Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ se/ Bir milyon kâğıt yazsam anlatamam söyleyeceklerimi/ Bir tek sözcüğe indir derseniz/ Olmaz derdim bir sözcüğe indiremem”. Bu olasılığı Dağlarca da çözemediyse, kimse denemesin. İki sözcüğe indirgenebilir ama: Biri “uykuda”, biri “anlaşılmayan”: Yani, “Lüzumsuz Adam”. O, hep cepte taşınmıştır, “Biblo” gibiymiş çünkü yazdıklarıyla. Bir insana dönüştüğü sanılmıştır hep, yani o insandan sayılmamıştır, insan üstü bir yerdedir duruşuyla, soyluluğuyla. Onu düşüne düşüne konulduğu yer de özelleşmiştir çünkü, fark buradadır aslında. Okula uzaktır, okul kaçkını olduğundan. Sıradan, tebeşirden ürküp duran. Öğrendiğini göstermeyen belki de bakarak yaşayan, öğrenen, dünyayı yüreğine kazıyan. Okuldan kaçtı kaçmasına ya kendi okulunu da yaratmadı mı öyküleriyle, öykülerinde? “Türkçemizde bir öykü tadı varsa/ Öykülerin resimli ya da resimsiz diye iki türü varsa”, çünkü “iki türde de yaşamış yaratmış biridir”. Şimdi okullar uğraşıp duruyor yazdıklarıyla. Sait Faik kadar yaşamıyla, yazdıklarıyla dünyaya kendini iyice perçinlemiş kaç yazar vardır acaba? Gökyüzü ıslanınca o da ıslaktır alabildiğine. “Ağaçlar ıslanınca” yağmuru özlermiş mutlaka. Gözleri maviymiş adanın denizi, göğü gibi. “Gülerken/ koyulaşır”mış “Koyu karanlıksız mavi” olurmuş. Tek başına gezermiş okul kaçkını gözlerini de alıp yanına, gölgesinden başkası olmazmış yanında. Gülümsermiş yapayalnız gölgesine. Bir “acılık” varmış her halinde belki de Adapazarı depreminden kalma. Dağlarca, Sait Faik’in Büyükada vapuruna yakıştığını söylüyor. “Heybeli’de inerken”, “okuldan kaçmış gibi” olurmuş da ondan. Annesi Heybeli’de yaşadığı için severmiş orasını bir de. Her yıl 11 Mayıs’ta sevenleri Sait Faik’i Heybeli’de anıyor ya, ama kim bilir nerededir Sait Faik onca kalabalığın arasında? Hangi sinemada olduğunu kim bilecek? Belki de uyuyup kalmıştır bir yerde. Dört dizeyle anlatılabilir mi Sait Faik. Dağlarca “Bir dikdörtgen” çizerek deniyor bunu: Bütün çizgileri kaldırıyor sonra. Geride kalan boşluk ise, Sait Faik’ten başkası değil midir yoksa? ışığını çıkardığını kocaman gecelerden”. Onca kalabalık arasında “ayrı ayrı” biri olduğu için Dağlarca, onu, “birisi” diye anıyor. Bildiğini iyi bilen biri olmasaydı Sait Faik, onca öykü nasıl çıkardı karanlıkları yırta yırta aydınlığa? Yazı yazanlar en başta neyi yitirirler acaba? “Anneleri mi hayır/ Kardeşleri mi hayır”. Geriye ne kaldı? Has yazarlar ilkin, “kendi yüzleri”ni yitirirlermiş başkalarının yüzüne bakmaktan, onları yazmaktan, başkaları olmaktan. ÖLÜM YERİNE AYRILIK Dağlarca anıştırma ve göndermelerle de Sait Faik’i anlamaya ve anlatmaya çalışıyor: Eğer “âşık” oyunu oynasaydı Sait Faik, “gece gündüz” kazanırmış. Oysa “Onun öyküleri/ Geceleri gündüz”müş, “gündüzleri” de “gece”ymiş. Belki de onun için “Bütün yazılarında/ Evsizdir/ Arkadaşsızdır” küçüklükte gördüğü baba baskısından. Başkalarının yaşamını oynar, kendisi bir kenarda durur, bakarmış. Onun için “içinde olmadığı bir kalabalık”mış bu dayanılması zor “toplum”. Onun yolculuğu “doğa yurttaşlığı yolculuğu”ymuş: Hiçbir şeye baş eğmeyen, karşı durmayı da öne çıkarmayan, bununla oyalanan: “Yarısı var/ Yarısı yok” saymış kendini bu yüzden. Düşlediklerini bölüşmek için yaşıyormuş aslında. Dağlarca’nın şiir imbiğinden süzülmüş şu iç dize de onu anlatır: “Devlettir/ Bir yeryüzü devletidir kendileyin/ Sürüp giden yaşamak” “Ölüm Allah’ın emri/ Ayrılık olmasaydı”ya şöyle bir yorum getiriyor Dağlarca, düşünceyi tersyüz ederek: “Ayrılık Allah’ın emri olsaydı/ Ayrılık ölüm yerine geçseydi”? “Ayrılık derken/ On kez yüz kez ayrılsaydık” Ölmekten daha zor olmaz mıydı? Hem de nasıl güç gelirdi bize, yaşamımızın anlamı kısalırdı da kısalırdı. Yaşı olmayan biridir Sat Faik. “Annesinin/ O gün verdiği yaşla” yaşayıp gitmiştir işte. “Yüzü sarı”dır o yüzden. Onun için İlhan Berk onu “sarı bir kavuna” benzetir. Değişmeyen bir çocuktur, Sait Faik, ama “sakalı iki günlük”tür hep. Dağlarca, İçeri Sait Faik’te, şiirini şaha kaldırıyor. Özgün bir yazarın dünyasına tümüyle eğiliyor; onu tanıdığı ve tanımadığı yönleriyle ele alıyor şiirlerinde. Yüreği Sait Faik için atıyor, sözcükleri de bu soy yazarı yeniden armağan ediyor bize. Onu yepyeni, ama hiç değişmemiş, özgünlüğü hiç bozulmamış haliyle basıyoruz yüreğimize ve katık ediyoruz küçük dünyalarımıza; zenginleşmek için kendi iç evrenimizde. Öykülerindeki Sait Faik’le, Dağlarca’nın dostu bu benzersiz dizelerde, imgelerde buluşuyor hiç kopmamacasına. İçe dönük Sait Faik’le, dışına vuran yazar Sait Faik’i keşfediyoruz Dağlarca’nın sözcükleriyle; bir daha unutulmasın, unutmayalım diye. İçin için ağlamıyor Dağlarca yaktığı bembeyaz ağıtlarda; dostunu çok özlediğini dünya âleme ilan ediyor. İçeri Sait Faik, binlerce parçaya bölünmüş de öteki yarılarını arayan yaralı, kırgın sözcüklerden oluşan bir ağıt değilse, başka ne olabilir ki? Aslında şu sorunun hiçbir önemi yok: “Sait Faik yaşadı mı yaşamadı mı Bu ayrı bir öyküdür Sait Faik’ten başka” Dağlarca’nın yeni şiirlerini mi okudum ben? Yoksa Sait Faik’i mi yaşadım Dağlarca’nın dizelerindeki süzme ezgilerden?? İçeri Sait Faik/ Dağlarca/ YKY, Nisan 2008/ 44 s. SAYFA 11 DÜŞ GİBİ BİR YAŞAM Sait Faik aramaların adamıymış: Ağaç, kuş, balık, papatya, yemişçi, çocuk, bulut... arayan biriymiş. En çok da kendisini ararmış başka şeyleri tararken gözleri. Bir de “arkadaş” aradığını söylüyor Dağlarca. Dünya, aslında onun bir arkadaşı gibidir onca nesneyle bizi sarıp sarmalayan. İşte o nesnelerin her biri onun can dostudur. İlhan Berk gibi nesnelerin yüreğine sokulmuştur ömrü boyunca. Soy yazarlar dünyaya nesnelerle bakmasını bilenler değil midir zaten? Tümüyle kendini ele vermeyen bir yazarmış Sait Faik, Dağlarca’ya göre. Hep yarım dolaşırmış, gizlermiş öteki yarısını. Bu yüzden kendine kaçarmış durmadan. İçindeki sözcüklerle söyleşiyormuş da ondan. İçinde birikenleri anlatıyormuş sözcüklere. Sonra da onların elinden tutup öykülerinin başına oturuyormuş çok zengin bir adam gibi. Onun yoksulluğu kimin umurunda, öykülerindeki zengin sözcüklere düşüyor okurun yoksul gönlü. Düş gibi aslında, ya da düşte, düş gibi bir yaşam: “Bu toprağın adını” bilmeden insanların arasında yaşamış. Yöneticilerin adını bilmezmiş, hiç bilmemiş. Kim biliyor o günkü yöneticilerin kim olduğunu? “Yasa çıkaranların toplandığı yeri” de bilmezmiş. Garip ya da inanılması güç ama “ayları günleri” de bilmezmiş. Çok iyi bildiği bir şey varmış ama: “Gün CUMHURİYET KİTAP SAYI 954