19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Münir Göle’yle ‘Uzak Bir Gölge’ Uzaklaşmak, yaklaşmaktır Münir Göle, Uzak Bir Gölge adlı romanında, duygusal ilişkisindeki beklenmedik gelişmenin ardından sisler kenti Prag’dan denizler kenti İstanbul’a kaçan ve bu iki kent arasında mekik dokurken belleğinin dehlizlerine inerek orada ilk kez kendi karanlık yansısıyla karşılaşan, bir erkeğin hikâyesini anlatıyor. Ë Eylül YILMAZ lk romanınız Uzak Bir Gölge, sekiz yıl aradan sonra tekrar yayımlandı. Bugünden geriye baktığınızda, bu yapıtı edebi kimliğiniz ve yazma eylemiyle ilişkiniz çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzak Bir Gölge, ortaya çıkma, görünme açısından talihsiz bir başlangıç yaptı. Kitabın yayımlanmasından kısa süre sonra yayınevinin yaşadığı sorunlar, romanın dağıtımını engelledi. Kitap doğduğu sırada kayboldu. İşin kişisel boyutunda, kaybolmalara karşı özel bir merakım var. Kayıp kitaplar, kayıp yazarlar, kimliği bilinmeyenler, sırra kadem basanlar, kaçanlar, kopanlar, saklananlar benim için çok önemli. Bu kaybolmalar silsilesine ufacık bile olsa benim de katkıda bulunmam, belki daha sonra daha geniş çaplı başka bir kaybolmanın kapısını aralar, kimbilir. Uzak Bir Gölge’nin yazımı üç yıla yayılmıştı. Can Yayınları’na teslim etmeden önce tekrar okudum, gözden geçirdim, ama üzerinde fazla oynama ihtiyacı hissetmedim doğrusu. Kişisel bağlamda ise, kitabın içeriğinin gizlice benim hayatıma sızmış olduğunu fark etmem ilginç bir deneyim oldu. Kimi şeyler içeride, pusuda bekliyorlar hep; bazen bir uç gösteriyorlar, sonra uslu uslu doğru zamanlamayı beklemek için kayboluyorlar. Uzak Bir Gölge birçok açıdan benim için büyük önem taşıyor. Sanırım beraberinde çok şey getirdiği için, dönmesine en çok ben seviniyorum. On yıldan kısa geçmişinde, sanki daha güncelleşti, benim beklemediğim bir şekilde daha güne ayarlı hale geldi. Romanın iskeletini bir kadınerkek ilişkisi ve kadının eski sevgilisiyle karşılaşmasıyla birlikte bu eski sevgilinin, erkeğin zihnindeki temsili oluşturuyor. Fakat bu yalnızca, başkarakterin içsel yaşantılar yolculuğunun çıkış noktası, bahanesi. Duygusal geçmişimize balıklama bir dalış yapmak için her zaman böyle ani, tetikleyici bir gelişmeye ihtiyacımız var mı, yoksa gündelik hayatın sıradan bir noktası da bizim için bir uyanış anına dönüşebilir mi? Ben kitabın yazımı sırasında, daha derine inebilmek için böyle bir konu seçtim. Oradan asıl eşelemek istediğim yörelere kolay açılabileceğim inancıyla yola koyuldum. Romanı yazdığım sürece, başkarakterin nasıl davranacağını, kurgunun nasıl gelişeceğini bilmeden bir bölümden ötekine yazdım. Kurgusu baştan belli olan romanlar kendilerini hemen belli ederler, nedense beni fena sıkarlar. Ben kendi yazdığımın bilinmeyene yaslanarak kendi SAYFA 18 İ yolunu çizmesi gerektiğine inanıyorum. Bu bilgisizlik, bence daha içeride bir şeyi tetikliyor. Bilince çıkmamış bir gerçek, yüceltilme ya da biçimlendirilme yoluyla bilincin denetimine girdiğinde, yaratıcılığını da kısmen yitiriyor; yazının genleşmesini baskı altına alıyor. Bunlar hep temel, ama gündelik özgürlük sorunları. En azından yazarken (ve de okurken) silkelenilmesi gereken durumlar. Gündelik hayat, tüm sıradanlığında, sayısız uyanış anı barındırıyor içinde; buna karşın uyuşmayı seçmiş olanın uyanışa falan varması zaten mümkün değil, diyebilirim. Ama beklenmedik bir olgunun, kişinin o güne dek farkına bile varmadığı dev bir ağı ortaya çıkarıp onu hızla sökmeye zorlaması ihtimalini de gözden uzak tutamam. Proust’un madlenleri bunun doğal örneği. Belki de bu yüzden, duyguların herhangi bir kurala göre hareket etmedikleri bilgisini kabullenip çeşitli açılımlara hazırlıklı (belki de hazırlıksız demeliyim) olmakta yarar var. SUÇ ORTAKLIĞI Başkarakter, roman boyunca sisler kenti Prag ile denizler kenti İstanbul arasında gidip geliyor. Burada Prag, rastlantısal bir seçimin sonucu mu? Mesela bu hikâye Paris ve İstanbul arasında da aynı minvalde şekillenebilir miydi? Birçok kentin özgün atmosferi olduğuna inanıyorum. Yıllardır uzaklarda oturan biri olarak, İstanbul beni birçok açıdan yoruyor, kırıyor, boğuyor; bazen de boşalan depomu dolduruyor, yeniliyor. İstanbul kadar büyük başka kentlerin de beni olumlu ya da olumsuz etkilediğini sık fark ediyorum. Prag, kendini bu anlamda empoze etti. Daha ilk gidişimde kentin büyüsüne kapıldım. Karıştırdıkça bu sezgiyi haklı çıkaran nedenleri de keşfettim tek tek. Prag’a defalarca gittim, kitabın birçok bölümünü orada yazdım (hatta bir yere gizlice kendimi de sıkıştırdım, kendimle göz göze geldim). Kitabın yazımı bittikten sonra da kente gidip gelmeyi sürdürdüm. Hayatımın önemli değişikliklerine Prag’ı da kattım. Kendimce, tuhaf bir suç ortaklığı geliştirdim kentle. Münir Göle’nin ‘Uzak Bir Gölgesi’ sekiz yıl aradan sonra tekrar yayımlandı. Benzer bir öykü başka bir kentte de geçebilirdi tabii, ama o başka bir öykü olurdu. Benim roman kahramanımla Anna’nın öyküsü Prag’da geçmeliydi, öykünün Prag’ın gölgelerine ihtiyacı vardı. Önemli olan, o az önce söz ettiğiniz iç yolculuğu tetikleyen olgunun ya da gündelik hayat kırıntısının nerede ortaya çıktığı. Zaten tüm yaşamlar bir rastlantı sonucu, rastlantısal bir yerde kurulmuyor mu? Prag konusunda rastlantının doğru yönlendirmesinden söz edebilirim. Uzak Bir Gölge’de Prag kentinin, mekân olmanın ötesinde, kısa sürede ete kemiğe büründüğüne ve roman karakterlerinden birine dönüştüğüne şahit oluyoruz. Tıpkı insanlar gibi kentlerin de birer kişiliği olduğunu düşünürsek, bir kentle ilişkimizde bu kişilikle uyuşmak mı, yoksa o kentteki bireysel deneyimlerimiz mi daha belirleyicidir? Bir kenti benimsemek, o kenti kendimizin bir uzantısı olarak görmek, kendimizi o kentle özdeşleştirmek genelde aidiyet sorununa açılıyor. Romanın dolaylı işlediği konulardan biri de bu belki. Romanın başkişisi önce bir süredir yaşadığı sisler kentine ne kadar yabancı olduğunu hissediyor, kalkıp ait olduğuna inandığı denizler kentine dönmeye karar veriyor, sonra bu gitgeli tekrarlıyor. Bu gitgeller yanılsamalarını ve sağlamalarını daha iyi anlamasına, her şeyin göründüğü gibi olmadığını kavramasına yarıyor kuşkusuz. Bir ailede, bir evde, bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede doğmuş olmak, o ailenin eğitimini, o ülkenin kültürünü almış olmak birçok açıdan belirleyici elbette, yine de bu her şeyi kayıtsız şartsız kabullenmeyi gerektirmiyor sanki. Bir rastlantı dedik az önce, rastlantının payına düşeni vermek güzel, ama işi abartmamak daha doğru bence. Birey için, hayatın tıkanmaması önemli, hangi koşullara uyum sağlanması, hangi kurallara uyulması gerekliliği değil. Bir ‘yer’in roman kişisine dönüşmesinin doğal olduğuna inanıyorum. Bir ‘yer’e ilk attığımız adımda belli belirsiz bir sezgi, o yerle yaşanacaklar konusunda bir bilgi verir insana; en azından benim için geçerli bu. Bu uyuşma (ya da uyuşmama) bireysel deneyimlerin temelini atıyor. Her şey sandığımız kadar denetim altında değil bana sorarsanız. Eski sevgilinin ortaya çıkışıyla birlikte başkarakterin kendini hem sevgilisi Anna’nın hayatından, hem de yıllardır yaşadığı Prag’dan dışlanmış hissettiğini görüyoruz. Bu ötekileşme psikolojisini biraz açabilir miyiz? Genelde kurduğumuz hayatları bir şekilde anlatırız kendi kendimize, başkalarına. Çoğu kez anlattıklarımıza inanır, anlattıklarımızın zaman içinde aslından saptığının farkına varmayız. Sonra bir şey olur; olan basit bir olay ya da derin bir yaradır ve hikâyemizin aslından ne denli uzak olduğuyla yüzleşmek zorunda kalırız. O güne kadar inandıklarımızın, güvendiklerimizin kısmen de olsa sapır sapır döküldüğünü görmek, yabancılaşmaya açılan en kestirme yoldur. Uzak Bir Gölge’nin başkahramanı, o güne dek kendinden bile saklamayı başardığı, görmezden geldiği hortlaklarıyla ansızın karşı karşıya gelince, çoğumuzun yaptığı gibi ‘suçu’ birinin üzerine yıkma eğilimi gösterir. Bu bir kenttir, yüzyıllar önce yaşamış bir kraldır ya da tüm duyularıyla bağlı olduğu kadındır, hiç fark etmez. Önce kendini kurtarması gerekiyordur, ne pahasına olursa olsun. Ama bu strateji beş para etmez; denizmiş, sismiş fark etmez; ne yaparsa yapsın, gittiği her yere hortlağını da götürecektir. Kaçışı yoktur. FARK ETMEDEN YAŞAMAK... Prag’dan bir süreliğine uzaklaşıp daha sonra oraya kaçamak bir ziyaret yapan başkarakter bu ziyaretten, “yaptığı kısacık turistik gezide, kentte yıllarca yaşamakla edindiğinden farklı bir birikime sahip olduğu inancını” taşıyarak dönüyor. Sizce bir kentte yaşarken, o kenti yaşamak anlamında neler kaçırıyoruz? Bu soruya cevap verebilmek için ‘mesafe’ kelimesine tutunacağım. Çoğu kez gündelik hayhuyun içinde, alışkanlıkların ağında, en yakınımızdaki bir çehreyi, bir sokağı fark etmeden yaşayıp gideriz. Neden sonra, herhangi bir nedenle, çevremize farklı bir bakış attığımızda, yepyeni bir şeyler keşfetmek bizi şaşkına çevirebilir. Bu, içinde doğduğumuz, büyüdüğümüz ortam için de geçerli. En yakınlarımızdan geldiği için hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz değerlerin gün gelip altüst olabilmesi gibi, estetik ya da etik kabul ettiğimiz bir şey de bir klişeye dönüşebilir; örnekler de sayısız çoğaltılabilir. Buna karşın, bir yere ayaküstü çabucak bakmayı da bir anahtar olarak görmemeliyiz tabii. ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 977
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle