Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SEVGI UNAL Mehmet Faraç sevdanın direnişini anlatıyor I ki yıl önce, Türkiye'nin en çok turist çeken, doğal güzellikleri dilden dile dolaşan, havasıyla suyuyla hep gitme isteği duyulmasına yol açan o güney ilimize, AntaJya'ya, sıcak yaz günlerinden birinde değil de, ocak ayının oldukça ılık geçtiği kış günlerinden birinde gittiğimde, bilemezdim Kadınyarı ile ilgili böylc bir hikâye olduğunu. Sokaklarda, kendiliğinden akıp giden bir su gibi, ayaklarım neni nereyegötürürseoraya yol aldığım keşif gezilerimden birinde, şehir merkezindeki bir köprünün üzerinde durmuş az önce anlattığım düşüncelerle uğraşıp duruyordum. Karşımda Antalya'nın ünlü yalıyarlarından bir kesit vardı ve neden Kadınyarı ismiyle adlandırıldığı konusıında ise uf ak tefek tahminlerin ötesinde hiçbir fikrim yoktu. Bu olaydan iki yıl sonra, muhtelif Doğu seyahatlerimden birinden heniiz dönmüşken, bir kitabın varhğından haberdar oldum. 1998 yılında ilk kez yayımlanan ve oldukça ses getiren bu kitabı daha önce niye duymadım diye hayıflanmanın akabinde hemen kitabı aldım ve okumaya başladım. Kitap, gazeteci Mehmet Faraç'ın "Töre Kıskacında Kadın" adını verdiği, uzun ve zorlu araştırmalar sonucu yazdığı kitabıydı. Yıllardır süregelen töre cinayetlerini, tarihlerle, belgelerle, bizzat tanık olduğu olaylarla bir bir anlatmıştı Faraç. Öykülerin biri hariç kitabın tamamında Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin şehirlerinden (çoğunlukla Urfa), o şehirlerde yaşayan kadınlardan, erkeklerden, töreler sonucu oluşan acı dolu yaşamöykülerinden bahsediyordu. Tek farklı öykü Gönül'ün öyküsüydü. Hem coğratik olarak hem de yaşananların seyri açısından. Faraç'ın, "Attalos'ta bir kötü kız..." başlıgıyla anlatmaya başladığı Gönül'ün öyküsüne mekân olan yer, bir zamanlar vezirlerine, "Bana bir cennet bulun," diyerek emir veren ve bulunan yere de Pamfilya'nın merkezi olacak bir krallık kuran Bergama Kralı 2. Attalos'un cennetiydi. Yani bugünün Antalya'sı. "Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de önemini koruyan Kral Attalos'un Yeryüzü Cenneti'nde, 'Kötü Kadınlar'a verilen ceza da hemen hemen hiç değişmiyordu. Kadın infazları, Toroslar'dan inen, ovaları aşan ve kenti ikiye ayıran Antalya'nın Akdeniz ile buluştuğu Kadınyan'nda gerçekleşiyordu. Kötü kadınlar sürekli Kadınyan'ndan denize atılarak cezalandırılıyordu. O zamanlar Antalya kent merkezine uzak olan bu uçurum, tarih boyunca kadınların korkulu rüyası oluyordu. Günümiizde de bunalıma giren genç kızların intihar alanı Kadınyarı'ydı... Girintili çıkıntılı ve saklı alanlarının çok olduğu Kadınyarı'nın yakınlarında, Hz. îbrahim'in mancınıklarla ateşe atıldığı Urfa'dan gelen bir genç kız da yaşıyordu." (M. Faraç, Töre Kıskacında Kadın, s. 101,102) Gönül'ün hikâyesi bazı farklara rağmen diğer kızlarınkiyle aynıydı aslında. Örneğin, o da Urfalı kalabalık bir ailenin kızıydı, ama Güneydoğulu bir genç kız gibi dar bir çevrede, sıkı kurallarla değfl de Antalyalı hemcinsleri gibi daha serbest bir yaşam sürüyordu. Modern giyiniyor, plajcfa denize giriyor, sokaklarda özgürce dolaşabiliyordu. Sorun, evlenme çağına geldiği düşünüldüğünde başgöstermişti. O, Kemer'de çalışan Urfalı nir gençle arkadaşlık kurmuşken, ailesinin olaydan haberi olmasının da etkisiyle, Viranşehir'den sevmediği bir adamla evlendırilivermişti. Genç Kadın eşine ahşamamış, yeni hayatı onu bunalıma sürüklemişken, eşine ayrılmak istediğini söyleyerek duruma tepkisini koyma cesaretini göstermişti. Faıcat töre kıs Töre Kıskacında Kadın Mehmet Faraç, ikinci baskısı çıkan "Töre Kıskacında Kadın" adlı kitabında; kadın olmanın, özellikle de Urfa'da ve Güneydoğu'nun pek çok yerinde kadın olmanın, nelere göğüs germek, nelerle mücadele etmek ya da nelere boyun eğmek olduğunu anlatıyor. kacından kolay kolay sıyrılamaz Gönül. Bu uğurda kaçar, ama yakalanır. Aile meclisi kıı rulur ve ölüm fermanı hazırlanır. Kitapta oldukça detavlı anlatılan hikâyenin ilk bölümünü kısaca böyle anlatmak mümkün. Asıl, diğer töre cinayeti kurbanı olan kızların da başına geldiği gibi, aile ölüm fermanını kolayca çıkarır, fakat kızlarını nasıl öldürecekleri konıısunda uzun tartışmalara girerler. Bu noktada, kamyonun ya da traktörün altına atmak, on sekiz yaşından küçük aile efradından birine av tüfeğiyle vurdurup sonra da kaza olduğunu savunmak gibi son derece insanlık dışı çeşidi yöntemler öne sürülür. Ve sonunda karar verilir. Ama, Gönül'ü öldürmesi için seçilen on yedi yaşındaki genç bunu yapmayacağını söyleyince, yeni bir plan kurmaya girişir aile üyeleri. "Bu kız ailenin yüz karası, bunu boğup Fırat'a atalım," derler ve karar uygulanır. Ama Gönül, diğer kurbanlardan şanslıdır. Arabada eşarpla boğulması sırasında kendinden geçer ve bu nalde köprüden aşağı atılır. Suyun etkisiyle kendine gelen Gönül, bıınun fark edilmesine izin vermez ve suda bir süre sürüklenir. Uzaklaşınca da yüzerek karaya çıkar ve nolise sığınır. Şanslıdır, çünkü Cîüler gibi boğazı kesilerek, Rabia gibi köy meydanında onlarca kişinin önünde traktörün altına atılarak, Sevda gibi Rambo bıçağıyla boğazı kesilerek, Hacer gibi domdom kurşunuyla vurularak, Şemse gibi traktörün altında ezilerek veya karanlık bir kuyunun derinliklerinde unutularak kurban edilmemiştir. Nehre atılmıştır ve Antalya'da yaşamasının verdiği bir avantajla cla yüzme biliyordur. Yıllar sonra, Antalya'daki Kadınyarı'na böyle bakacağımı nerden bilebilirdim? Namus gerekçe gösterilerek işlenen onca cinayetin simgesi olabileceği hiç aklıma gelir miydi? Gencecik kızların, sadece sokakta yürüdükleri, sinemaya veya pastaneye gittikleri, birgenci sevdikleri ya da radyodan bir istek parçası dinlemek istedikleri için, çocıık yaştaki kardeşleri ya da amca çocukları tarafından aüe büyüklerinin isteği üzerine öldürtüldüklerini bilınek... Bu cinayetlerin işlenmesinin ardından, faillerin, hukukun da törelere kurban gittiğini düşünmeme sebep olan salıverılişlerini, kasıtlı adam öldürmekten ömür boyu yatmaları gerekirken, yörenin yapısı gereği ve ifade vermekteki çelişkili ve çıkarlarına uygıın davranışları yüzünden hiç ceza almadan, hiçbir şey olmamış gibi, hatta çok da iyi bir şey yapmış olduklarını düşünerek, göğüslerini gere gere yaşamaya devam ettiklerini düşünmek... Gözleri önünde genç bir kızın traktörün altında ezilmesini izleyen insanların, pervasızlığına, kadın cinsinin hayatı üzerinde erkeklerin karar verme yetisinin olduğunu düşiinen bu aşağılayıcı zihniyete dur diyememenin verdiği vicdan azabı... Hele şu çağdışı kanunların hâlâ hüküm sürdüğünü bilmek... Kitaptan aynen alıntılıyorum: " 1927'de resmi kayıtlara geçen bir ibret belgesine bakmak kaçınılmazdı. Bu belge, 20. yüzyılın sonlarında hunharca işlenen cinayetlerin gerekçesini de açıklıyordu: Aşirete mensup bir kız bir gence meylederek onunla kaçarsa, veli ve vasilerine karşı kız ve erkek ölüme mahkum olurlar. Aralarında nikâh yapılsa bile, kızın akrabasuıa başlık namıyla bir şey verilmez ve bir sulh yapılmazsa, kızı kaçıran hakkında katillere tatbik edilen usul tatbik edilir. (...) Aşiret kanunları olarak tanımlanabilecek bu satırlar Urfa Valiliği'nin 1927'de yayımladığı Urfa Salnamesi'nin (yıllık) 104. sayfasından alındı. (...) Ve üzerinden 80 yıla yakın süre geçmesine karşın o yasalar törelerin uygulandığı aile meclislerinin başucu kitabıydı." (s. 20) Peki şimdi çok şey mi değişti dersiniz? 1927'de öyleydi de şimdi Türk Ceza Yasası'nın 462. maddesi mesela, çok mu adil bir düzenleme içeriyor sanıyorsunuz? Yine, bir an önce alıp herkesin okuması gerektiğini düşündiiğüm "Töre Kıskacında Kadın" kitabından alıntılamak gerekirse: "TCY'nin 462. maddesi, zina halinde veya gayri meşru cinsi ilişkide bulunduğu sırada veya bunu yapmak üzereyken yakalanan veya bunu yaptığı şüphe edilmeyecek derecede belü olan karı, koca veya kız kardeşin yakınları tarafından öldürülmesi halinde, bu suçu işleyenin cezasında 8'de bir oranında indirime gidilmesini ve ağır hapis cezasının hapis cezasına dönüştürülmesini öngörüyordıı." (s. 22) " Ve bu yasanın değişmesi için verilen tasarı 2002'nin başlarında bile yasalaşmayı bekliyordu. Bu dönemlerde töreler ııygulanmaya devam ediyordu," diye devam ediyor Mehmet Faraç kitabında. Haklıydı, töreler devam ediyordu. 1993'te yaşadığı işkence dolu hayata devam edemeyeceğini anlayan Cemile'nin üç çocuğuyla birlikte Fırat'ın sularında intihar etmesinin ardından, geçen yıllar feodalitenin baskıcı yaşam koşullarının gittiği her yerde devam edebileceğini gösteriyordu. Olayın sadece belli bir bölgeyle sınırlı kalamayacağını, küreselleşmeden söz edilen böyle bir dönemde, zihniyetin gittiği her yerde boy gösterebileceğini anlamamıza yol açıyordu yurtdısından gelen haberler. Ailesi uzun yıllaruır lsveç'te yaşayan, kendisi de orada doğup büyüyen genç bir kız, gün gelip de namus cinayetine Kurban gıdeceğini, ailesinin bu konuda bir şeyler planladığını anladığında, zorlu bir kaçış serüveninin içinde buluyordu kendini. Ama bu serüven onun gazetelere yansıyan ölüm haberini almamızla son buluyordu. Töre cinayetleri sınırlarımızın dışına kadar taşıyordu. Flikmet Çetinkaya'nın yazuığı önsözde, "Doğup büyüdüğü topraklarua sevdanın direnişini anlatıyor," dediği gazeteci yazar Mehmet Faraç ın, Mart 2002'de Ciünizi Yayıncılık'tan ikinci baskısı çıkan "Töre Kıskacında Kadın" adlı kitabında; kadın olmanın özellikle de Urfa'da ve Güneydoğu'nun pek çok yerinde kadın olmanın, nelere göğüs germek, nelerle mücadele etmek va da nelere boyun eğmek olduğunu anlattığı kuşkusuz. Bir insanın başka bir insanı namus gibi bir scbcptcn öldurmesinin bu kadar kolay olduğu r>aşka kaç ülke var bilmiyorum, ama bu yurtdışına kadar taşan ilkel zihniyetin, bir kadın, bir insan olarak beni ne kadar yaraladığını çok iyi biliyorum. Doğu ve Güneyaoğu yörelerine yaptı&ım her seyahatte, kaaınların yüzlerindeki ve ellerindeki çizgilerin derinliğinden anladığım bir şey var. Bu çizgiler, onlar ne vaparsa yapsın, eğitilmemiş ve feodaliteyi kemikleşmiş bir kabullenmişlikle savunmaya devam eden erkek egemen zihniyetin yazdığı ve peşlerini bir türlü bırakmayan kanîı bir tarihin görünen en derin izleri. Görünmeyen acı yüklü izlerini ise sadece içimizde nissedebiliriz. Bir de, yıllar önce tarihte Namus gerekçesl Ibretbelgesi Kadın Infazları Sevdanın direnişl nelere sahne olduğunu bilmediğim ve bu yüzden Antalya'yı anlatan yazımın bir yerinde "Yalıyarların en müstehceni," diye bahsettiğim Kadınyarı artık, bir yerlerde genç birTcızın canının daha alındığını hatırlatır ve yalıyarlara hınçla çarpan deniz kırmızı görünür benim gibi gözünüze." Töre Kıskacında Kadın/ Mehmet Faraç/ Günizi Yayıncılık/ 191 s. Yillardır suregelen töre cinayetlerini. tarlhlerle, belgelerle, bizzat tanık olduğu olaylarla bir bir anlatıyor Mehmet Faraç. SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 647