19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

‘Masumiyet Müzesi’ Hormonlu bir aşk romanı Ë Emin ÖZDEMİR imi yapıtlar vardır, okurken sürekli anıştırmalara daha doğrusu anımsatmalara götürür sizi. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi de o türden. “Benzersiz bir aşk romanı” diye sunulan yapıtın, daha ilk sayfasında Vladimir Nabokov’un, Anna Karenina’yı değerlendirirken yaptığı şu saptamayı anımsadım: “...Aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencildir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.” (Edebiyat Dersleri, s.86) Orhan Pamuk da Kemal’le Füsun arasında kurgulayıp oluşturduğu aşkı, kösnüllükle beslenen bir cinsellik üzerine temellendiriyor. Roman, Kemal’in (anlatıcı ve başkişi) bir yakınmasıyla başlıyor. Füsun’la yaşadığı birkaç saniyelik “o harika altın an”ın anlamını bilememiştir. Bilebilseydi eğer, belki yaşamının yörüngesi değişecek, her şey bambaşka olacaktı. Oysa bilememiştir. Bedenine ve ruhuna mührünü vuran, yaşamını allak bullak eden o “altın an”ı şöyle anlatıyor: 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, cezadan, günahtan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanın kurallarından kurtulmuş gibiydi. Füsun’un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. ( s.11) Ter ve ten kokan bu kösnüllük an(lar)ı, romanın kurgusal dokusu içinde ayrı bir katman oluşturuyor. Kahramanlarımız (Kemal’le Füsun), hemen her gün belirli saatlerde (ikiyle dört arası) Merhamet Apartmanında buluşuyor, cinsel hazzın esrikleştirdiği bedenlerinin coğrafyasında yaşıyorlar. Bu yaşantıyı sürdürürken Kemal, bir yandan da nişanlanmak üzere olduğu sözlüsü Sibel’le işyerindeki odasında sevişmeyi ihmal etmiyor. Bu ikili ilişkiyi geleceğe yönelik bir imgeye dönüştürmüştür kafasında: Sibel’le evlenecek, mutlu bir yaşam kuracaktır; Füsun da kabullenirse metresi olacaktır. Sevişme anlarının bedensel dile dayalı betimlemelerle verilmesi, daha ilk sayfalarda okurları kolayca çekim alanı içine alıyor. Yığın ya da piyasa romanlarına özgü bir ortamın havasını solumaya başlıyor okur. Bu tür hafif romanlarda gördüğümüz güzelduyusal kaygılardan uzaklık, nedenlemelere yaslanmayış, tenselliği insanı anlatmada temel öğe olarak seçiş nerdeyse Masumiyet Müzesi’nin de ayırıcı özellikleri oluyor. Bunun böyle olduğunu Kemal de söylüyor: O sevişme anlarını yeniden yeniden yaşama isteği ve o zevklere bağlılık, hikâyemi sürükleyen temel ateştir elbette. Yıllar boyu ona duyduğum bağlılığı anlamak için o eşsiz sevişme anlarını her hatırlayışımda, mantıklı düşünceler yerine, gözümün önünde sevişme saatlerimizden güzel görüntüler canlandı. Mesela kucağıma oturmuş olan güzel Füsun’un büyük sol göğsünü ağzımın içine almışım... Bilmem söylemeye gerek var mı, donanımlı bir okur, bu sevişme anlarını okurken, ister istemez kimi anıştırmaların içinde bulacaktır kendini. İlk ağızda Ahmet Altan’ın Aldatmak, İsyan Günlerinde Aşk, Kılıç Yarası Gi K “Masumiyet Müzesi’ndeki aşk için ‘yıkıcı’, ‘çıldırtıcı’, ‘erotik’, ‘acılı’ gibi çok değişik nitemler kullanılabilir. Bana göre bu aşkı belirleyecek, en kuşatımlı sözcük ‘hormonlu’ nitemidir” diyor Emin Özdemir. bi romanlarındaki o uğultulu, kızışkan sevişme sahnelerini anımsayacak; sonra da şu soruyu sormadan edemeyecektir: “Niye yazmış bu romanı Orhan Pamuk?” Eğer yazış nedeni aşkı doğuran gücün, bedenin yasaları, tenselliğin sesi olduğunu anlatmaksa, bu konuda ne Ahmet Altan’la yarışabilir, ne de Ahmet Altan kulvarında kulaç atan piyasa romancılarıyla... Öyleyse ben de sorayım: “Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’ni hangi amaçla yazmış, neyi anlatmak istemiştir? Kuşkusuz, sorunun yanıtını bulmak, “okurun işidir, onun görevidir bu”. Böyle düşünmüyor Orhan Pamuk; kendisiyle yapılan röportajlarda, kitabının tanıtım toplantılarında uzun uzun anlatıyor bunu: Topluma aşkın içinden bakmak, âşık olunca bize neler olduğunu, nasıl bir aşkı yaşadığımızı göstermek, aşkı yüceltmeden, ona kutsal bir anlam yüklemeden “aşkın hallerini içinde barındıran değişik bir aşk romanı” yazmak istediğini söylüyor “O ALTIN ANLAR” Romanının olay örgüsünü de doğal olarak bu tasarım doğrultusunda biçimlendiriyor. Temel özne olarak varsıl, kentsoylu bir ailenin otuz yaşlarındaki oğlu Kemal’i seçiyor. Kemal’in karşısına ikincil özneyi, kendisinden on iki yaş küçük, uzaktan akrabası yoksul bir kızı, Füsun’u çıkarıyor. İlk görüşte Füsun’dan etkilenip tensel bir yakınlık duyuyor ona. Bu etkilenim, Merhamet Apartmanı’ndaki “o altın anlar”ı yaşatıyor onlara. Kemal, sözlüsü Sibel’le nişanlanınca Füsun kayıplara karışıyor. Füsun’un izini sürüyor, onunla bağlantı kurmaya çalışıyor. Sonunda izini bulduğu Füsun’un çağrısıyla evlerine gidiyor. Artık Kemal’in bir ayağı Nişantaşı’nda bir ayağı yoksulların oturduğu Çukurcuma’dadır. Bizim kentsoylu, varsıl kahramanımız giderek bir değişime uğruyor, Füsun’un yanında, yakınında bulunabilme uğruna ailenin bir bireyi olup çıkıyor. Nice acılar, çekiler, dışlanmalar, aşağılanmalar yaşanıyor. Sekiz yıllık bir sabrın, inadın, özverinin ardından yeniden “çiçeklenen aşkları” coşkulu bir biçimde değil, “yorgun bir arkadaşlık” kıvamında sürüp gidiyor. Olay örgüsünü tümüyle özetleyecek değilim. Çünkü bir romancıya “neden bunları anlattın da şunları anlatmadın” gibisinden sorular sormak saçmadır. Böyle derken Umberto Eco’nun, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı yapıtındaki denemelerinin birinde “kurmaca anlaşması” diye öne sürdüğü bir kavramı anımsıyorum: Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir; ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Searle’ün belirttiği gibi, yazar gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Ancak, roman kişilerinin davranışları, onların varoluşsal gerçekliklerini yaralayacak bir nitelik taşımaması gerekir. Yazar, kişilerin davranışlarını nedenselliğin dışında tutamaz; kendi isteklerine göre davrandıramaz onları. Böyle yaparsa, yazar, inandırıcılığını yitirir. Bunun için karakterlerin eylemlerini yönlendiren nedenleri uzaktan da olsa sezdirmek, duyumsatmak zorundadır. Bunun gerçekleştirilmediği, okurun karanlıkta bırakıldığı romanların okuma sürecinde “kurmaca anlaşması” da bozulur ister istemez. Romanların dokusu, olay örgüsü üzerinde düşünülürken sık sık sorulan bir soru vardır: Bir yönelim, bir düşünce, bir tasarım, nasıl doğar, eyleme nasıl dönüşür? Hiçbir eylem ya da edim durup dururken olmaz; her durumun mutlaka sezgiyle ya da akılla algılanabilen bir nedeni vardır. Masumiyet Müzesi’ni okuyan gerçek bir okurun kafasında da nedensellik bağlamında kimi sorular doğabilir. Sözgelimi, Füsun, nasıl bir itkiyle hiç duraksamadan, nazlanmadan bekâretini vermiştir Kemal’e? Bu itkide cinselliğin, kösnüllüğün mü payı vardır, yoksa yoksulluktan kurtulma düşlerinin mi? Füsun, Kemal’e “Sana âşık oldum, sana çok fena âşık oldum... Artık bütün hayatım seninkine bağlı” demesine karşın neden birdenbire onu terk edip kayıplara karışmıştır? Ya onca yıl sonra Kemal’i evlerine çağırışı neyle açıklanabilir? Çağırdıktan sonra onunla her türlü tensel iletişimden özellikle kaçınışına ne demeli? Masumiyet Müzesi’nin kurgusal yapısına bütünselliği içinde bakınca çok tanıdık öğeler gördüğümü de söylemeliyim. İlk ağızda Yeşilçam dünyasının “varsıl oğlanyoksul kız” klişesi beliriyor; ardından bu klişenin odağına yerleştirilen Yeşilçam dünyası değişik boyutlarıyla çıkıyor karşımıza; elbette bu dünyanın çürümüş ortamına girmek isteyenlerin düşleri, özlemleri de... Bunun yanı sıra yazarın kimi romanlarından tanıdığımız yüzleri, bildik eylemleri de buluyoruz. Romanın dokusuna sindirilmiş bu tanıdık öğeler, Picasso’ya mal edilen bir sözü düşündürüyor bana: “Ben başkalarını değil, asıl kendimi kopya etmekten korkarım...” Orhan Pamuk, yürekli bir yazar, ikisinden de korkmuyor, çekinmiyor. Belki “kopya” sözcüğü ağır kaçacak; iyisi mi başta kullandığım “anıştırma” sözcüğünü yeğleyeyim. Hem kendi metinlerine hem de başkalarınınkine anıştırmalara dayalı açık göndermeler yapıyor. Örneğin Kara Kitap’ta Rüya, kocasını terk etmiş, İstanbul’un içinde kayıplara karışmıştır, Masumiyet Müzesi’nde de Füsun aynı şeyi yapar; Kemal’i terk edip izini yitirtir. Kara Kitap’ta Rüya’nın kocası Galip, İstanbul’u sokak sokak dolaşır, onun peşine düşer, Masumiyet Müzesi’nde Füsun’un ardından Kemal sokaklarda dolaşır, onu arar. Kara Kitap’ın baş karakterlerinden biri, gazeteci, köşe yazarı Celal Salik’le, Masumiyet Müzesi’nde de yine gazeteci olarak yüz yüze geliyoruz. Yeri gelmişken söyleyeyim, karakterlerini bir metinden başka bir metnine taşıma oyunundan hoşlanıyor Orhan Pamuk. Bunu da kurmaca kişilere gerçeklik kazandırma adına yapıyor herhalde... AŞKIN HALLERİ Romanı okurken Emrah’ın bir şiirinde geçen “Bir yiğit gurbete düşende /Gör başına neler gelir” dizeleri dolandı dilime. Sanki Orhan Pamuk bu dizelerdeki “gurbete” sözcüğünü “aşka” dönüştürmüş. Bizim Nişantaşılı, varsıl, otuzluk Kemal Basmacı, aşka kapılırsa başına neler geleceğini, hangi hallere düşeceğini göstermek istemiş. Peki, neler geliyor başına, hangi hallere düşüyor kahramanımız? Ayrıntılara inmeden söyleyeyim, düşünsel düzeneği bozuluyor ilkin. Aklıyla değil, teniyle düşünmeye başlıyor. Baktığı her şeyde Füsun’u görüyor, “Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar, o anların hatıralarını, renklerini, dokunma ve görme zevklerini bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar”düşüncesiyle Füsun’u anımsatacak, onun elinin değdiği her nesneyi biriktirme tutkusunun sarmalına düşüyor. Nişantaşılı olmaktan çıkıp Çukurcumalı olmaya çalışıyor, bu yeni mekânın tüm olumsuz koşullarına yakınmadan katlanıyor, dahası bundan büyük bir haz duyuyor. “Mutluluğu, insanın sevdiği kişiye yakın olması” diye tanımlıyor, Füsun’un yanında yakınında olabilmek, onunla aynı havayı solumak için günlerce yazlık sinemalarda Yeşilçam filmleri izliyor, Füsunların evine her gelişinde istese de oradan kalkıp gidemiyor bir türlü. Orhan Pamuk, Kemal’e yaşattığı aşkın hallerini “gündelik yaşamın sıradan ayrıntıları”yla donatarak anlatıyor; ama öyle durumlar sergiliyor ki, okuru çağrışımsal anıştırmalara götürüyor. Sözgelimi Füsunların evinde biraz daha fazla kalabilme bahaneleri yarattığı sahneler, abartılı da olsa, söylen ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 977 SAYFA 24
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle