Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘İçeri Sait Faik’i... Dağlarca içre Sait Faik Sait Faik’i anlatmanızı isteseler, onu nasıl betimlerdiniz acaba? Sizi bilmem ama Dağlarca onu şöyle tanıtıyor bize: “Kimseyi aramayan adam/ Kimseye açılmayan adam/ Okuma yazma bilmeyen adam/ Gözleri yok göz uydurmuş” adam, “elleri yok el uydurmuş” adam, “ayakları yok ayak uydurmuş” adam ve en önemlisi de “dili yok dil uydurmuş” adam. İnsanı uydurmamış has bir yazarın yapyalın portresini bir çırpıda böyle çiziveriyor büyük şair. zinle. Oturmaz, gezinirmiş durmadan. Yanınızdayken de uzaklarda, bir yelkenlinin peşindeymiş belki ya da bir çocuğun yüzüne dalıp gitmiş olurmuş. Ama konuşurmuş, gülermiş sizinle, karşı koyarmış bir şeylere belki, ama onu görmek ne mümkünmüş! Kendi buradaysa, aklı kim bilir neredeymiş! Yanınızdan sendeleyerek biri giderse, siz içtiğiniz halde, işte oymuş Sait Faik. Bir gölge gibiymiş dal gibi gövdesiyle. Öyküdeki, Türkçedeki büyük başarısını, “İstanbul’un tüm bölgelerinde/ Büyük bir yabancılık” çekmesine borçludur desek buna inanır mıydı acaba? Oysa mekân tuttuğu, “Beyoğlu ile Şişli arası/ Bütün İstanbul”muş onun için. “Bir eski İstanbul”muş “İstanbul içinde”. Ama, ne tuhaftır ki “bir gün bile İstanbullu olmamış”. Yabancı kalmayı başarmış, azınlık olmuş tek başına. “Başka bir yeri de” bilmemiş hiç yaşadığı mekânların dışında. Aslında ya da işin gerçeği “gideceği yeri arayan bir mektup”muş o. Sait Faik’in en güzel öyküsü herkese göre değişir doğal olarak. Onu ve öykülerini düşününce kimin yüreğini “birden bire güvercinler” sarmaz “tüyleri değişik biçimleri değişik sesleri değişik”? Üstelik “esen yelleri bile başka başka”yken. Düşününce işin içinden çıkamıyor insan: Acaba “Sait Faik yaşadı mı, yaşamadı mı”? İşte bu da “ayrı bir öyküdür Sait Faik’ten başka”. Kendi öyküsüyle öykülerinin öyküsü hep uç uca ya da iç içedir onunla da, onsuz da. ‘KİMSEYİ ARAMAYAN ADAM’ Sait Faik, “Biri değil/ Birisi”dir diyor Dağlarca. “Arkadaşlarından biri/ Yıllarca konuşmadıklarından biri/ Tam tanımadıklarından biri” gibidir “kendine”. “Birisi birinden daha uzaktır”, Sait Faik’te kendine. Çünkü “yalnızlığın ta kendisi”dir “yerden göğe dek sevinmesi”. Yalnızlığını sever, başkası değildir çünkü. Sait Faik’i anlatmanızı isteseler, onu nasıl betimlerdiniz acaba? Sizi bilmem ama Dağlarca onu şöyle tanıtıyor bize: “Kimseyi aramayan adam/ Kimseye açılmayan adam/ Okuma yazma bilmeyen adam/ “Gözleri yok göz uydurmuş” adam, “elleri yok el uydurmuş” adam, “ayakları yok ayak uydurmuş” adam ve en önemlisi de “dili yok dil uydurmuş” adam. İnsanı uydurmamış has bir yazarın yapyalın portresini bir çırpıda böyle çiziveriyor büyük şair. Gerçeğin resmini çizmiş demek değildir bu. Öykünün gerçeğiyle hayatın gerçeği arasında dağlar kadar fark olduğunu bilmeyen mi var? Dağlarca, Sait Faik üzerine ölümünün Sait Faik yazdıklarının içtenliğiyle. Gölgesi kalmıştır bize dedik ya her yerde, yürüyen, düşünen ve baktığını kendince gören. Baktığı yer “kim”dir, nedir aslında, açıkçası pek bilinmeyen. Duygular “birer bilgindir” ama, bırakıp giden, giderken bırakılan duygular, belki de yazı düşleri, düşünceler, yaşarken üstü örtülmeyen, öykülerde özgün bir biçimde karşımıza çıkıveren.. Abasıyanık değil, “aba”sı nereden olacak ki, “doğru dürüst” giysisi bile yokken. Şapkası “yokken”, ayakkabıları ondan “ayrı giderken”. Onu “tedirgin eden” giysileri değilmiş,”O mavi” gözleriyle” gördüklerinin peşinde olmuş hep. Oysa Sait Faik her yerdeymiş tedirgin yüreğiyle: “Nerde yoksul varsa/ Nerde küs varsa/ Nerde aldatılmış varsa/ Nerde yalanlarla baş başa kalmış varsa/ Nerde dul varsa” o değil mi? İnsanın olduğu her yerdedir yani, gözlemlerini, duyduklarını, tanık olduklarını, yaşadıklarını, bağlandıklarını konuşturmak için yaşamış gibidir. ‘BİTİŞİK AYRILIKLAR’ Onu tanıyanlar için buluşmalarda Sait Faik, “Geldiği günler/ Gelmemiş gibi”ymiş. Varla yok arası yani. “Gelmediği günler” de “gelmiş gibiymiş” hep. Yokla var arası yani... Kendini silmeyi iyi becerenlerdenmiş o da. Kendini anlatma derdine düşmüş çenesi düşüklerin, gösteriş budalalarının, övünecek hiçbir şey olmayanların övüne övüne şişinip durduğu bir ortamda Sait Faik, kendini görünmez kılmayı ustalıkla başarmış kendi içine dalıp giderek. Bu bir başkalıktır elbette, bir ayrıcalık mı deseydim yoksa? Onu tanıyanların ortak yazgısı gibidir şu saptama: “Sanki bütün sözlerinde bütün davranışlarında/ Bir ‘arkası yarın’lık var”mış. Bunu biraz daha açıklayalım Dağlarca’ya dayanarak, “Bitişik ayrılıklar” diyor buna Dağlarca: Yani “ne bitişiktiler ne ayrılıktaydılar”. Boyu gibi “uzun” bir yazıdır Sait Faik, “Neresinden başlarsanız/ Orasından başlayan”. “Sanki günlük bir gazetedir” diye sürdürüyor betimlemesini Dağlarca, “yazısız bir gazete”. Yıllarca saklayıp “sonradan sonradan okuduğumuz” ve hiç bıkmadığımız. Kendi resimlerini sevmeyen bir yazardır Sait Faik. Kendi fotoğraflarına dayanamadığını imliyor Dağlarca. Çünkü öğleden önceki haliyle öğleden sonraki durumu birbiriyle hiç barışık olmamış. “İki bölümdeki” kişiymiş, iki bilinmeyenli denklem gibi bir yerde. Gece gündüz gibi buluşmaz, belki de barışmaz biridir kendisiyle. Bunun nedeni şu olabilir mi acaba? “Belki de yinelemek istemiyordu kendini/ Yaşlanmamak istemiyordu belki de”. Çünkü “Sağlığını/ Gıdım gıdım yaşayan” biriymiş. Tıpkı Dağlarca gibi uzun bir ömür biçmişti kendisine de bunu dile getiremedi ve yenildi hayatın onca yüküne. Ömrünün kısa olduğunu düşünen biriydi belki de Sait Faik. “Baktığını hemen görmesi/ Tedirginliğini hemen yaşaması/ Tanıştığını hemen bitirivermesi/ Zenginliği”dir aslında, diyor Dağlarca onu betimlemeyi sürdürürken. Sevilmeye alışık değildi beki de ya da “sevilmeyi”, “sevmeyen” biriydi. Hayata karşı mıydı “dargınlığı”? Bütün gün gördüklerini cebinde taşıyan da biridir bu büyük yazar. Taşıdığı nesnelere, insanlara, mekânlara ev olmuştur hep yazdığı öyküler. Anlatması çok zor bir durum, anlaşılması da bir o kadar kolay olmayan. Dağlarca’dan Sait Faik’i özetlemesini istesek, İçeri Sait Faik’te yaptığı da bu olmasına karşın, acaba nasıl yanıt verirdi bu isteğimize? “Yüz sözcük bir kâğıt et ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 954 Ë Gültekin EMRE zun İkindi’den (1981)“Sait’e Ağıt”, “Yıllardan Sonra Sait’le” ve “Akağıt”. Bu üç şiir kalmış belleğimde Sait Faik’i bana kazandıran, durmadan anımsatan. “Deniz mavisinden erken” bir ömre biçilen ağıt, “Bunca sevgiden sonra”. Peki ne zaman? “Ölmüş annesini öperken”, “eli ayağı uzak” olsa da, “ölmüş çocuklar izin vermeden” ölümüne “yüzünde sarışın çocukluğu”. Onun öykülerindeki balıklar da ölür mü, üşür mü acaba diye düşünür çocukluğuna çok uzak bir çocuk? Ölmüştür ağaç ve gölgesi, yok gölgesi değil; gölge kalır geride. Peki “ölmek yaşamaktan iyi mi ki” de ağıt yakılıyor Sait Faik’in peşine? Gölge kalır geride: “Bu yolda kocaman sinemalar kocaman camlar önünde” düşünür dingin sokak gürültüleri. İnanılmaz kaç yıl geçti aradan? Oysa “dün gibi” daha. “İşte yakanı kaldırdın uzun parmaklarınla”. Yüzünü çeviriyorsun yapayalnız kalabalıklara: “Sarı yüzünde ak kırmızı bir ince sakal”. “Büsbütün”, “üşüdün”, “yün” gibisin ya, aslında “Yanında çocuklar balıklar kuşlar”, “düşündüğün gibisin” ey Sait Faik! Sonra yepyeni bir kitap, unuttuğum sandığım yazarla gönlüme yeniden taht kuran, hem de Dağlarca’dan: İçeri Sait Faik. Peki ne zaman girdi İçeri Sait Faik? Dağlarca’nın içinden çıktı mı ki onun o upuzun sarışın gölgesi? Hep içerde değil miydi onca öykü, yaşam ve yeni şiirlere ağan? Yorgun bir gün, kalem değil ama. Belki kendisi. Belki her zamanki kahvede. “Çıkardı kalemini çakısını.” Halkın olduğu her yerde bu böyle. “Uyur gibi yazmaya başladı.” Öyle dalgın ve kendin geçip gitmiş. Yaşıyor mu acaba? “Yiyecek gibiydi yazdıklarını”. Yese doyar mı yazdıklarını? Biri ona, “Bu da geçer yahu” dese, ki demişlerdir çokça, o da, “Ben de geçerim yahu” der, demiştir. Ama, yazdıkları kalır sararıp solmadan o geçip gitse de sessizce bu dünyadan. Sait Faik’le birlikte olduğunuzu sanırmışsınız. Oturduğunu sanırmışsınız siSAYFA 10 U Dağlarca, İçeri Sait Faik’te, şiirini şaha kaldırıyor. Özgün bir yazarın dünyasına tümüyle eğiliyor; onu tanıdığı ve tanımadığı yönleriyle ele alıyor şiirlerinde. ardından başlamış yazmaya ve ölüm yıldönümlerinde onu hiç yalnız bırakmamış, durmadan bu büyük yazarı yüreğinde taşıyıp durmuş, dizelerinin tüm kapılarını onun dünyasına açmış. Onu düşünmüş, düşlemiş. Yakın bir dostu olarak aramış. Sevdiği bir yazar olarak özlemiş, yokluğundan etkilenmiş. Onunla iyi, “güzel” bir arkadaşlığı olmuş hep. “Ölse bile bir yere” gitmeyen. Sait Faik, “büyük yeryüzü sevgisiyle” “Gidici değil/ Kalıcı” olmuş büyük bir yazardır Dağlarca’nın gözünde. Yazdıklarının içtenliği aslında en büyük yaratıcılıktır. Bir has yazarın varacağı en son yere varmış