19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ Yoksa turizm acentalarının bir haftaya sığdırdıkları beş kent, iki kıta gibi uyduruk turlarına bile övgü düzmek zorunda kalırız, yazık olur. Buna karşın, bir yöreye doğru mesafede durabilirsek, belki kimi ipuçları yakalayabiliriz. Bu ipuçları, şüphesiz o yöreyle ilgilidir, ama asıl kişinin kendi kimliğine işaret eder. Bu bağlamda, Uzak Bir Gölge’nin başoyuncusu, kendini gündeliğin akışına kaptırmış, biraz da suyuna sabununa dokunmamayı yeğlemiş olduğu kente, doğru mesafeyi koyabildiği için kısa sürede farklı bir şekilde bakabiliyor. Kılavuzu da bir turizm rehberi değil tabii; o kendi içinde toparladıklarına sığınıyor bu keşif yolculuğunda. Onun yolculuğu dışarı değil, içeri. Kent de bu yüzden peçesini aralıyor onun için. SAKLANAN VE UNUTULANLAR Diğer tüm yapıtlarınız gibi Uzak Bir Gölge’de de anlatının temelini “bellek” kavramı oluşturuyor. Bu kavramı sizin için edebi anlamda bu denli çekici kılan nedir? Bellek, sadece edebi anlamda değil, nesnel açıdan da hayatın temel kaynaklarından birini oluşturuyor. Geçmiş yaşantı parçacıkları ‘şimdi’ye sarkıyor ve ‘gelecek’i belirliyor. Daha önce de söylediğim gibi, bellekte saklananlar ve unutulanlar, ‘şimdi’ye bakışı şekillendiriyor, ‘şimdi’nin içinden gelecek çıkıyor. Şimdi, asla ‘geçmiş’in izlerinden sıyrılamıyor, ‘şimdi’nin her yeni parçası geniş anlamda ‘geçmiş’in yükünü taşıyor, gelecek için yepyeni bir sayfa asla açılamıyor. Sonra, bellek oyun sevdiği için, ‘şimdi’nin gerekleri doğrultusunda ‘geçmiş’i yeniden ‘yazma’ya girişiyor, gerçek olmayan anılar ekliyor, olanları unutuyor, başkalarından anılar araklıyor, başkalarının kafasına olmadık anılar tıkıştırıyor, her şeyi durmadan eğip büküyor. Bundan daha iyi zaman yolculuğu olabilir mi? Günlük hayatımız sürekli zaman yolculuklarına sahne oluyor, varlığımızı bu zaman yolculukları tanımlıyor. Biz de bu uçsuz bucaksız yörede bir yerden ötekine savrulup duruyoruz; içimizde sınırlarını asla kestiremeyeceğimiz geniş mi geniş bir dünya barındırıyoruz. Zygmunt Bauman, “Ölümsüzlük ölüme karşı koymak, onu yadsımaktır” der. Belleği bu önermeye nasıl dahil edebiliriz? Hatırlama eylemiyle ölümsüzlük isteği nasıl ilişkilendirilebilir? Bauman’ın hayatının çarpıcı ana sapakları onu böylesi bir sava götürmüştür belki. Onun varolmak için verdiği savaşım, sağ kalma uğraşı, yaşama tutunma arzusu bu cümleye sarılmasını gerektirmiş olabilir. Benim gözümde, ölüme karşı koymak sağ kalma güdüsünün bir uzantısı, ölümsüzlük de bir yaşam süresinde geleceğe bir iz bırakma kaygısıdır. Sonuçta ölüm önce gelir, unutuş da ölümü izler, çoğu kez de iz kalmaz ya da gün gelir silinir. Bugün mezarlık turizmi meraklılarının talan ettiği birkaç ünlü mezarını saymazsak, anıt şeklinde yapılmış olsalar da, ölünün yaşarkenki sosyal konumunu hatırlatmak amacı gütseler de, fotoğraflarla yazıtlarla resimlerle donatılmış olsalar da, mezarlar ölünün yaşayan kimsesi kalmadığında unutulmasını engellemez. Belleğin temel işlevi hatırlamak kadar unutmaktır da. Unutabildiğimiz sürece yaşamayı sürdürürüz. Saçma sapan bir sürü ayrıntıyı unutmamak, hayatın kimi duvarlarını yıkmamak tehlikeli bir yoldur, arada bir ‘nostalji’ gibi az biraz sersem duygularla idare edilse de, hiçbir şeyi unutmamanın sonu iyi değildir. Bellek gündelik silme işleviyle bireyin varolmasına, varolmayı sürdürmesine katkıda bulunur bence. Size göre, beş duyu içinde hatırlamayı en hızlı ve kolay sağlayan hangisidir ve neden? CUMHURİYET KİTAP SAYI 977 Proust’a sorarsanız koku demek zorundadır tabii. Ben dokunmanın çok güçlü olduğuna inanırım, ama öteki duyuların olmadığı dokunmanın bırakacağı bellek izine pek güvenmem. Beş duyuyu öncelik sırasına göre dizecek birileri vardır elbet. İsterseniz, gelin sorunuzu çarpıtalım, iki ucunu yanaştıralım, sonra da eski bir geleneği izleyerek, en güçlü duyunun bellek olduğunu iddia edelim. Beş duyunun hepsi belleğin içinde birleşir; en büyük duygu kargaşaları, en güçlü uyarılar bellekten gelir; bellek kimliğin yükünü taşır, diyerek onu duyuların arasına katalım. Romanın içinde, sahibi sürekli değişen bir gölge var; eski sevgilinin, Anna’nın, II. Rudolf’un ve nihayet başkarakterin... Kendi karanlık suretimize ulaşmanın yolu daima başkalarının gölgelerinden mi geçer? Benim romanımda sadece uzak bir yankısı varsa da, Jung’un önerdiği anlamda gölge, bilinçli kişiliğin altındaki bilinçaltı kişiliğin birinci katmanıdır. Kişiliğin olumsuz yanı, kişinin saklamak istediği hoş olmayan nitelikleri, bireysel bilinçaltının içeriğidir. Medeniyetin kişinin karanlık yörelerini, hayvansı doğasını görmezden geldiğini biliyoruz, gölgenin itilip kakılarak yok olmaya boyun eğmediğini, bastırılmak istenirken bir köşede saatinin çalmasını beklediğini de. Ayrıca, hayati değer taşıyan, ama sosyal açıdan sorunlu olan öfke, şehvet gibi birçok güdü de gölgenin alanına girer. Yalnız olumsuz veya kötü olan şeyler değil, normal güdüler, yerinde tepkiler, gerçekçi içgörüler, yaratıcı itkiler gibi olumlu nitelikler de gölgede barınır. Kişinin bu gerçeği bilince çekerek kabullenmesi, başkalarına yansıttığı gölgeyi kendisinde sorgulaması, bütünlüğüne giden yolda atacağı ilk adım olacaktır. Gölgenin kabulü, onun itilmekten kaynaklanan olumsuz özelliklerinin yaratıcılığa dönüşmesine yarayabilir. BİR ŞEYLERE TUTUNMAK Kitapta, II. Rudolf ve Rönesans’la birlikte gizli bilimlere, özellikle simya sanatına geniş yer vermişsiniz. Rönesans’ın sonunda akılcılığın ön plana çıkmasıyla dışlanan bu tür öğretilerin günümüzde yeniden ilgi görmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğrusu, bu öğretilerin bugün yeniden ilgi gördüğü konusunda pek bir fikrim yok. Birçok kişinin astrolojiye kafayı taktığını, fal baktırdığını, medyumlara gittiğini duyuyorum. Benim bu konuda bir bilgim ya da yaşamışlığım yok. Uzak Bir Gölge, Rönesans’a eğiliyor, Prag’da II. Rudolf döneminde odaklaşıyor. Bunun başlıca nedeni, kendi içyollarına düşen roman kahramanının bir şeylere tutunması, ne olduğunu tam olarak kestiremediği bir bölünmenin yapılanması için yoğuracak bir malzeme bulması bence. Sevgilisi Anna’ya dosdoğru yönelttiği zaman canını fazlasıyla yakan düşlemlerinin kendine daha uzak gibi görünen bir yerlere kayması, kendi içinde kaybolmasını, yok olup gitmesini önlüyor sanki. Bu arada, Rönesans ve II. Rudolf dünyasıyla kurulan bağ da, dönemle ilgili farklı sentezlere varmasını, çok dolaylı, dolambaçlı bir yoldan kendi yansısına bakmasını sağlıyor; bu da çok çağdaş yankıları getiriyor beraberinde, içinde yaşadığı dünyayı, toplumu ve değerleri sorgulama imkânı yaratıyor. Simya da bunun bir parçası. Karşıtların birleşmesi temeline dayalı, Descartes öncesi bütünlüğü (özel hayatiş hayatı, gövderuh, vs) gözeten bir ‘arayış’ biçiminin simgesel açıdan bana çekici gelmesi kaçınılmazdı. ? Uzak Bir Gölge/ Münir Göle/Can Yayınları/268 s. SAYFA 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle