03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KISA KISA KISA KISA KISA KISA KISA KISA Kıpırtı malzemeler toplamı” olacaktır. ‘ÖLÇÜ, HER ŞEYİN BAŞI ÖLÇÜ’ Kıpırtı’da ağırlıklı olarak, zaman zaman yaşanılanlara başka kişilerin de eklenmesiyle dört beş kişinin etrafında dönen olaylar, roman kişilerinin içinde yaşadıkları somut gerçeklikle, kendi iç dünyaları arasındaki çelişkiler doğrultusunda gelişir. YayıncıYazar, SelimSelçuk, ArdaMetin, BelkısZuhal, İzzetMeltem gibi birkaçını okuyucu karşısına çıkaran yazar, aynı zamanda bu kişilerle birlikte bir diyaloglar zinciri de oluşturur. Kent yaşamının çeşitli alanlarından gelen bu kişiler, daha çok geçmişte ya da az önce gerçekleşmiş ve sonuçları muğlaklaşmış yaşamlarının içine dalarak, felsefi çıkarımlarla birlikte hayatlarının sorgulamasını da yaparlar; “Yalnızca güzelliklerin, hoşlukların paylaşıldığı yerde ters giden bir şey vardır. Çok sürmez, keyif anlarının sırları dökülür. Çekilmezlik, bir insanın onaylanmasıyla ilgili gerçek bir sınav belki de. Yine de soruları fazla kazık tutmamalı. Ölçü, her şeyin başı ölçü şu pisliğin dünyasında. Bana katılıyor musun? Yanındaki cevap vermiyor. O hiçbir soruya cevap vermiyor. Taşları sayıyor, sokak lambalarını kontrol ediyor.” Kıpırtı’da birer ikili olarak karşımıza çıkan roman kişilerinin, sorguladığı alanlar ve varoluşlarıyla ilgili kaygıları farklıdır. Örneğin, bir İzzet ve Meltem ikilisinde düşle gerçeğin iç içe geçmiş hali vardır; “Düşün gerçekle yer değiştirmesi güzel, bir o kadar da tehlikelidir. Hayır, babamdan değil bu. O kadarına aklı ermezdi zaten. Belki okuduklarım, ama ille de izlediklerim avladı beni. Sonuçta gelebileceğim yer burası işte: Pelikül dünyası!” Annesi ve “evde kalmış” ablasıyla geleneksel bir aile modeline sahip olan İzzet, kendi mahallesindeki yaşıtlarından yaşadığı gerçeklikten öte bir dünyayı sıkça hayal etmesiyle ayrılmaktadır. Bu yüzden olsa gerek, bir süre sonra karşımıza zengin bir ailenin işleri devralmış oğlu olarak çıkar. Tabii, geldiği yerle hayal ederek geldiği yer arasında gidip gel ? Aysel SAĞIR aşadıklarını kaydeden insan belleği, zaman geçtikçe tüm ayrıntıları tek tek siler. Tutkuları, üzüntüleri, sevinçleri, kırılganlıkları, pişmanlıkları, aşkları unutturan zamanın karşısında duran edebiyat, hiçlik duygusunu siler. Siler mi? Georg Lukacs, “Fikir ve gerçeklik arasındaki ilişki, tümüyle duyusal olan biçimlendirme araçlarıyla işlenebilir ve böylece ikisi arasında yazarın bilinci ve bilgeliği ile doldurulması gereken hiçbir boş uzam veya mesafe kalmaz” derken, yazarın işlevini de tanımlıyor biraz. Ahmet Önel ise, Kıpırtı’da, okuyucuyu kişinin niyetini çokça aşan, başka bir gerçeklikle tanıştırıyor. Yazan ve okuyanın iç içe geçtiği, okuyanın okurken tekrar yazdığı ortamlar yaratan Kıpırtı, bütün bunların ötesinde kapitalist gerçeğe çarparak, tuz buz olmayı da ihmal etmiyor. Öyleyse, “Kurmacanın, hayattan alıntılarla hızla yer değiştirdiği yeni bir çağ”da yaşanan gerçeklik, bir reklama kurban gidebilme tehlikesini de her zaman taşıyacaktır. Böylelikle, “Az çok genel kabul görmüş bir kimliğin acıları, elbette aşkları ama ille de hayal kırıklıkları tadından yenmez Y Ahmet Önel meler sonucu, başka bir İzzet çıkacaktır ortaya. ‘ÖNCE KENTLER ÖLÜR’ Artık sonuna gelinmiştir, bıkkınlığın bataklığa benzer yutuculuğu birden hafiflemeye başlar, tam vazgeçmek üzereyken, yaşamın yarattığı kıpırtılarla birlikte bunalan bireyleri harekete geçirdiğini görürüz. Kurgusal olanla gerçeğin iç içe geçtiği yaşamda, ustaca bir manevrayla hayatın akışını değiştiren biri(leri)nin varlığını sezinleriz. Kitapların dünyasıyla, pratik yaşamın dünyası doğal ve aynı zamanda iç içedir. Hayatta kimse yeniden denemeye nasıl cesaret edemiyorsa, kitaplarda da, “Akla zarar konular, zorlama anlatım teknikleri, yanılgılar, iç içe geçen ya da içinden çıkılmayan öyküler, her satırda karşı karşıya gelinen metaforlar ve zaman kaymaları” olmaktadır. Zuhal ile Belkıs’ın diyaloglarında “sevgisiz ilişkilerle” ilgili saptamalara rastlarız. Yaşadıkları kentin kültürel ve sosyal bir uzantısı gibidirler adeta bu iki kadın. İlişkilerdeki yalnızlık yarasına parmak batırarak, acıyı göze alacak nın dokusunu da bu çağrı oluşturdu zaten; geçmişimde kalan bir tanıklığın, daha doğrusu çocukluğumun İstanbul’unun duygusal dokusu içinde ve salt İstanbul’a özgü bir kadın kimliğinin benliğimde bıraktığı derin izlerin yankılanışı da diyebilirim bana... Aspasya, şimdilerde yıkılıp gien o İstanbul’un, benim çocukluk, gençlik dünyamın silinemez bir izleği, sesi gibi yeniden yaşamaya başladı sanki, ‘‘Gerçeğin Şarkısı”nda... Tıpkı İstanbul gibi! İstanbul’la özdeşleşerek... Bilmem ki Aspasya’yı bir masal olmaktan çıkarıp yeterince sesine, yani bir roman kişiliğine dönüştürebildim mi? ‘İNSANCA DUYGULARIN DUYGUSUZCA HIRPALANIŞI’ ‘‘Gerçeğin Şarkısı’’nda anlatıcı, belleğin tavan arasına bir yolculuk yapıyor, sanki polisiye bir romanın içinde gibi. Cinayet, kan yok ama hep bir iz sürme ya da el yordamıyla yapılan bir araştırma duyumsanıyor, neredeyse sisler arasında arıyor Aspasya’nın büyük aşkının erkeğini. Belleğinde hep bir çocukluk anısı kalmış, öte yandan tam gün ışığına çıkaramadığı, yine de yaşam boyu et kadar cesaretli bir Zuhal tipi vardır karşımızda; “Sevgisiz ilişkiler, çağın kaçınılmaz sorunudur bu. Önce kentler ölür, sonra insanlar. Beden içinde bulunduğu kovuğun biçimini alır. Kent kıpırdamazsa sen de kıpırdamazsın. Kent ışırsa senin de yüreğin kıpır kıpır olur. Her birimiz bir böceğiz belki de.” Selim’den en az yirmi yaş küçük olan Selçuk, sadece iş değil, hayat karşısında da deneyimli ve birikimli olan biriyle ilişkide olmanın heyecanını yaşamaktadır. Selim’se bu ilişkide neredeyse bir çıkmaz yaşamaktadır. Duygular ve saflık gibi özbenliğe ait olan değerlerin piyasaya sürülüp, pazarlandığını düşünen Selim, bu yanlarını dile getirmekten sakınmaktadır. İnsana ait tüm değerlerin metalaşarak baş köşeye oturduğunu en çok Selim görmektedir; “Kitaplıklar, müzik setleri, bilgisayarlar yeni hayatın yeni malzemeleri”dir. Sözcüklerin “en güçlü yalanlar”a hayat veren gücünü, satış ve pazarlamada iyi bir araç olduğunu bildiğinden de çok konuşmaz Selim. Bu yüzden, her durum karşısında iç konuşmaları ağır basar; “Hayatları bu nedenle pek merak etmiyorum belki de. Sonuç olarak hepsi birbirine benziyor. Yaşananlar karşısında insanların gösterdikleri tepkiler bile aynı. Ağlama seansları ile intihar gelgitleri arasında gezinen pek çok anlamsızlık. Kitaplar farklı şeyler anlatmıyor. Bunalmamın, kolay vazgeçmemin, başladığım şeyi yarım bırakmamın bir gerekçesi bu olmalı.” Verili hayatlar iradi bir karşı duruşla göğüslenmediği takdirde her şey bir tekrar gibi yaşanmaktadır sonuçta. Hayatı yeni baştan yorumlayan kitaplar onun sadece bir uzantısı mı olacaktır? Birçok değer gibi kitapların da meta işlevi görmesi gerçeği bir yanda dururken, nitelikli bir kitap ve nitelikli bir yaşamın para ve pazarlama dışındaki araç ve değer ölçülerini gerektirdiğini düşündüren bir kitap, Kıpırtı. Sahici yaşamın ve sahici kişilerin olduğu yerde, sahici kitapların da olabileceğini, kişilerine yaptırdığı sorgulamalarla anlatan Kıpırtı, aynı zamanda her şeyi araç haline getiren sistemi es geçmemesi açısından da dikkate değer. ? Kıpırtı/ Ahmet Önel/ Gri Yayınları/ 2006/ 349 s. kilendiği... Yoksa bu, bilinçaltına yapılan bir yolculuk mu? Evet, çok doğru. Sanırım bu romana bilinçaltı bir yolculuk da diyebiliriz. Ama artık eski İstanbul’dan bize kalanlar da belleklerimizin karanlıklarında ya da tavan arasındaki eşya artıklarına benzemiyor mu? Anılarımız gibi... Bilinçaltı, belleğimizin bir çeşit tavan arası sanki. Orada sakladıklarımızı, kimi zaman değerli antikalarımız sayarız, kimi de değersiz, zaman aşımına uğramış, işe yaramaz şeyler... Zamanın geçişi içinde belleklerimizde allayıp pulladığımız sislere bürünürler. Yaşamın öz duygusu aşk da böyledir; haklısın Nevra, Aspasya’nın aşk öyküsünde cinayet falan yok ama bir kadının duygularının trajik çığlığı var. İnsanca duyguların, duygusuzca hırpalanışı, o duygulanımların öldürülmeye, yok edilmeye çalışılışı... Aşkı trajik yapan da bu, değil mi? Ben gerçekten de güncel yaşamın duygusuzluğu içinde acımasızca sorgulanan doğal bir duygu selinin kırık dökük izlerini sürmeye çalıştım. Tıpkı gizli kalmış bir cinayetin, sisler içinde bırakılmış öldürü nedenini araştırır gibi ve o sinsice susturuluşun, yok edişin KİTAP SAYI Gerçeğin Şarkısı tek güneşiydin o eflatun İstanbul gecelerinin...’’ Bu seslenişle roman, ta başından okuru avuçlarının içine alıp sürüklüyor. Öyle ki romanın dili ve düzyazının akışı içinde, sözcükler birbiri ardından akıp süzülürcesine okuru aşkın lirik ırmağına çekip alıveriyor. Zaten böylesine dillere destan olmuş bir aşk da başka türlü yazılamazdı, değil mi sevgili Tansu Bele? Bize romanı yazma serüvenini anlatır mısın? ‘‘Gerçeğin Şarkısı’’nın yazılış serüvenine sen de neredeyse benim kadar tanıksın sevgili Nevra Bucak; dahası senin beni yüreklendirmen, isteklendirmen olmasaydı, bu aşk masalı belki de hiçbir zaman gün ışığına çıkamayacaktı. Unutulmuş, kısa bir roman taslağı, bir film ‘sinopsis’i gibi, on beş yıldır beklediği yazı masamın çekmecesinde gizli kalacaktı! Ne var ki bu aşkın ‘gerçekten yaşanmışlığı’, kişilerinin gerçek oluşu sanırım onu belleklerimize geri çağıran en önemli etken oldu... Roma ? Nevra BUCAK R SAYFA 18 omanın baş kişisi; yaşam dolu, canlı, cıvıl cıvıl bir Rum kadını olan Aspasya’nın aşkındaki liriklik ve gizem, okura ilkin onun şarkısının, daha doğrusu şiirinin içinden sesleniyor: ‘‘Sen Aspasya’m / Sense tek yıldızı, ? CUMHURİYET 863
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle