15 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör mış olduğunu söylüyorlar. Ayrıca hayvanlara ait kalıntılar, akarsuyun bulunduğunu gösteren tortul tabakalarında bulunmuş. Bunların dışında Moeritherium ve Barytherium’un azı dişlerinin biçiminden anlaşıldığı üzere tatlı su bitkileriyle besleniyorlardı. Soyu tükenmiş iki hayvan, filler ve deniz inekleriyle akraba olmasına rağmen görünüşleri çok farklıdır. Moeritherium günümüzdeki tapirler kadardı ve hortum yerine kavrayıcı üst dudaklara sahipti. Daha az bilinen Bartherium ise günümüzdeki Asya filleri büyüklüğündeydi ve kalıntıları Mısır’da bulunmuştu. Bilim insanları uzun bir süredir son araştırmada incelenen bu iki hayvanın, fillerin ve deniz inekleri ve hortumlu hayvanlarla birlikte suda yaşayan ortak bir ataya sahip olduklarını tahmin ediyorlardı. Son araştırmayla bu tahmin doğrulanmış oldu. Bu yazının başlığındaki soruyu iki şey yeniden karşıma getirdi: Yeni bitirmekte olduğum bir kitap ve rahmetli Erdal İnönü’nün ricası üzerine onun hazırladığı bir bibliyografyaya yazmakta olduğum bir önsöz. “Osmanlı’da Bilim Var mıydı” Sorusu ve Sonuçları Yazmakta olduğum kitap yakında Türkiye Bilimler Akademisine teslim edeceğim bir araştırma kılavuzu. Bugünkü Türkiye ile Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yerbilimlerinin en geniş anlamıyla tarihini araştırmak isteyeceklere ulaşacakları kaynakları nerelerde bulabileceklerini gösteren bir kitap ve bu kaynakların kullanılmasında kolaylık sağlayacak bilimsel el kitaplarının ve diğer kaynakların neler olduğunu içeren bir kaynakça. Bu nedenle binlerce eser taradım. Bunların pek çoğunu zaten daha önce okumuştum; pek çoğu kendi kişisel kütüphanemde var. Bu kaynak taraması esnasında Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan yıkılışına kadar yerbilimlerinde bir Türk’ün yaptığı tek bir orijinal katkı, insanlığın bilgi haznesine kalıcı bir ilâve var mı diye baktım. Pirî Reis’in kavramsal hiçbir katkı getirmeyen Bahriye’si dışında böyle bir şey bulamadım. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren Türkiye’de çalışmış yerbilimcilerin yayınlarını Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadarki süre için dikkatle inceledim, acaba tek bir Türk’e bir bilimsel teşekkür var mı diye: Bulamadım. Tıp ve kartoğrafya gibi uygulaması hayatî önemi haiz konularda çok ciddî uygulamacılarımızın olduğu kesin. Hattâ kartoğrafya alanında Avrupa’dan madalyalar bile aldığımız biliniyor. Ama kartoğrafya bilimine bir yenilik kattık mı? Meselâ yeni bir projeksiyon geliştirdik mi? Veya yeni bir tasvir tarzı icat ettik mi? Bu sorulara benim verebildiğim cevaplar olumsuzdur. En geniş anlamıyla kendi alanımda, yani yerbilimlerinde Osmanlı’nın çaktığı tek bir çivi yok. Olmadığı gibi kendi ülkesinde böyle çiviler çakmaya çalışan yabancılara en küçük bir yardım, onlarla en küçük bir işbirliği arzusu... o da yok. Örneğin Büyük Rus gezgin doğa bilimcisi Prens Piyotr Aleksandroviç Çihatçof ondokuzuncu yüzyılın ortasında on yıldan fazla tüm Anadolu’yu karış karış dolaşarak sekiz metin üç de atlas cildi içeren dev bir eser yazmıştı “Küçük Asya“ adıyla. Bu eserin ilk kitabı ülkemizin FizikiCoğrafyası ve Arkeolojisine (bir de atlası var), ikinci kitabı Zooloji ve Klimatolojisine, üçüncü kitabı botaniğine, (iki ayrı cilt ve bir atlastan oluşur), dördüncü kitabı (üç ayrı cilten oluşur) jeolojisine, nihayet beşinci kitabı da (artı bir atlas) paleontolojisine ayrılmıştır. Ben bu önemli eserin tam bir nüshasını hiçbir kütüphanemizde göremedim. Türkiye’nin ilk doğa bilimi sentezi olan bu dev eserin dilimize hiçbir kısmı çevrilmemiştir. Koca imparatorlukta bu eserde anlatılanları merak eden ve bunu vatandaşlarına da ulaştırmak isteyen bir kişi bile yok muydu? 1890 yılında Edmund Naumann ülkemizi bir uçtan diğerine kat etmiştir. Yazdığı eser şahanedir. Bunun da tercümesi yapılmamıştır. Alman subayı Kannenberg 1897’de ülkemizin doğal kaynaklarını anlatan, pek çok şeyin Türkçe ve Yunanca dahil isimlerini de sıralayan pek enfes bir eser yazmıştır. Bu da asla tercüme edilmemiştir. Bu listeyi yüzlerce esere çıkarabilirim (Yirminci yüzyıl başında Anadolu yerbilimleriyle ilgili bibliyografyalara bakınız: Yüzlerce eser içinde tek bir Türk’ün eserini göremezsiniz). Yabancıların eserlerini açınız: Tek bir Türk’e bir bilimsel teşekkür bulamazsınız. Hemen hiçbirinde, hiçbir Türk’ün adı bile geçmez. Hangi devlet ülkesini böyle bir karanlığa mahkum etmiştir? Hangi devlet milletini böyle bir cehalet balçığına batırmıştır? Hangi devlet toplumunu böyle bir zavallılığa itmiştir? Ahmet Haşim’in anlattığı Anadolu köylüsünün taş devrinde yaşayan insandan ne farkı vardır? O taş devrindeki zavallı köylü yaşamı için mücadele verirken çevresinde yaşamını kolaylaştırabilecek bilim sahibi yabancı insanlar dolanıp eserler yazıyorlardı. Vergi verdiği, yavrularını aptalca politikalarla hep kaybettiğimiz harplerde ölsünler diye yolladığı o Devleti Şahâne denen rezil müessese bunlardan bir tanesini bile onun hizmetine sundu mu? Hayır! Ona hattâ Payi Tahtında “pis Türk” diye bir de hakareti moda yaptı. İşte şimdi bizi yöneten Osmanlı hayranı zihniyetin, o halkın yavrularına “ayak takımı” demesinin kaynağını anlıyor musunuz? Halkımıza ayak takımı diyenler, tarihimizin en karanlık dönemlerinin savunucularıdır. Onları kendi ellerimizle başımıza getirdik. Orada her ne bahasına olursa olsun kalabilmek için Osmanlı’dan öğrendikleri gibi gene bizim mahkemelerimizi gidip Avrupa’ya şikâyet ettiler. Avrupa’ya yaltaklanmak yerine o kökü aslında bizim ülkemizin batısında olan uygarlığını alsak artık. Atatürk’ün dediği ve başlattığı gibi. Doğan Kuban Hocamızın geçen haftaki o enfes yazısında hepimize hatırlattığı gibi. Üniversitesi bilim insanı John Young, kan serumu ve kalsiyum karbonattan, (mikroskop altında) nanobakterilerden ayırt edilmesi neredeyse imkânsız olan nano parçacıklar ürettikten sonra deneylerle bunların canlı olmadığını kanıtlamışlar. Ne DNA ne de RNA’ya ait izler taşıyan bu parçacıklara çok yüksek ışın verildiğinde bile aynı yoğunlukta kaldılar ve biçimlerini değiştirmediler deniyor “Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde.Young ve Martel ayrıca nano parçacıkların minik kireç parçacıkları olmadığını da tespit etmişler. Anlaşıldığı üzere bunlar etrafı organik moleküllerle kaplı proteinler. Moleküller parçacıkların büyümelerini engelleyerek, yuvarlak ve hücreye benzer bir biçim veriyorlar. MAGNEZYUM EKSİKLİĞİ YAŞLANMAYI HIZLANDIRIYOR Organizmada sayısız metabolizma süreçlerinde etkili olan magnezyum, insan, hayvan ve bitki için büyük bir gerekliliktir. Örneğin bedendeki birçok enzim bu mineralle çalışır. Magnezyum eksikliği, sinirlilik ve kas krampları gibi akut belirtilere ve psikoz veya kalp enfarktüsü gibi hastalıklara yol açabilmekte. Kaliforniya Üniversitesi bilim insanları şimdi laboratuvar deneyleri sayesinde, magnezyum eksikliğinin hücre yaşlanmasını hızlandırdığını ve kronik eksikliği halinde damar sertliği, yüksek tansiyon veya osteoporoz gibi hastalıkların gelişebileceğini hatta bunları kötüleştirebileceğini de saptadılar. Bilim insanları, insansı bağ dokusunun önemli bir içeriği olan fibroblast kültürlerini incelerken, uzun süre magnezyum eksikliğinde bırakılan hücrelerin normal olarak bölünmeye devam ettiğini ama buna karşın daha hızlı yaşlandıklarını görmüşler. Araştırmacılar, magnezyum eksikliğinin, hücrelerdeki telomerlerin zamanından önce kısalmasına yol açtığını tahmin ediyorlar. Telomerler, kromozomların uçlarını koruyan ve hücre bölünmesi için önemli olan DNA sekanslarıdır. Telomerler her hücre bölünmesiyle biraz daha kısalırlar ve hücre bölünmeyecek hale geldiğinde programlanmış hücre ölümü gerçekleşir. Bu DNA sekanslarının doğru çalışmaması yaşlanma süreçleri ve kanser oluşumuyla ilişkilendirilmekte. İnsan organizması yaklaşık olarak 24–28 gram magnezyum içermekte. Bunun üçte ikisi kaslarda ve iskelette depolanır. Nilgün Özbaşaran Dede FİLLERİN ATALARI SUDA MI YAŞIYORDU? CBT 1102/ 5 2 Mayıs 2008 Fillerle ortak bir ataya salip olduğu sanılan soyu tükenmiş iki hortumlu hayvanın diş minesindeki oksijen izotoplarını inceleyen Oxford Üniversitesi araştırmacısı Alexander Liu, moeritherium ve barytherium olarak adlandırılan bu hayvanların suda yaşadıklarını sanıyorlar. Diş minesi çok uzun süre dayanıklı olduğu için analizler için kemik malzemesinden daha uygundur. Hayvanlar yaşadıkları süre içinde sudaki ve besinlerdeki izotoplar bedenlerine ve diş minelerine “işlenmekte”. Karada yaşayan hayvanların diş minesi tabakaları arasındaki izotop birikimleri çok çeşitlidir. Çünkü karadaki oksijen izotoplarının çeşitliliği suya göre çok daha zengindir. Karadaki hayvanlar birbirinden farklı su kaynaklarından yararlanırken, suda yaşayanlar bir iki su kaynağından yararlanıyor, bu nedenle de diş minelerindeki izotoplar birbirinden çok farklı değildir. Araştırmacılar diş mineleri incelenen iki hortumlu hayvan türünün, kısmen ya da tümüyle suda yaşa
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle