyküdeki başlan özgün gülümseyişe nasıl vardığını gözlemlemesi bağlamında. Yine de bu öykülerde dilsel açıdan, ilk öykü kitaplarının pek çoğunda görülmeyen bir oturmuşluk göze çarpıyor. Şiirden güç aldığı da sezilebiliyor genç yazarın. Gerçi yer yer şairane söyleyiş uzantılarıyla karşılaşılmıyor değil, ama bu arada şiir diyebileceğimiz söyleyiş örnekleri de veriyor genç öykücü. Sözgelimi “Sirkeci Garı’nın her sefer saatinde yenilenen yalnızlık” (50), “Belki de sokaktaki yalnızlığımdı, odama sızan” (57) “Uyursam belki rüyamda kalabalıklaşırdım” (58) vb. diyor öykülerinde Şaşmaz. Anlatılarında ustalıklı tutumla, öykü evrenini bütünsel bağlamda kucakladığını da gösteriyor bize. Yirmi yaşlarının başlarında bir genç öykücü için büyük başarı bu. Şımarmadan bu yolda ilerlemesini diliyorum Mehmet Can Şaşmaz’ın. “TIRTIL YAĞMURU” Yasemin Yazıcı’nın Vampir Tango’sunu (2004) okumuştum daha öncelerde. Romanları üzerinde duracaktım bir ara. Ama ben tamamlayamadan bunu, Yazıcı ilk öykü kitabıyla çıkageldi karşıma: Tırtıl Yağmuru. Yasemin Yazıcı siz diye babası tarafından aile gecekondusundan kovulmuş, ölümünden sonra kardeşleri tarafından da defolup gitsin diye yüzüne bakılmış, inatçı direngenliğiyle yapayalnız Ramazan, bu bağlamda örnek alınabilecek öykü kişisi olarak görünüyor bana. Ne var ki “Arka Odanın Gizemi”nde, toplumsal çıldırı sonucu us yarılmasına uğramış bireyi daha belirgin kılabilseydi yazar, herhalde çok daha başarılı bir sonuçla karşılaşırdık. Bu haliyle amacına pek de ulaşamadan, öykü bağlamında kendisiyle tamı tamına buluşamadan kalıyor sanki öykü. İçte, ta dibe indirilmiş, zehrini salmayı sürdüren üzeri örtük acıları anlamlandırıyor öykülerinde Yazıcı. Ancak eklemek gerek: hüznü, bunun içteki çökeltisini anlatmayı da anlamlandırmayı da biliyor yazar. Dönüştürümleriyle dikkat çekici örnekler de verimliyor Yazıcı. Nitekim “Fal Bozumu”, çok güzel, soyutlayımdaki ince, yakıcı geçişlerle, dönüştürümde karşımıza çıkardığı evrene yönelik eleştirel yaklaşımıyla “unutulmaz” bir öykü. Öykü dilinde hem özel, özgün söyleyişlere yönelen, hem de anlatımını alabildiğine Türkçe sözcüklerle kurmaya çalışan bir yazar Yasemin Yazıcı. Şu örnekler, onun söyleyişte, bu yönde öyküyü zenginleştirmede ne denli çaba içinde olduğunu göstermeye yetiyor bence: kımıldamayan sıcaklık, ölümün acımış kokusu, kimsesizliğe kimse olmak, gözde bastırılmış yoksulluk mührü, acıklı kibir, çöl rengi göz, birleşmiş öfkeler birliği, plastik oyuncak korku, dişlenen açık saçık küfür, fincanın iç yüzeyine çizilmiş kader haritası, telve karanlığı vb. Yazıcı’nın Türkçe sözcük seçiminde gösterdiği özen insanda saygı uyandırıyor. Ancak yazarın seçtiği kimi sözcüklerden yansıyan uyumsuzluk da dikkati çekmiyor değil. Örneğin “tatlı bir uyuşukluk basmış kolda” (50) insanın yaşadığı “dinlence” değil de “dinleniş” olmaz mı? “DİRENEN HAYAT”IN ÖNCÜ KOLU OLARAK ÖYKÜ Yasemin Yazıcı, altı sımsıkı döşenmiş kahramanlar getiriyor bu öykülerinde. Sapasağlam örüntülenmiş kişiler bunlar. Kimi yazarlarımızla, örnekse Adalet Ağaoğlu’yla, Sevgi Soysal’la koşutluklar kurulabilir bu öyküler arasında. Nitekim Ramazan adlı öykü kişisi, yansıttığı farklılıkla öteki yazarlarla kurduğu koşutluğun tam anlamıyla örnekçesini oluşturuyor. Bu yanıyla Yasemin Yazıcı’nın öykülerinde “direnen bir hayatı” (37) ele veren yaklaşım egemen. Nitekim onun öyküleri, direngen bir ruha sahip. Yaşamındaki renkler sönmüş, inancını yitirmese de yaşama gücü tükenmiş, iftar çadırlarında karnını doyuran eski ustabaşı Ramazan kimin umurunda? Ama Ramazan, bunca olumsuzluğa karşın diklenmesini bilen bir ruha da sahip aynı zamanda. Bu nedenle bir yerlerinde jilet bulundurur, günün birinde artık katlanılmaz hale geldiğinde yaşam, bir son verebilmek için buna. Çizgiselleştirmeden, özel bir kahraman yaratmaya çabalamadan, idealistleştirmeden, sessiz sedasız yaratılmış bir küçük adam. Değişiyor elbette kişi olarak, ama onca olanağını yitirse de dirençli yanını sürdürebiliyor, ta çocukluğundan gelen taşkınlığın izlerini sürerek. Ninesinin okuyup üflemeleri, babasının bu akıllı oğlanı değiştirdiğini düşündüğü “dinsiz komünistler”e lanet edişleriyle birlikte. Ne ki Ramazan için bir küçük jiletin yakınlığı ya da uzaklığı kadar yine de yaşam. İşte okuma sofranıza gelmiş, dumanı üzerinde iki ilk öykü kitabı… Hadi hadi, nazlanmayın, uzanıp kitaplara, yazının, yazınsallığın tadını çıkarın bu öykü ayında… Takılın direnen hayatın öncü koluna! Hadi öykünün peşine! Güller, öyküler şimdi… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 954 Mehmet Can Şaşmaz gıcını anımsamadan edemedim bu öyküleri okurken. Örneğin onun Özgürlük Masalı (1965) ile Şaşmaz’ın öykülerinin izleksel açıdan örtüşmesi, yalnızlığı, yalıtılmışlığı işleyiş biçimi dikkat çekici benzerlikler, koşutluklar gösteriyor kanımca. Mehmet Can’ın yazınsal yolculuğunu daha bir pekiştirip belirleyebilmesi, özgünleşebilmesi için Özgürlük Masalı’ndan son kitabı Yakamoz Avına Çıkmak’a (Kanat, 2007) dek Necati Tosuner’in tüm öykülerini okumasını diliyorum. Onun hangi yazınsal serüvenlerden geçerek öyküsünü geliştirip, bugünlere ulaştığını, yazınımızda bir benzeri olmayan o Söylenmeyen, anlamların art alanlarına geçilmeye çalışılan, “her şeyin içte sindirilip dışarı yalnızca gölgelerin salındığı” (9), bungunluğun, havasızlığın, oflayıp puflamaların ancak bu yolla dengelendiği öyküler bunlar. Yasemin Yazıcı, söylenmeyenin çevresinde gezinerek etkili öyküler çıkarıyor karşımıza. Öykülerdeki sessizliklerin başrol kahramanları kadınlar da değil üstelik yalnızca. Sözgelimi “Ölümsüz Melek”, “Arka Odanın Gizemi”, “Yalnız Ramazan” adlı öykülerde çok farklı erkek kahramanlarla yüz yüze getiriyor bizi yazar. Beri yandan bu öyküler, günümüz çıldırı toplumunun bir yansılaması bağlamında da önümüzü kesiyor. Nitekim “Ölümsüz Melek”teki Senih Bey, “Yalnız Ramazan”daki Ramazan, bizi toplumsal alt üst oluşun farklı görüntüleriyle yüzleştiriyor denebilir. Ramazan’ın üzerinde durayım istiyorum biraz. Bizde entelektüel yalnızlıklar hem çokça hem de sıklıkla yer almıştır da öykülerde nedense sınıfsal bilinç taşıyan işçilerle emekçilerin yalnızlıklarına yer açılmamıştır pek. Bu açıdan işten atılmış, din
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle