Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? dar sayısız usta yazar gelip sinemada çalıştılar, çok büyük paralar aldılar. Dünyada hiçbir sinema ben çok iyi yazarlara çok iyi paralar vereyim de bundan da para kazanayım diye yola çıkmaz aksine parayı baştan kesmeye kalkar. Ama akıllı kapitalizm eğer para getireceğini hissederse sanatçıya da çok iyi para verir. Bu açıdan Amerikan sineması ile rekabet etmek kolay değil. Amerikan sinemasının 11 Eylül saldırısından sonra sinemada da girdiği milliyetçi eğilimin kabak tadı vermesi öte yandan dünyada yükselen Amerikan aleyhtarlığı bu rekabette seyircinin dünya sinemalarına yönelişini getirir mi/getirdi mi sizce? Aslında çok sanmıyorum. Çünkü sonuç olarak sinema hâlâ ve hâlâ çok büyük bir eğlence ve haz aracı olarak görülüyor. Amerika milliyetçiliğini bir kirpi gibi adeta kendisinin etrafında topladı ve filmlerde tehlikeli bir ideolojik tırmanma şeklinde bu kirpinin dikenlerini taşıyor ama ne tuhaftır ki bizde de aynı şey yapılıyor. Yani Kurtlar Vadisi Irak filmi sonuçta Amerikan sinemasına karşı yine Amerikan sinemasının bu aşırı milliyetçilik yöntemiyle cevap vermeye kalkışan bir filmdi. Yani bir aşırılığa başka bir aşırılıkla cevap veremezsiniz ki. 35 yıllık bir fotoğraf çabasının ürünü olan "Bir Eleştirmenin Objektifinden"in oluşumunun ilk zamanlarına yani ilk fotoğraf çektiğiniz zamanlara gidersek ilk kimin ya da neyin fotoğrafını çektiniz, ne zamandı? İlk fotoğraf makinenizin markası neydi? Teknolojiyle aram hiç iyi olmadığı için, her türlü makineden sakınırım. Bu nedenle çok geç araba kullandım (30 yaşımdan sonra), bilgisayara görece olarak geç başladım, dijital fotoğrafa da hâlâ geçemedim. Bu nedenle ve ayrıca mütevazı aile koşullarımız nedeniyle, resim çekmeye hayli geç başladım. Ama yine de gazeteciliğimden önce, mimarlık eğitimim sırasında. Çünkü kimi binaların resimlerini çekmemiz gerekiyordu: rölöve, perspektif gibi dersler için... İlk makinem, markasını hatırlamadığım, ucuza alınmış bir Rus makinesiydi ve oldukça kötü sonuçlar veriyordu. Sonra bir Japon Yashica edindim. Ama daha sonraki makinelerim hep Canon oldu. Demek ki çektiğim ilk fotoğraflar, kimi eski evler ve yalılardı. Sonra aile bireyleri ve Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki sınıf arkadaşlarım. İlk çektiğiniz sinemacı fotoğrafı hangisiydi? Toplam kaç fotoğraf çektiniz? İlk çektiğim sinemacı fotoğrafları, sinema yazarlığımın hemen ilk yıllarında Sinematek derneğinin beni yolladığı Romanya, Bükreş gezisine birlikte çıktığım rahmetli eleştirmen Tuncan Okan ve dönemin yıldızı Pervin Par’ın resimleriydi. Ki bir Pervin Par resmini bu albümkitaba aldım. 1968 tarihli bu fotoğraf, kitabın en eski resmidir. Toplamı bilmiyorum, birkaç bin olmalı. Gözünüzü daha fotografik bir deyimle vizörünüzü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sinemacı göz neye daha dikkat ediyor? Gazeteci olmak ve 40 yıldır sinemayla iç içe olmak vizörünüzü nasıl etkiliyor? Tüm bu soruların cevabını benim vermem zor. Belki dışardan bir bakış gerekir. 40 yıldır sinemayla iç içe olmak ve çok kişiyi tanımak, başlı başına bir etken aslında. Çünkü bu sayede kimsenin dikkat etmediği kimi sanatçıları gözünüz hemen kesiyor ve başkaları güncel isimlerin peşinde koşarken, siz onu fotoğraflıyorsunuz. Albümden örnek vermek gerekirse, Cannes’da bir gösterideki adamı gözüm ısırdı ve resmini çektim. Ve onun Amerikan bağımsız sinemacısı Andy Warhol’un hemen tüm filmlerinde oynattığı bir dönemin ilah modeli Joe d’Alessandro olduğunu anladım. D’Alessandro’yu bir daha nerde bulup resmini çekeceksiniz? Aynı biçimde, ancak sinemaseverlerin tanıyabileceği kimi önemli isimleri, Ray Guerra’dan Juan Antonio Bardem’e, Miklos Jansco’dan Mark Donskoi’ya özellikle çektim. Kimi resimler daha çok şansın ürünüdür: Efsanevi belgeci Joris Ivens’i bir toplantıda yakalamak veya Andrei Tarkovsky’yi daha hiç ünlü değilken çekmek gibi. Ama kimi resimler de bir iradenin ürünüdür: Örneğin aslında gitmeyeceğim bir Atina festivaline ünlü Bergman oyuncusu Max von Sydow’un geleceğini dostum Ninos KİTAP SAYI Mikelides’ten kesinlikle öğrendikten sonra, kalkıp gittim. Ve bu değerli sanatçıyla hem bir konuşma yaptım, hem de resimlerine sahip oldum. Fotoğraflar çok şey söyler elbette, özellikle anlık olanlar, öyle değil mi? Kitabınızdaki fotoğraflarınızın doğal olması, sinemacıları ikon olmaktan çıkararak aramızdan biri de yapıyor. Bunu özellikle mi tercih ettiniz? Sanatçıyı en tipik haliyle, en özel bir bakışıyla çekmek, klasik deyimle değişik bir pozunu yakalamak isterim. Her fotoğrafçı gibi, o klasik portre duruşundan, vesikalık resim havasından uzak… Ama her zaman mümkün olmuyor bu. Kimi çok özel enstantaneler ise, benim marifetimden çok şansın ürünü: James Caan’ın adale gösterisi yapması, Milla Jovovich’le Bono’nun bilek güreşi, David Cronenberg’in yanı başındaki oyuncusu Viggo Mortensen’i çekmesi, James Cameron’un gazetecileri çerçevelemesi gibi... Ama her zaman böylesine enstantaneler yakalanamıyor. O hengame içinde bir sürü resim çekiyor ve en azından birkaçının, hiç olmazsa birinin iyi olmasını diliyorsunuz. Daha rahat koşullarda çektiğim insanlar da oldu, onlardan iyi sonuç aldım. Ama inanın, en heyecan verici olanı, kargaşa ortamlarında yakaladığınız o eşsiz izlenim fotoğrafları, o benzersiz enstantanelerdir. Onların tadı başka oluyor. ANISI OLAN FOTOĞRAFLAR En sevdiğiniz ve sizde en anısı olan fotoğrafınız hangisi? 1977 sansüre karşı yürüyüş resimlerini seviyorum örneğin... Çok başarılı resimler değil, ama öylesine heyecan yüklü bir kitle olayının sayılı belgeleri. Kimi yıldızların fotoğrafları çok iyi çıktı, çünkü çok fotojenikler. Onları seviyorum: Faye Dunaway’dan Juliette Binoche’a, Jack Nicholson’dan Shirley MacLaine’e, Nicole Kidman’dan Quentin Tarantino’ya. Elia Kazan, Robert Altman, Clint Eastwood, Coppola, David Lynch, Claude Sautet, Sergey Paradjanov, Nanni Moretti resimlerini de çok seviyorum. Nick Nolte’den Harry Dean Stanton’a, David Carradine’dan Woody Harrelson’a, Peter O’Toole’dan Gerard Depardieu’ye, Bahman Gobadi’den Yusuf Şahin’e sanırım kimi iyi portreler de becerdim. Anısı olanlara gelince, Naomi Watts’ın kim olduğunu bile bilmeden çektiğim tek kare resminin o kadar iyi çıkması... George Lucas ve "Willow" ekibini çekebilmek için ömrümde ilk ve de son kez "photocall" denen fotoğrafçı seansına katılmam... Yıllar önce (1975’te) Moskova festivalinde Gina Lollobrigida ile Fatma Girik’i aynı kareye almaya çabalarken (ki başardım!) Gina’nın Fatma’ya kıskançlıkla bakması... Atıf Yılmaz’ın ölümünden hemen önce, hastane yatağında çektiğim bir resmi... Kadir İnanır’ı ilk kez geçen yılki Altın Kelebek’te resimlemeye çalışırken, bir an için yan yana geldikleri Türkan Şoray’la çektiğim resimlerin çok iyi çıkması... Fatih Akın ve "Duvara Karşı" ekibini resimlere de yansıyan bir heyecanla çektikten kısa süre sonra, filmin Altın Ayı alması ve hepimizin bayram yapması gibi anılarım var. Yurtdışı festival trafiğinde özellikle fotoğraf çekmek badireler atlatmak anlamına geliyor... Bu konuda yaşadığınız zorlu anlardan birkaçını anlatır mısınız? Özellikle basın toplantılarında resim çekmek çok zor. Bazen tüm bir film ekibinin katıldığı basın toplantılarında uzun masanın bir yanından öbürüne koşmak...Ya da tam iyi bir kare yakalamışken bir omuz darbesi yemek veya görüş sahanıza birden dalan bir başka kamera gibi şeyler o kadar doğal ki...Bunlardan birini kitapta aynen korudum: George Clooney’in iyi bir pozunu yakalamışken, alanıma pike yapan bir makinenin siluetini... Emin olun, o koşulları görseniz bu resimlerin nasıl çıktığına şaşarsınız. Ama, dedim ya, ben şanslı adamım. Yoksa bunca resmi çekemezdim. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Hayatımızı Dğiştiren Filmler/ Atilla Dorsay/ Remzi Kitabevi/ 398 s. Bir Eleştirmenin Objektifinden/ Atilla Dorsay/ Altın Portakal Film Festivali Yayınları/ 368 s. 876 SAYFA 15 CUMHURİYET