02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Şekib Arslan’ın Anıları, Birinci Paylaşım Savaşı’na nasıl sokulduğumuz ve tabii Osmanlı’nın Arap bilincinde nasıl değişime uğradığına dair önemli bir kaynak eser. Erdoğan AYDIN Kritik İ lginç bir Arap portresiyle tanışmamızı istiyorum bugün. Klasik Yayınları tarafından "İttihatçı Bir Arap Aydınının Anıları" adıyla Türkçe'ye kazandırılan kitabın yazarı, Dürzi Prensi Emir Şekib Arslan. Dürziler, bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim’in Memlüklüler’i yenip Arap topraklarını ilhak etmesi sonrasında Lübnan’ın yönetimi ve kontrolünü teslim ettiği topluluk. Ancak Arslan’ın önemi, Dürzi bir Arap olmanın ötesinde, İttihat ve Terakki’nin Yönetim Kurulu (Kalemi Umumi) üyesi ve dahası Teşkilatı Mahsusa’nın önde gelen Arap üyelerinden biri olması. Enver Paşa’nın ölümünün ardından "Şehit Enver" diye yazı yazacak kadar yoldaşlarına bağlı bir İttihatçı Şekib Arslan. Şekib Arslan’ın Anıları, genellikle çok az şey bildiğimiz Arap sorununa, Birinci Paylaşım Savaşı’nın Arap coğrafyasında nasıl yaşandığına ve tabii Osmanlının Arap bilincinde nasıl değişime uğradığına dair önemli bir kaynak eser. Geçmiş içinde kendisini anlatmak ve aklamak işleviyle kaleme alınmış olsa da, Arslan’ın anıları, Türk kamuoyunda yerleşik Arap karşıtı hassasiyetin ne denli üretilmiş bir hassasiyet olduğunu göstermesi anlamında da büyük önem taşıyor. Dönemin önemli bir şahsiyeti olan Şekib Arslan’ın anıları, kuşkusuz bütün anı kitaplarında görebileceğimiz öznel yargılar içeriyor. Dolayısıyla sorgulanarak, diğer kaynaklarla kıyaslanarak okunması gerek. Bununla birlikte bu durum, döneme ilişkin oldukça önemli bir tanıklıkla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Özellikle milliyetçi koşullanmalarla çılgınlığa sürüklendiğimiz şu günlerde, geçmişe başkalarının da gözüyle bakmanın, geçmişte sürüklendiğimiz felaketlerle yüzleşmenin önemi büyük. İttihatçılığın Arap Gözü Arap Kongresi’ne (18 Haziran 1913), "Osmanlı birliği ve Müslümanların çıkarına ters olması", "devletin itibarını zedelemesi" gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bununla da kalmayıp Paris Arap Kongresi’nin etkinliğini kırmak için Araplar arasında örgütleme ve propaganda yaptığını, Babı Âli’nin Kongre kararlarını tanımasını engellemeye çalıştığını görüyoruz. Artık bir Arap olarak politika yaptığı, Arap kamuoyundaki aleyhine yargıları kırmaya çalıştığı dönemdeki anılarında bile bu tavrını belirtir: "Böyle bir kongre yapılmasına karşıydım. Bana göre böyle bir kongre, Suriye’ye gözünü dikmiş olan Paris gibi bir başkentte yapılmamalıydı. Devlet Balkan Savaşı’yla uğraşırken böyle bir kongre düzenlemek doğru değildi. Ülkenin önemli bir kısmı kaybedilmişti ve askeri ve siyasi açıdan büyük bir düşüş yaşanıyordu. Devletin itibarının zedelenmesi sadece Türklere değil, bütün Müslümanlara zarar veriyordu". “EN BÜYÜK FELAKET” Ancak diğer yandan Şekib Arslan’ın, İttihatçı ve Osmanlıcı kimliğiyle Cemal Paşa’ya karşı açık bir muhalefet sergilediğini görüyoruz. Öyle ki Onu, "Osmanlı devleti ve İslam âleminin başına gelmiş en büyük felaketlerden biri" olarak değerlendirecektir ki, bu yargısının bizzat kendi tarih bilincimiz açısından ayrı bir önemi olsa gerek. Gerçekten de Cemal Paşa’nın savaş ortamında Suriye’de Arap aydınlarına yönelik izlediği kıyıcı siyaset, Arapların Osmanlıdan ayrışmasında ve İngilizFransız muhipliğinin gelişmesinde büyük rol oynayacaktır. Üstelik Cemal Paşa’nın Arap önderlerine yönelik gerçekleştirdiği yaygın idamlar, tam bir keyfiyetle, İstanbul’un haberi olmadan gerçekleştirilecektir. Nitekim Sadrazam Said Halim Paşa, idamları öğrendiğinde Cemal Paşa’ya "son derece sert tepki" verecektir. Talat ve Enver Paşa’lara yönelik eleştirisi ise, onlara dair sık sık yinelediği saygı ve sevgi bağını ifade ettikten sonra, şu ilginç yargıyla şekillenecektir: "Talat da Enver de, Cemal Paşa’yı gelecekte sorumlu tutabilmek için Suriye’deki uygulamalarında kasıtlı olarak başına buyruk bırakmışlardır. Yoksa Paşa’nın yaptıklarının ne akılda, ne törede, ne kanunda, ne de siyasette yeri vardır". Üçlü içinde de bağımsız hareket eden, Enver’in bile eleştirmekten çekindiği bir konumda olan Cemal Paşa, daha çok İstanbul’daki "TürkçüTurancı grupla birlikte" davranıyordu. Özellikle Çanakkale Zaferi’nden sonra bu Türkçü tutumun daha da belirginleştiğini kaydeden Şekib Arslan, bu dönemi takiben Cemal Paşa’nın, "Suriye'nin Türkleştirilmesi ve Arap milliyetçiliğinin kökünün kazınması" siyaseti izlemeye başladığını söyler: "Bunun için buldukları ilk yöntem, ta873 nınmış birçok ailenin kadınlı erkekli sürgüne gönderilmesi oldu. Böylece köklü aileleri güçten düşüreceklerini ve Suriye’yi Türkleştirme hedefini gerçekleştireceklerini zannediyorlardı. Enver katılmıyordu ama (...) o günler Cemal’in yıldızının parladığı günlerdi ve kendisi İstanbul’dakilerin umudu olmuştu. (...) Bölgede nüfuz ve itibarı olmaktan başka hiçbir suçu olmayan birçok aile de sürgünden nasibini alacaktı. Üstelik bu aileler içinde eskiden beri devletin hizmetinde olan birçok kişi vardı" Özetle Şekib Arslan’ın, "Suriye’deki Arap bağlarını zorbalık, cinayet ve sürgün sayesinde yok edebileceğini sanmakla, halkı Türkleştirmeyi bir yöntem olarak uygulamakla" suçlaması, o günlerde Osmanlının Arap topraklarında izlediği siyaseti ve bunun Arap bilincinin dönüşümündeki rolünü anlamak açısından tarihsel önem taşır. SAVAŞA NİYE GİRDİK? Şekib Arslan’ın anılarında önem taşıyan bir diğer nokta da savaşa giriş sürecidir. Şekib Arslan, tarafsız kalınması halinde İtilaf devletlerinin Osmanlının bağımsızlığını tanımayacakları önyargısı üzerinden gerekçelendirilen, İttihatçıların Alman ittifakıyla savaşa girme politikasının temsilcilerinden biridir. Nitekim Said Halim Paşa’nın "kararsız" olduğunu, kendisinin de "devletin savaşa girmesi gerektiği" tezini savunduğunu yazar. Onun bu süreçteki bir özelliği de Alman konsolosu Baron Wangenheim ile özel ilişkileri ve bu bağlamda İttihatçıların Almanlarla görüşmecisi, daha da önemlisi Almanların İttihatçılar arasındaki kulisçisi olmasıdır! Korkunç yenilgi ve İttihatçı yoldaşlarının katli sonrasında kaleme aldığı anılarında karşı görüşlere yer verse de, Almancı ve savaşçı görüşünü sürdürür. Bugünlerde kimi İttihatçı ve Osmanlıcı yazarların yarattığı spekülasyonun aksine, savaşa giriş sorununda Enver’in sorumluluğunun altını çizer: "Türkiye'nin satın aldığı söylenen Alman zırhlıları denize açılıp Karadenizde bulunan Rus zırhlılarını taciz ettiler, ardından da Odesa limanına ateş açtılar. Enver’in bu işte parmağı olduğu düşünülüyordu. (...) o gün fiilen savaşa girmiş oldu. Prens Said Halim Paşa savaşa girme taraftarı değildi. Savaşa girilmesini protesto eden Cavit Bey Maliye Nazırlığından, Mahmut Paşa da Nafia Nazırlığından istifa ettiler". Bu oldu bittiden, birçok kişi gibi o zaman Donanma Bakanı olan Cemal Paşa’nın da haberi olmadığını yazan Arslan, buna karşılık onun, "birçok çarpışmaya girecek olan Rusya’nın zayıf düşmesini bekleyip, daha sonra Kafkaslar üzerinden Rusya'ya saldırmak taraftarı" olduğunu yazar. Ancak Cemal Paşa’nın bu planı uygulanamaz, çünkü, Ş. Arslan’ın da kaydettiği gibi, "Almanlar acele ediyorlardı, çünkü sırtlarındaki yük hayli ağırdı". İşte bu bastırmanın sonucu olarak Almanların sırtındaki yükü azaltmak amacıyla girişilen Sarıkamış Harekâtının bedelini 90 bin Anadolu köylüsü ödeyecektir. Almanların acelesi ve Enver’in maceracılığı sonucunda bırakalım cephane tahkimatını, kışlık elbise hazırlığı bile yapılmadan Kafkas cephesine sürülen Osmanlı ordusu tarihinin en büyük trajedilerinden biriyle karşılaşacaktır. Arslan’ın bir diğer önemli aktarımı ise, Enver’in Mısır’ı almak kararlılığıyla İngilizRus uzlaşma görüşmelerini tıkamasına dair gözlemidir. İngilizlerin ellerindeki Reşadiye zırhlısını, Osmanlıların Almanlar yanında savaşa girmesinden kaygılandığı için teslim etmediğini, buna karşılık Rusların, Osmanlının tarafsız kalma sözü vermesi karşılığında İngilizlerin gemiyi vermesi yönünde arabuluculuk yaptığını aktardıktan sonra şöyle yazar: "Bunun yeterli olmayacağını, Türkiye'nin birçok talebi olduğunu söyledik. Çünkü itilaf devletlerinin tecavüzlerinin haddi hesabı yoktu ve Türkiye'nin haklarını geri alabilmesi için gereken fırsat buydu. En önemli sorun Mısır’dı. Türkiye İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesini ve Mısır’ın içişlerinde bağımsız, dışarıda Osmanlı halife ve sultanına bağlı hale getirilmesini istedi." İngilizlerin gemiyi, yanı sıra borç vermeyi kabulüne ve Rusya’nın da otuz yıl boyunca Türkiye'ye saldırmama sözüne karşılık Enver’in Mısır’ı talepteki ısrarı sonucunda anlaşma sağlanamayacaktı. Bütün bunlar Enver’in savaşa, savunmacı ve yurtsever kaygılarla, emperyal bir vizyonla ve Almanlarla birlikte girmeye karar verdiğinin göstergeleri olarak çıkıyor. ARAP BİRLİĞİNE ÇARK İttihatçı kimliğini 1923 gibi oldukça geç bir döneme, yani Ankara’nın ümmet bilinci ve Arap dünyası ile bağlarını koparıp kendini ulusal bir devlet olarak kurmasına kadar korur. Ancak İttihatçılık ve Osmanlıcılık açısından her şeyin bitmesinden sonradır ki Arslan’ın, tam bir paradoks olarak, "Arap Birliği" misyonuyla siyaset yaptığını görüyoruz. Anılarını kaleme aldığı dönem Osmanlının artık tarihe gömüldüğü, yerine kurulan Cumhuriyetçe reddedildiği bir dönem. Bu durum onun geçmişini, geçmiş duruşundan farkla, Arap çıkarlarına ihanet etmediği ekseninde kaleme almasını sağlar. Burada gördüğümüz, kendi konumlarına kılıf oluşturmak şeklinde, neredeyse tüm İttihatçı önderlerde gördüğümüz tipik bir refleks. İktidara alışmışın, iktidarsız duramayanın iktidar gereksinimine zemin arayışıyla karşı karşıyayız adeta... Bu bağlamda nasıl ki Talat, Türk kurtuluşuna bağlılığını ispatlama gayretkeşliğine giriyorsa, Şekib Arslan da, Araplara yönelik aynı gayretkeşliği sergiliyor. Öyle ki sözün yetmediği yerde, hakkındaki ("iftira" dediği) Arap yargısına karşı şahit olarak "Allah’ı ve melekleri" göstermekten de geri durmuyor! ? SAYFA 27 “OSMANLILARDAN ÇOK OSMANLI” Arslan’ın anılarını, bir Arap aydınından çok, Osmanlı muktediri bir Arabın değerlendirmeleri olarak görmek gerek. Nitekim Arap aydınlarınca "İttihatçıların adamı" görülen, Arap davasına "ihanetle", "Osmanlılardan çok Osmanlı" olmakla suçlanan bir şahsiyet Arslan. Arapların ulusal uyanışına ve Arap sorununun çözümünü dayatan milliyetçiliğine karşı olan Arslan’ın tavrı, esas olarak bir Osmanlı bürokratının, dahası İttihat ve Terakki yöneticisi ve tabii Teşkilatı Mahsusa üyesinin anıları. Gerçi bu anıları yazdığında konumu ve reflekslerinde değişim söz konusu, ancak sırtında taşıdığı kişisel tarihi öyle kolayca bir kenara atılabilecek cinsten değil. Şekib Arslan’ın anılarına damgasını vuran önemli özelliklerden biri, onun Talat ve Enver Paşa’ya dair pozitif ve kollayıcı tavrına karşılık Cemal Paşa’ya olan belirgin tepkisi. Ancak Onun Cemal Paşa’ya olan muhalefeti de, bir Arap tepkisi değil, Cemiyet’in içinde çokça örneği olan farklı vizyon ve kesimlerin tepkisi olarak değerlendirilmeli. Nitekim Cemal’in Araplara yönelik şiddet politikasını, "Türklerle Araplar arasında nefret tohumları atacağı ve devlete zarar vereceği" temelinde eleştirirken, aynı politikanın diğer iki muktediri Enver ve Talat’la özdeşliğini sürdürüyor. Anılarında İngilizleri, Arap gençlerini "Abbasiler veya Emeviler gibi bir Arap devletini yeniden" kurabileceklerine inandırdıkları için kınıyor. Dahası Arap milliyetçiliğinin uluslararası meşruiyet elde etmesinde çok önemli bir eşik olan Paris CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle