06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ertuğrul Mavioğlu ile üç kitaplık ‘Bir 12 Eylül Hesaplaşması’... ‘Anımsamazsak daha çok öleceğiz’ caksa, bu vahşetin de son bulamayacağını ve verili koşullarda toplumu barış içinde yönetme imkânının bulunmadığını çözümlüyor olmamız gerekir. MAKUS TALİH… Salt bir 12 Eylül, salt cezaevi, salt adım adım toplumsal travma güncesi değil mesela bir Asılmayıp Beslenenler… Ülkemizin yakın ve yazık ki makus tarihinde şekillenen ruh ve bilinç haritası da… Bir 12 Eylül Hesaplaşması Asılmayıp Beslenenler/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 350 s. Bir 12 Eylül Hesaplaşması Apoletli Adalet/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 272 s. Bir 12 Eylül Hesaplaşması Bizim Çocuklar Yapamadı/ Ertuğrul Mavioğlu/ İthaki Yayınları/ 382 s. Asılmayıp Beslenenler, Apoletli Adalet, Bizim Çocuklar Yapamadı adlı üç kitaptan oluşan Bir 12 Eylül Hesaplaşması üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik Ertuğrul Mavioğlu ile. Kitapların yazılış amaçlarından birinin, birbirinden bağımsızmış gibi yaşanan acılar arasındaki, dikkatle bakılmadıkça asla görünemeyen organik bağın herkesçe bilinir hale getirilmesi olduğunu belirtiyor Mavioğlu. Bir başka neden ise yakın tarihiyle bağları koparılmış olan toplumun hafızasını tazelemek. Ülkede yaşanan bunca zulme karşın boyun eğmeyenler de olduğunu göstermek... Ë Gamze AKDEMİR ç kitaplık bu incelemeyi hazırlamaya iten nedenler ve koşulların neredeyse hiç değişmediğinden bahsediyorsunuz Bir 12 Eylül Hesaplaşması’nda... Ve buna hiç şaşırmadığınızdan. Haklısınız, durum tam da bu... Keşke şaşırabilsek!.. Keşke. Bakın, devletin ‘Hayata Dönüş’ adını verdiği ikisi asker olmak üzere 32 kişinin öldüğü eşzamanlı cezaevi katliamları ve ölüm oruçları 2000’li yıllara damgasını vurdu. Devletin resmi sözcüleri, bu büyük vahşetin ardından ne kadar haklı olduklarını ispatlama çabasına girişerek şu tezi ortaya attılar: “Yasadışı örgütler cezaevlerini birer terör kampına dönüştürmüştü ve oradaki çocuklarımızı kurtarmanın yolu, F tipi yüksek güvenlikli hücre cezaevlerinin açılmasından geçiyordu. Çocuklarımızı örgüt liderlerinin elinden kurtarmanın başka bir yolu yoktu ve operasyon çok az kayıpla sonuçlandı.” bersiz insanların üzerinde belli bir ikna gücü oluşturdukları da hiç kuşkusuz. Ama bu anlatılanların ne ülke cezaevlerinin geçmişten bugüne taşınan zulüm tarihiyle ne de insanın sosyal gerçekliğiyle uzaktan bile ilgisi yoktu. iş açtığı dürüst yargıç ve savcıların tanıklığından çıkan, inkâr edilemeyecek kadar somut bir gerçeklikti. 12 Eylül darbesinin hemen öncesinde ve sonrasında görev yapmış hâkim ve savcıları buldum, konuşturdum. Bu kitabım ile adalet adına biçimsel değişiklikler dışında ciddi bir ilerleme kaydedilmediği somut olarak ortaya konulmuş oldu. Ne yargılama sistemi değişmişti, ne baskı; işkence ve zora dayalı ifadelerle hazırlanan iddianamelere hukukun kırıntısı girmişti. Yakın tarihimize şöyle bir göz attığınızda, amaçlananın toplumun ruhunu ve bilincini kirletmek olduğu çok net görünüyor. Makus talih de buradan geliyor işte… Boyun eğdirilmiş, her emre itaat eden, yaşadığı haksızlıklara karşı çıkmayan, kişiliğinden uzaklaştırılmış, lümpenleştirilmiş, bilinci köreltilmiş bir toplum yaratmak. O yüzden fazlasıyla kirletilmiş olan bu toplumu yeniden inşa etmek şart ve bunun için baş aşağı duran her şeyi ayakları üzerine yeniden dikmek dışında başka çare yok. YILDIRAMAZLAR… O zaman, bugünkü koşullarda da cezaevi uzak görünmüyor... Öyleyse vakit yitirmeden sormalı; cezaevi direnme gücünüze nasıl katkı sağladı? Zulmün neredeyse gündelik yaşama damgasını vurduğu cezaevleri, insanın kendini yeniden keşfetmesini sağlıyor. Öyle bir güç ki bu, duvarlarda asılı bir fotoğrafa el koymasınlar diye, yüz tane askerin arasına girmeyi, onlarla tek başınıza mücadele etmeyi bile göze alabiliyorsunuz. Direnme gücünüz gelişiyor, hiçbir tarafta yumuşaklık olmadığı için siz de sertleşiyorsunuz. Ne kadar tepenize vururlarsa vursunlar boyun eğmemeyi öğreniyorsunuz. Kimliğinizi, kişiliğinizi korumak için gerektiğinde canınızı ortaya koymanız gerektiğini biliyorsunuz. Ve zulmü uygulayanların direniş karşısında alçaldıklarını gördükçe de doğru yolda olduğunuzdan hiçbir kuşkunuz kalmıyor. Ü BEYAZ ÖLÜMLER… Sosyal bir varlık olan insanın tek başına yıllar boyu hücrelerde tutulmasının onu insanlığından çıkardığı gerçeğini, süreç içinde kaçınılmaz hale gelecek olan “beyaz ölümleri” görmezden gelmemiz için ellerinden geleni yaptılar. Üstelik bu ülkede tutuklular ne hücrelerle yeni tanışmışlar ne de ilk kez kıyıma uğratılmışlardı. 19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen bu hazin katliamın ardından kentlerin dışına kurulan F tipi cezaevleri açılınca, tecrit esasına dayalı modern görünümlü bu vahşi sistemin, cezaevlerindeki yakın tarihimizle bağlarını kurmaya karar verdim. Asılmayıp Beslenenler, sancılı bir yazım sürecinin ardından böyle doğdu. Okurlar, o kitaptan da gördüler ki, Türkiye’de cezaevleri 1980’li yıllardan beri zulüm, işkence, baskı, yasaklar üzerine inşa edilmişti ve F tipi cezaevlerinin açılmasıyla birlikte yaşananlar, 12 Eylül’den devralınan zulüm politikalarının sürdürülmesinden ibaretti. Asılmayıp Beslenenler tamamlandıktan sonra aldığım olumlu tepkiler, beni 12 Eylül darbesine ilişkin yeni bir çalışma üretmeye zorladı. GELEN GİDENİ ARATIRSA! Sadece tabelalar değişmişti. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri gitmiş, yerine Devlet Güvenlik Mahkemeleri gelmiş, sonra bu mahkemeler “özel yetkili” ağır ceza mahkemelerine dönüştürülmüş, böylelikle AB’ye verilen bir söz daha yerine getirilmişti. Binanın üzerine yeni bir tabela asılmış olsa da sistem aynı kalmıştı. Yine savunma hakları kısıtlanıyor, yine polis fezlekeleri verilecek kararın aslını oluşturuyor, yine bir kişinin mahkum edilebilmesi için bir itirafçının beyanı ya da zor ve baskı altında alınan ifadeler yeterli görülüyordu. Hatta yasal müeyyideler ağırlaştırıldığı için örgüt üyeliği vb. suçlarda kesilen cezaların ağırlığı 1980’leri bile aratır duruma gelmişti. CUNTA: ‘HOŞ GELDİN!’, TUTUKLU: ‘AAHHH!’ Biliyorum bu sorumun yanıtı iç kaldıracak ama ne yapalım, sözünü etmeyelim mi yani?.. Hepsi gerçek.. O yüzden ‘standart cuntacı muamelesi önce neyi öngörür’ü ille de konuşmalı, kitaptan rol çalmalı... Cuntacının standart muamelesi en önce ‘hoş geldin dayağı’nı öngörür. Şubelerde, karakollarda zaten işkenceden zayıf düşmüş, yaraları henüz kabuk bağlamamış gençlere acının, ödenecek bedelin asla son bulmayacağını göstermek için yapılır bu. Daha cezaevinin dış kapısından girmenizle dayak atmaya başlarlar. Ellerinde sizin hakkınızda tutulan dosyaya göre bu dayak, günlerce sürecek hücre cezalarıyla da desteklenebilir. Hücrelerde de boş bırakılmazsınız. Dayaklar orada da sürer. Yaşattıkları bu işkencenin onlar açısından büyük bir keyif aracı olduğunu ise hiçbir zaman düşünmedim. Asıl amaçlanan, her dayakta, her operasyonda bir ya da birkaç kişiyi daha direniş saflarından çekip koparmaktır. Çözülen, bağımsızlaşan tutukluların varlığı, heveslerini diri tuttuğu içindir ki, sopayı asla el ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 979 CEZAEVİ DEĞİL OTEL, OTEL! F tipi cezaevlerinin açılmasıyla birlikte dozajı giderek daha da artan zulüm yıllarının ve100’ü aşkın ölümün yolunu tam da bu cümlelerle açtılar. Üstelik bunu, hücre tipi cezaevlerini çok özgün bir buluş gibi göstererek yaptılar. Konukevi olayı… Anlatılanlara bakılırsa, Adalet Bakanlığı yetkilileri Avrupa’daki cezaevi sistemini incelemişler ve yeni tip cezaevi mimarisini de bu standartlara uygun olarak tasarlamışlardı. Hücrelerin içindeki lavaboları, masa ve sandalyeleri, dolapları sergileyip, üstelik utanmadan bu hücrelerin oda olduğunu iddia ederek, cezaevinin işte ‘otel gibi’ olduğundan dem vurdular. Ellerindeki propaganda silahları sayesinde, ülkenin cezaevleri tarihinden haSAYFA 10 ‘ŞAŞIRMA, SOKAKLARA BAK!’ Bir ülkede cezaevlerinde ve yargı sisteminde adaletten söz edebilmek için önce sokaklara adalet gelmesi gerek. Çok yakın zamana kadar onlarca kişinin aynı gün içinde öldürüldüğü yargısız infazlara hep birlikte tanık olduğumuza ve devlet potansiyel olarak bu suçları işlemeye her an hazır bir örgütlenmeye sahip olduğuna göre, bunların cezaevlerinde çiçek dağıtmalarını beklemek de aptalca olur. Haksızlıkların meşru görüldüğü, gelir uçurumlarının bu kadar derinleştiği bir ülkede, kâr hırsı bir yerde sonlanmaya ‘KARNIMDAN UYDURMADIM’ Apoletli Adalet… Çarpık işletilen adalet mekanizmasının ısınan dişlilerini göz önüne seriyor… Kitabın ana fikri olan “12 Eylül döneminde adaletin emir ve işkenceye dayandığı” olgusu, benim karnımdan uydurduğum bir şey değil; hukuka bağlı kalmaya çalışırken cuntanın başlarına bin bir türlü
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle