19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ cesel bir aşk öyküsünün kahramanı âşık Kerem’i çağrıştırıyor. Hani Kerem, kendinden kaçırılan Aslı’nın izini bulmuş, onun yanına varmıştır; yanında biraz daha kalmak, yüzüne biraz daha fazla bakabilmek için tüm dişlerini çektirir ya, sanki Kemal de aynı şeyi yapabilir gibi geliyor bana; öylesine yakıcı, sayrılıklı bir aşkın içindedir. Aşkın sabır, inat, bekleyiş, acı ve çile çekme gibi halleri, Kemal’in ruh ikizi, bir başka roman kahramanını anımsatıyor: Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ın başkişisi Florentino Ariza’yı... Onun Fermina Daza’yla yaşadığı aşkla bizimkilerin, Kemal’le Füsün’un aşk arasında kimi benzerlikler vardır. Acılı ve çileli bir bekleyiş süreci içinde olmuştur Florentino Ariza da. Beklemenin gerektirdiği sabır ve inat her ikisinde de ortaktır. Florintino, Freminna’ya mektuplar yazmış, nice uykusuz geceler geçirmiştir Kemal de. Zamanı bir tartımdan geçirme, yaşanılan acılı aşk günlerini sayılarla somutlama her ikisinde benzer bir tutumdur. Kemal’in aşkı on yıl sürmüştür; bu on yıl içinde tam yedi yol on ay Çukurcuma’ya Füsun’u görmeye gitmiştir. 409 haftada, onlarla 1593 kez akşam yemeği yemiştir. Florintino’nun çileli bekleyişi ise çok daha fazla, onun deyişiyle “Tam elli bir yıl, dokuz ay, dört gün”dür. ÇOK KATMANLI BİR ROMAN İnsanı, içinde doğduğu tarihsel, toplumsal koşullardan soyutlayamayız. İnsanın bireysel tarihinin ardında bu koşullar yatar aslında. Burada Milan Kundera’nın Roman Sanatı’nda söylediği şu sözler geliyor aklıma: İnsan ve dünya sümüklüböcek ve kabuğu gibi bağlıdır birbirlerine. Dünya, insanın bir parçasıdır, onun uzantısıdır; dünya değiştikçe varoluş da (dünyada konumlanmış olma) değişir. Balzac’tan bu yana varoluşun “dünya”sı tarihseldir ve roman kahramanlarının yaşamı, tarihlerin belirlediği bir zaman uzamı içinde geçer. Masumiyet Müzesi’ne bu açıdan bakılırsa onun çok katmanlı bir roman olduğu söylenebilir. İlk katmanında Kemal’le Füsun’un “melodramatik” aşkları verilirken öteki katmanlardaysa toplumsal yaşamımızdaki değişimler, dönüşümler, siyasal dalgalanmalar yansıtılıyor. İçeceklerden yiyeceklere, giyim kuşamdan kullanılan eşyalara, geleneklere, törelere değin birçok şey etkileşimsel bir örüntü içinde veriliyor. Daha doğrusu “romanını insan manzaraları” tarihsel, toplumsal koşulların içinde oluşturuluyor. Bu da ister istemez romanın söylemsel örüntüsünü etkiliyor, değişik söylemler üretiliyor. Yalınlaştırarak belirteyim, üç tür söylem biçimi ağır basıyor romanda. İlki, sevişme sahneleriyle, “yüksek sosyete” diye adlandırılan kesime özgü ilişkiler ağının betimlenmesinde kullanılan “magazinsel söylem”. Şu türden kışkırtıcı, ışıltılı söz ve sözcük öbeklerine dayalı: “Çok özel, çok hoş, çok güzel bir kız”, “sümbüller, kır çiçekleri ve yapraklarla kaplı ona çok yakışan cici bir gömlek”, “güzelim saçlarını özenle, şefkatle okşama”, “içimde kıvranarak baş kaldıran cinsel hayvan”, “göbeğinin kendine özgü çukuru”, “cennetten çıkma mutlu bir köşe”, “ıslak ağızlarımız”, “birbirini cesaretlendiren dillerimiz”, “kadife teninin üzerindeki ve içindeki zevk noktaları” gibi... İkincisiyse sözcüklerin duygusal ve çağrışımsal anlamları dışında, ilk anlamlarına dayalı öğretici boyutlu denemesel söylem. Bunu, bir küçük alıntıyla örneklendireyim: İsa’dan 1975 güneş yılı sonra İstanbul’un merkezi olduğu Balkanlar, Ortadoğu ve Güney ve Batı Akdeniz topraklarında, genç kızların “bekâreti”, evliliğe kadar korunması gereken kıymetli bir hazine olmaya devam ediyordu. Batılılaşma, modernleşme denen süreçler ve daha çok da şehirleşme sonucu genç kızların gittikçe daha ileri yaşta evleniyor olmaları, bu hazinenin pratik değerini İstanCUMHURİYET KİTAP SAYI 977 bul’un bazı semtlerinde hafifçe düşürmeye başlamıştı. Batılılaşma yanlıları uygarlaşmayla eş tuttukları modernleşme sonucunda bu ahlakın ve hatta konunun unutulacağına iyimserlikle inanıyorlardı. Romanın akışı içinde asıl öne çıkan söylem biçimiyse “melodramatik” bir doku taşıyanıdır. Bu doku içinde kullanım sıklığı en yüksek sözcüklerden biri “acı”dır. Öyle ki, öfkeye, korkuya, umutsuzluğa, kıskançlığa dönüşerek anlatımın ateşini yükseltiyor. Uzaktan uzağa da hafif roman söylemine “selam” gönderen bir ton da taşır: ...Şimdi acı öldürücü ve zalimdi ve beni, kurbanının canına hiç değer vermeyen vahşi bir hayvan gibi tüketiyordu. Ölü gibi yatağa uzanmış, çarşaflara sinmiş kokusunu kokluyor, altı gün önce bu yatakta nasıl mutlulukla seviştiğimizi hatırlıyor ve onsuz nasıl yaşayabileceğimi düşünüyordum ki, direnemediğim bir kıskançlık duygusu, içimdeki öfkeye karışarak yükselmeye başladı. Füsun’un kendine hemen yeni bir sevgili bulduğunu düşünüyordum. Kıskançlık acısı zihnimde başlıyor, kısa zamanda midemdeki aşk acısını tetikleyerek beni bir çeşit yıkıma sürüklüyordu. Kurgusal yönden olsun, söylemsel ve biçemsel yönden olsun Masumiyet Müzesi’yle Orhan Pamuk, romancılığındaki ilk evreyle, daha doğrusu Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Beyaz Kale’deki çizgisiyle yeniden kan bağını kuruyor. Neye dayanarak söylüyorum bunu? Orhan Pamuk, Sessiz Ev’le 1984 yılı Madaralı Roman ödülüne katılmıştı. Seçiciler Kurulunda ben de vardım. Diri, yalın, derinlikli bir anlatımı vardı. Gözlemci bir gerçekçilikle insan ve toplum düzenimize ayna tutuyordu. Ödülü, oy birliğiyle ona verdik. Ne var ki o romanından sonra yazdıklarında dilsel ve kurgusal bağlamda bir sapma oldu. Yeni Hayat, Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Kar çok satan, ancak az okunan kitaplar olarak nitelendirildi. Nereden geliyordu bu? Soru hep tartışma gündeminde kaldı. Orhan Pamuk’a ödül veren bir kurulun üyesi olarak tartışmalara ben de katılmıştım. Okuma güçlüğü yaratan nedenler, kimi kurgu oyunlarından, bu oyunlara koşut yapısal yönden yığışımsal, sözdizimsel açıdan özürlü tümcelerle örüntülenmiş kılçıklı bir dil kullanılmasından geliyordu. Bu durum, Masumiyet Müzesi’nde en aza inmiş. Yine kimi tümcelerde sözcükler Türkçe sözdizimine aykırı biçimde kullanılmış: “Sonra annemle benim soframızda, yirmiye yakın yıl hakkında hiç konuşulmadan durdu.” (s. 28), “Satıcı çığlıklarından kopup gelen pek çok şey” (s.65), “Böylece küçüklüğümde annem ve ağabeyimle Tünel’den eve dönerken bindiğimiz tangır tungur Maçka ve Levent otobüsleri yazıhane penceremin önünden geçerken, ben Füsun’a duyduğum heyecanın, yapmak istediğim mutlu evliliği zedelememesi için şu anda yapabilecek çok fazla bir şeyim olmadığını anladım” (s.80), “Eski bir dost gibi, yüzüne, gülüşüne ve dudaklarına aşina hissettim”( s.92)... Dediğim gibi Orhan Pamuk’un bu romanı, hem kurgu hem dilsel örüntü yönünden romancılığının ilk evresine dönüşün izlerini taşıyor. Belki de yanılıyorum. Ancak Kemal’in, Füsun’un aşkıyla yaralanmış yüreğini anlatan roman, böyle bir izlenim yarattı bende. Bir de, Kemal’in yaşamını altüst eden aşkın doğallıktan uzak olduğu... Masumiyet Müzesi’ndeki aşk için “yıkıcı”, “çıldırtıcı”, “erotik”, “acılı” gibi çok değişik nitemler kullanılabilir. Bana göre bu aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük “hormonlu” nitemidir. Kimi meyveler, sebzeler vardır. Biçim, renk yönünden, ötekilerden ayrılan, albenili bir görünüş taşır. Alırsınız, ne ki ötekilerde bulunan doğal tadı bulamazsınız onlarda; çünkü hormonla beslenmişlerdir. Masumiyet Müzesi de böyle işte, hormonlu bir aşk romanı... ? SAYFA 25
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle