22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mehmet Ergüven ? mi anlamaktan umudunu kesmiş olsa bile sevmekten vazgeçmeyen birinin hiç değilse buna bir gerekçe arayışının ürünüdür.” Özellikle resimle uğraşan ve eğitimini alan öğrancilerin, sanatseverlerin, pisikolog ve pisikolojiyle uğraşanların okuması gereken bir başucu kitabı bu. Elinin altında her imkân olmasına rağmen yeterli alınteri dökmeden, geçmişi sindirmeden ya da yetersiz eğitimle; hak ettiği ilgiyi görememekten yakınan günümüzün gençlerine, Ergüven şöyle seslenir: “Kimse genç doğmaz, bu nedenle genç olmak zor olsa bile, ondan daha zor olanı önce genç olmaya hak kazanmak!” Bir yandan da Sartre’nin “Düşünmeye kalkışan, yanılmayı göze almıştır,” deyişiyle; gençlere yaşının hakkını vermeyen, yaşlılara da gençliğe özenmesini peşinen engelleyen büyüklerin (!) “tescilli doğrusunu” eleştirir. Türkiye’de çağdaş anlamda resim ve heykel müzesinin olmadığını, oysa geçmişe sahip çıkmanın ilk şartının, önce o mirası geniş halk dilimlerine mal edecek şekilde koruma altına alınması gerektiğini hatırlatır. DAVETSİZ İZLEYİCİ “Biri, olayı görür; kendini görür, kendini olayı görürken görür; kendini olayı gören başkalarını görürken görür ki; bu başkaları belki kendilerini olayı görürken görmektedir. Demek ki icra, icracılar ve izleyiciler vardır. Ve kendini gören bir kendi vardır ki, bu icracı, izleyici ya da izleyicilerin izleyicisi olabilir.” (Richard Schecner)Bir izleyici olan Mehmet Ergüven; izlediği İhsan Cemal Karaburçak’ın yapıtlarında şunları görür: “Mor rengin tonlarından taşan gerçek bir renk ressamı.” Fizik ve matematikteki başarısını resimlerinin görünmeyen planimetrik altyapısında uygulayan Karaburçak, bir yandan da “özgün olmanın ilk şartı, öğrenilmiş kuralların ifade ihtiyacına aracılık ederken kendili ğinden yaya kalmasıdır” düşüncesiyle hareket ederek kural dışına meşru bir zemin hazırlar. Devrim Erbil için en büyük erdem; kişilik sahibi olmak değil, kişiliğe sahip çıkmaktır. Çünkü kollanmayan kişilik, er geç ödünç alınmaya mahkumdur. Ergüven; Devrim Erbil’in resimlerindeki tekil ile çoğulun birbirleriyle diyalektik ilişkisine dikkat çeker. Kuş ve yaprak figürlerini örnek seçerek düzenli aralarla yan yana gelen bu lekeleri de tekin neyi temsil ettiğini tamamından anlaşılırken bazı zamanda tersi olan, tekin anlaşılmadığı sürece toplamın boşlukta kaldığını izleyiciye hatırlatır. Neş’e Erdok’un figürlerinde anıtsal niteliğin ağır basmasına karşın aralarında hiçbir kahraman yoktur. Renklerle hesaplaşmaya girmez; rengin esinleyici niteliğiyle hesaplaşır. Ergüven, Erdok için, “Renge değil, renk israfına karşı olan onurlu, direşken sanatçılarımızdan biridir,” der. Ahmet Yeşil resimlerinde, uygarlık tarihinde belli simgesel karşılığı olan spiral biçim ve ipi kullanır. Ergüven için, ilk izlenimin belirleyici olduğu resimlerde, sezgiyle bütünleşen ayrıntıları aynı paydaya bağlayan ipucu, yine ipin kendisidir. Sonsuz bir sabırla yinelendiği meditativ bir ayine dönüşen ip ve spiral, Yeşil’e ve dünyasına ışık tutan bir sembol olur. Ergüven, Semih Balcıoğlu’nu anlatırken de kırmızıya boyanır. Kırmızı: şaka ile ciddiyet arasındaki hassas dengeyi koruyan can yeleğidir, hayat ve ölümle kan kardeştir, topraktır, geçici körlükten sonra ilk farkedilen renktir. Balcıoğlu’nun “Kırmızı”da yer alan çalışmalarını izleyen Ergüven’in gördükleri şunlardır: “Mizah duygusu, gülünç olanı yalnızca hüzünden acımaya kadar bütün insani boyutlarıyla kucaklamakla kalmayıp, giderek yanlış bilincin panzehiri olarak gerçeğe bakış açımızı da sorgular, sahiden görebilmenin ön koşulu ya da öbür yüzü, sıradan rastlantıları keşfetmektir.” Ergüven, izlemeye devam eder: Avni Lifij, Cihat Burak, Neşet Günal, Naile Akıncı, Orhan Peker, Bilge Alkor, Özer Kabaş, Nevhiz Tanyeli, Nadide Akdeniz, Ekrem Kahraman, Fatma Tülin, Aydın Ayan, Sezai Özdemir, Yalçın Karayağız, Mustafa Özel, Selahattin Yıldırım, Erdoğan Zümrütoğlu, Savaş Çekiç... Yazılarını D grubu üzerine çeşitlemeler bölümüyle noktalar. Son söz olarak, sergileri ve sanat etkinliklerini izlerken Sartre’nin şu deyişini hiç aklınızdan çıkarmayın: “Ne yapmak istediğini sadece o bilir, biz bilemeyiz, ama öte yandan, onun ortaya ne koyduğunu biz biliriz, o bilemez.” ? Davetsiz İzleyici/ Mehmet Ergüven/ Agora Kitaplığı/ 189 s. 912 Yeniden “suç ve ceza” ? Oruç ARUOBA B u yazıya ‘ahpaba kıyak’ denebilir; densin de. Dostum Cem Selcen’in şimdiye dek yazdığı üç romanın düşünülmelerinin de, girişilmelerinin, yazılmalarının ve yayımlanmalarının da yakından tanığı olmuş biri olarak yazıyorum bu yazıyı: Belki, sadece, ‘müstakbel’ okurlara, okurken dikkat etmeleri yararlı olabilecek bir bakış açısını göstermek için... Selcen’in temel derdi, “suç” kavramıdır; daha doğrusu, bir kavram olarak değil, insanlararası ilişkilerde ortaya çıkan durumlarda ‘suçlu hâle düşme’ olgusu olarak, “suç”... Bu durumlaristerseniz ‘eksistensiyal situasyonlar’(!) Selcen’in roman kurguları yoluyla çöz(ümle)meğe çalıştığı insan durumları ve bunların ortaya çıkardığı yaşam sorunlarıdır. Birkaç örnek: Bir insan aslında işlemediği bir suçtan dolayı suçlanıyor; ama, kendisi de kendini suçlu görüyorsa, suçlu mudur? Bir insan birisini korumak ya da kurtarmak için bir suç işliyorsa, suçlu mudur? Bir insan, işlemek istemediği bir suçu, amaçlamadan, işlerse, suçlu mu olur. Bir insan, işlemeyi planladığı bir suçu işlemekten vazgeçince, suçsuz hâle mi gelir? Son olarak da: birisini öldürmek suç olmayabilir mi? Son romanına verdiği adla ima ettiği gibi de, bu durumların en temelde olanı, dinlerdeki ‘günah’ kavramıyla örtüşen; giderek ‘ayıp’ ve ‘yasak ilişki’ye ulaşan durumlardır. (Buradan, Selcen’in öteki önemli derdini oluşturan ‘aşkcinsellik’ ilişkileri odağına giden yola, bu yazıda sapmayacağız.) İlk romanında (1578Bir Korsan Hikâyesi, İmge 1999) ‘silahlı devrimci eylem’ çerçevesi içinde, ‘yoldaşlara ihanet’ odağına yerleştirdiği suçluluk durumlarını (tabiî ki ‘örgüt’ ‘ceza evi’ ortamlarını da işe katarak) çözümlüyordu Selcen. Oradaki ‘anlatıcı’ bakış açısı, kendi katıldığı olaylardan ve girdiği suçluluk durumlarından (ve işkencelerden) geçerek bilgeleşmiş bir kişinin yıllar öncesinin olaylarına bakışıydı. İkincisinde (Saat Kaçtır Acaba, Everest 2003) odağı, ‘kanunsuzyeraltı işleri’ne çekti; ‘masumeylemsizyabancı’ (evet, Camus’nün Meersault’su benzeri) bir kişiliğin içine girdiği durumları işledi: bir aşk ilişkisinden bir cinayete doğru... Burada anlatıcı, bir ‘üçüncü şahısyazar’; kendi de eylemsiz, salt bir gözlemciydi. Üçüncüsündeyse (Elmanın Suçu, Sel 2007) hem olaylar çok kişili, hem de kurgu iki odaklı: bir hapishanedeki bir suçlulular grubu ve bir uluslararası çete ile bir banka soygunu. Anlatıcı, bu kez, bütün bunları bir araya getirip bir ‘anlatı’ haline getirmeye çalışan; yazarın kendisi olduğunu anladığımız bir bilgeleşmiş kişi... Bütün bu ‘roman sanatı’ açısından ‘ilginç’, ‘esrarlı’, ‘sürükleyici’, ‘en sonda açık edilen’ olay örgüleri içinde, benim okura önerdiğim bakış açısı, “suç” üzerinde odaklanarak, Selcen’in yarattığı kişilere bu açıdan bakarak, nerede ve nasıl ve neden ve niçin suçlu olup olmadıklarını anlamağa çalışmakbir Raskolnikov’u, bir Edmund Dantes’i, giderek bir Tomas’ı anlamağa çalışır gibi... Bu yazı içinde hiç girmediğim “ceza” kavramının “suç” ile ilişkilerini de, böylece, okurun kendisinin irdelemesi gerekiyor... ? Cem Selcen CUMHURİYET KİTAP SAYI SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle