Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Yaş kesen baş kesermiş Yıllardır boşuna Evet, İstanbul'a su getiriliyor ama canım ormanları keserek. Her tarafı tarumar ederek. Yaş ağaca balta vuran elleri, buldozerlerle doğa katliamı yapanları sadece doğa ve doğa severler değil tarih de affetmez. Prof. Dr. Bayram Öztürk, İ.Ü.Öğretim Üyesi, mmonachus@ttnet.net.tr Baştarafı 3. sayfadan E vet böyle bir atasözümüz var, denizlerin korunması için belki yok ama ormanların ve toprağın korunması için bir çok halk deyişi var bizim dilimizde Ama kim dinler dersiniz? İşimiz İstanbul'a su götürmek olunca, İğneada'nın Rezve ve Bulanık deresinden, Melen'den hatta Kızlırmak'tan bile olsa getirilmeli! Mühendislik harikası projelerimizle yaparız olur biter. Nasıl olsa ağaçların, kuşların, balıkların yosunların dili yok. Oyları da yok. Bunların korunması olsa da olur olmasa da. Önemli olan İstanbul'a su sağlamak, gelecek yerel seçim CBT1070/20 21 Eylül 2007 lere kadar bu işi bitirmek, seçimden sonra da suya zam yapmak. Tabi bu işlerin maliyeti var. Müteahhitler, dozerle, buldozerler, sonra başka başkaları var... Onun için İstanbul'a bu suyun tez elden mutlaka gelmesi lazım.. Peki ama, bu kuraklık veya su ihtiyacı ne kadar devam edecek? Su aldığımız yerlerdeki ekosistem ve yerel halk bundan nasıl etkilenecek,Trakya veya Batı Karadeniz insanları gelecekte bunun zararını nasıl ödeyecekler? Sazlıklar, sulak alanlar ne olacak, bir bölgenin suyunu başka bir bölgenin avantajına kullanmak ne kadar doğru ve hakça. Bunlar acaba düşünülüyor mu? İğneada'dan getirilecek su Karadeniz'de nesli azalan Mersin balıklarının kökünü kurutmayacak mı? Başta dil, kalkan, kefal balıklarının populasyonlarını tehdit etmeyecek mi? Tabii ki edecek. Bu derelerdeki kırmızı alabalık, kerevit ne olacak? Balık stoklarında gelecekte azalma görülecek. Çünkü besin zinciri değişecek, yaşam alanları tahrip olacağından değişecek su canlılarının. Tek geçimleri balık tutmak olan insanlar yoksullaşacak. Melen'den alınan su da beraberinde ekolojik yıkımları getirecek. Daha şimdiden getiriyor. Çünkü tatlı su girdileri bütün Karadeniz ekosistemi için çok önemli. Nehirler, dereler, ırmaklar denizlere besleyici madde, deniz canlıları için mineral getirir. Bu suretle denizlerde ilksel ürün artar. Bu ürün bütün denizde canlı kütlenin artışını getirir. Genel kural: Tatlı sularla denizlere giren besleyici madde ne kadar fazlaysa balıkçılık verimi de fazla olur. Özetle, binlerce yıldır Karadenize akan nehirlerin getirdiği tatlı suyun azalması balıkçılık verimi azaltırken başka ekolojik değişikliklere de neden olacaktır. Balıkçılıkta verim azalması avcılığı etkilecek, balıkçıların işsiz kalması yanında avlanan az miktardaki balığın fiyatı yüksek olacağından biz tüketiciler pahalı balık yiyeceğiz. Su getirilirken ormanlar tahrip edilecek. Birçok canlı türü tehdit altına sokulacak. Esas olarak Karadeniz'e giren tatlı su miktarının azalmasının bu denizdeki zehirli hidrojen sülfür tabakasını yükseltip yükseltmeyeceğini düşünmemiz lazım. Bu ciddi bir bilimsel sorun. Bir bölgenin doğal kaynaklarının başka bir bölgeye aktarılması yani aşırı doğal kaynak kullanılması söz konusuysa, bu durumda suyu talep edenin suyun kaynağında bulunana belli bir miktar yardım etmesi veya belli bir süre ödeme yapması gerekir bence. Ama işi buraya vardırmadan önce İstanbul'daki su kaçakları önlensin. İstanbul’da su israfının önlenmesiyle ilgili tedbirler gerekiyor. Daha sonra da su getirilecek alanlardaki ekolojik değişimler konusunda ciddi çalışma ve araştırmalar yaptırmak lazım. Sonuçlarını açık bir şekilde vatandaşlarla paylaşmak lazım. Nihayet, su getirilmesi mutlaka gerekiyorsa minimum zararla yapmak lazım bu işlerin. Oysa geçen hafta AğvaKilimli arasında çektiğim bu resimler bu işin hiçte öyle yapılamadığını gösteriyor. ve Dicle Üniversitelerinde en çok oyu almalarına rağmen Devlet'in atamadığı eski rektörlerin, eşlerinin ve rektöre oy veren ve doğal olarak beklentileri olan taraftarlarının isyanını böyle dile getiriyordu.. İşte üniversitelerimizde yaratılan manzaralar! Rektörlük herşey, bilim hiçbirşey! Öğretim üyelerimizin “Üniversitemizde bilim ve araştırma istiyoruz, iyi öğretim istiyoruz ve bütün bunlar için olanaklar, laboratuvarlar vb istiyoruz!” diye bildiri yayımladıklarını, gösteri yaptıklarını, YÖK'ü, rektörlerini, Meclis'i ve hükümetleri protesto ettiklerini veya isteklerini dile getirdiklerini duydunuz mu? Türkiye'de üniversitelerde yürürlükte olan bugünkü rektör adaylarını belirleme sistemi, en büyük aptallıklardan biridir. Devletin, “şeriatçı, dinci, bölücü ve belki de aşırı solcuları vb rektör olarak atamayın” şeklinde güncel politikası ve kararı varsa, buna göre bir ayıklama yapılıyor. Sonuçta yaşadığımız tablo oluşuyor: Üniversielerimizde rektörlük seçimlerinde bu kriterler yoktur. Tabii ki aralarında çok iyi ve gerçekten layıkıyla rektörlük yapabilecek adaylar vardır ve bunların bir kısmı seçimle de olsa işbaşına gelmektedir. Ancak rektörlükleri oy sandığından çıktığı için, doğal olarak kendi yandaşlarına öncelik vermektedirler. Ama, üniversitelerde yönetimde bilime yaraşırlık belirleyici olmalıdır. Siyasal tutumu ne olursa olsun, öğretim üyeleri bilime yaraşırlık temelinde buluşmalı ve sinerji yaratmalıdır. Üniversitelerde oy sandığı, buna hizmet etmez. Türkiye üniversitelerinde rektörler ne seçimle yapılmalı ne de devlet tarafından atanmalı. Öncelik bilime! (CBT Eylül 2000) ÜNİVERSİTE, SAĞCI MI SOLCU MU OLMALI?: Üniversiteler, sağcı ve solcu, dinci ve kürtçü, bizdenbizden değil ayırımlarına dayanan yönetim ve bakış anlayışlarından nasıl kurtulacak? Nice “solcu” öğretim üyesi vardır, bilimsel olarak gerçekten hiç bir işe yaramaz... Üniversiteye bir yararı dokunmaz. Ama “solculuk dayanışması” ile hatta çok önemli görevlere ve yerlere bile gelebilir. Aynı şekilde, sağcılık dayanışması ile kifayetsiz bir dizi muhteris yine bilim kurumlarına Öğretim üyeleri yöneticisi vs. değil midir? Onlar da iyi veya kötü inanç ve farklı bilimci solculara dünyayı dar etmiyorlar mı? Buna bir son vermek gerekir. Az gelişmiş ülkenin az gesiyasi eğilimlere lişmiş üniversiteleri ve az gelişmiş yöneticileri daha sahip olabilir... çoook üniversite kavgası verecektir. Belki de bu Fakat, bu tür hiç kavga şiddetlenerek sürecektir... (CBT 852, Temmuz 2003) bir eğilim, bilimREKTÖRLER VE SEÇİM: Rektörlerin selliğin, bilimsel seçimi ve atanması her zamanki gibi tartışmalar kriterlerin önüne yarattı. Rektörleri sandıktan çıkartan bu yöntem geçmemeli. her zaman sorun yaratacaktır, çünkü “demokratiklik” oy sandığında aranıyor! Üniversite bir “akil adamlar” sistemi gibi davranıp, rektörü, kendi içinde bir eleme veya süzme sistemi ile seçemiyor. Oy sandığı, üniversite için bence en ilkel sistemdir; bu sistem, biraz aşırı düşünürsek, üniversitelerimizin olgunluğu, bilimselliği, üretkenliği, genel düşünce yapısı vb hakkında da bir fikir veriyor bence. Kimse seçim sistemini terkedemiyor. Seçimin yarattığı kamplaşmaların zararını tartışan yok. Üniversitelerde “seçim” standartlarının, bilim, bilimsel üretim, iyi araştımacı, iyi proje, iyi çok iyi öğretmen vb gibi belirlenecek kıstaslara göre saptanması gerektiği üzerine yazıp çiziyoruz... (CBT 904, Temmuz 2004) ÜNİVERSİTE YÖNETİMLERİ BİLİMSELLEŞMELİ: Üniversiteler dincisiyasal baskı altında. Bu baskı iki yönlü. Birincisi siyasi iktidar kaynaklı: AKP iktidarı üniversitelerin parasını kesiyor... Kadro vermiyor. Yönetimleri değiştirmek, yönetimlere kendi mezhebinden adamlar atamak istiyor. Üniversiteler kendine hizmet etsin istiyor. İkincisi, üniversitelerimiz içinde tarikatçı dinci kadrolaşma ve bunların üniversiteler üzerindeki baskıları, içindeki faaliyetleri. Bu etkinlikler de siyasi iktidarca destek görüyor.... AKP'nin yol açtığı bu derin sorun karşısında, üniversitelerimizde siyasal olarak, bir “dinci sağcısolcu demokrat otokrat” tartışma ve bölünmeleri, mevzilenmelerini derinleştirmek, sonuç vermeyecek girişimler olabilir. Bunca yıldır Rektör seçimlerinde bu tür kamplaşmalar yaşandı; bu köşede ve Cumhuriyet'teki yazılarımda hep şunu savunduk: Üniversiteyi yönetmede tek bir kriter olmalı: Bilimsellik... Öğretim üyeleri inanç ve farklı siyasi eğilimlere sahip olabilir... Fakat, bu tür hiç bir eğilim, bilimselliğin, bilimsel kriterlerin önüne geçmemeli. Üniversite yönetimleri, rektörlükler, dekanlıklar, anabilim dalları, enstitü müdürleri, ARGE fon yöneticileri, karar verirken, eş dost ahbap, oydaş, fikirdaş, destekçi.. gibi özelliklere bakmayacak ve sadece liyakatı göz önüne alacak. Hem atamalarda hem fon dağıtımında ve proje desteğinde hem de tüm yönetim kararların