20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 10 EYLÜL 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Bir Bayram Sonu Yazısı Değerli dostlar, bugün bayramın ikinci günü. Maalesef son bayramlar, eskiden olduğundan farklı geçiyor. Daha önce ekonomik sıkıntılar vardı, sürekli kemer sıkma politikaları vardı. Siyasal sıkıntılar vardı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sıkıntıları vardı. Gelir dağılımında uçurumlar vardı. Bir yanda “aylık geliri ile kendisine her gün süper lüks bir araba alabilecek ölçüde para kazananlar” vardı. Diğer yanda ise, “bırakın aylık, ömrü boyunca kazandığı parayla, kendisine o arabanın aynasını alamayacak insanlar” vardı. Kadın-erkek eşitsizliği vardı. Alevi dostlarımızın verilmeyen ama analarının ak sütü gibi helal talepleri, hakları vardı. Ama yıllardan bu yana süregelen son derece güzel ve geçerli ilkeler, kurallar, gelenekler ve kurumlar da vardı. Aynı şekilde, hangi eğitim grubundan olursa olsun, hangi cinsiyetten, etnik kökenden, mezhepten, siyasal partiden, görüşten olursa olsun, bu kurallara, kurumlara, geleneklere duyulan inanç da vardı. Öyle bir inanırdık ki bu kurallara, geleneklere, hepimiz uyardık. Ama Türkiye’ye, bir gün, bir gömlek giydirmeye çalıştılar. Bundan 30 yıl önce bir 12 Eylül günü, bu elbiseyi dikmeye başladılar. 1990’lı yıllarda “küresel sermayenin” zoru ile, açıkça elbiseyi giymemiz için gereken her şeyi yapmaya başladılar. Hatırlayın bir gecede bankalardan paralar çekildi, bir gecede krizler yaratıldı, bir gecede Kemal Derviş’ler gönderildi, bir gecede faizler uçuruldu. Evet yavaş yavaş elbiseyi giymemiz için herkes üzerine düşeni yapmaya başladı. Hakkında “zimmet, kalpazanlık, resmi evrakta sahtecilik” suçlamaları ve soruşturmaları bulunan Recep Tayyip Erdoğan, bunlardan değil de, sözüm ona bir şiir okuduğundan mahkûm oldu. Türkiye’de neredeyse tüm başbakanlar hatta siyasetle uğraşanlar, bir süre cezaevinde yatmış iken, Recep Tayyip Erdoğan için turlar düzenlendi. Tüm AB elçileri ve tabii ki ABD elçisi kapıda bekledi. “Dünyada ilk kez bir siyasetçinin bu tür bir uygulamaya tabi tutulduğu yönünde” demeçler bile verdiler. Dedim ya bize elbirliği ile “bir elbise giydiriyorlardı”. Ve bu elbiseyi giymemiz için daha çok şey yaptılar. Recep Tayyip Erdoğan daha milletvekili bile değilken, Bush, Beyaz Saray’ın önünde kırmızı halılarla karşıladı kendisini. Türkiye’de en önemli gazeteler, günlerce tam sayfa yayınlar yaptılar; “İşte bizi yönetmesi gereken siyasetçi bu” diye. Hatırladınız değil mi? Dedim ya, bize elbirliğiyle bir elbise giydiriyorlardı. Ve giydirdiler de. Ama bu elbiseye karşı çıkanlar da vardı. Kimler mi? İlkönce bazı aydınlar. Onlara neler yapıldığını ve halen yapılmakta olduğunu görüyorsunuz. Sonra işadamları korkutuldu. Tümüne diz çöktürüldü. Kimine ihale verildi, kiminin ödü patlatıldı. Nasıl mı? Hani “kedinin bacağını ayırma” fıkrasını hepiniz bilirsiniz, o yöntemle tüm işadamları ikna(!) edildi. Kimileri zor yoluyla, kimileri ihale yoluyla. Yetmedi mi, 8 yılda yeni işadamları yaratıldı. Yeni “dâhiler” ortaya çıktı. En sonunda “medya” tamamen ele geçirildi. Kimileri doğrudan ele geçirildi, kimileri korkutuldu, kimileri belirli(!) yöntemlerle(!) ikna edildi. Yetmedi mi, yeni gazeteciler, yeni yayın yönetmenleri yaratıldı. Dedik ya, yeni elbiseyi giymemiz için medya çok önemliydi. Çok önemli işlevi olacaktı. Ve son aşamaya geldik. Tüm bu sürecin, bu yeni elbisenin bir de “kullanım kılavuzu” gerekliydi. Çünkü yargı denilen bir kurum, bu yeni elbisenin giyilmesine karşı duruyordu. Sıkıntılar yaratıyordu. Yeni elbisenin giydirilmesi yönünde bazı girişimleri iptal ediyordu. Örneğin maden arazilerini kuralsız, koşulsuz yabancı şirketlere açıyordun. İptal ediyordu. Limanları sorgusuz sualsiz Ofer’e satıyordun, örneğin Galata Limanı’nı, Trabzon Limanı’nı... İptal ediyordu. Tüpraş’ı çerez parasına satıyordun, iptal ediyordu. Üstelik Hazine’ye 3 milyar dolar fazladan kazandırıyordu. Ama senin şirketlerinden o parayı alıyordu. Dedim ya, bu duruma bir son vermek gerekiyordu. Artık bu elbisenin giydirilmesi için son engellerin de ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ve bu anayasa değişikliği yapıldı. Bu bayramın sonunda bu değişikliği oylayacağız. Ve ben bir şey düşünüyorum. Bu değişiklikle “tüm yargıyı da” tek elde toplayacağız. Kimin elinde toplayacağız. Hiç kuşkusuz AKP iktidarının yani Türkçesi Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın. Yani işadamlarına dönüp “Bitaraf olan bertaraf olur” diyen siyasetçimiz. Yani yargıya dönüp “Bugüne kadar Aleviler talimat veriyordu, artık biz vereceğiz” diyen siyasetçi. Yani televizyonda açıklıkla “Bu anayasa değişikliğine hayır oyu verenler darbecidir” diyerek halkın yarısını darbecilikle suçlayan bir siyasetçi, bir başbakan. Artık bundan sonra kim ne verelim diye düşünebilir acaba? Şimdiden bunları söyleyen bir siyasetçiye, tüm yetkiler verilebilir mi acaba? Bunu versek, sonra nasıl geri alabiliriz acaba? Sadece bu gerçek bile, bayramın sonunda ne karar vereceğimizi belirledi bence. Hepinize ‘HAYIR’lı bayramlar, ‘HAYIR’lı günler, ‘HAYIR’lı oylar... LÜTFİYE AYDIN Demirtaş Ceyhun, ‘Edebiya- tımı İstiyorum’ diyordu hani; ben de nicedir çocukluk kentimi istiyorum, bunun nice olanaksõz olduğunu bile bile. Sanõyorum, betonlaşma olgu- su yalnõzca kentlerin değil, insa- nõnõn da dokusunu değiştirdi. Yirmi yaşõmda ayrõldõğõm Gazi- antep o zamanlar büyükşehir de- ğildi. Hele ‘marka şehir’ hiç değil. Nüfusu azdõ. Sessiz fakat görgülü, zarif, hem kendine, hem de çevresine saygõlõ, ‘sözü senet’ olan insanlarõn kentiydi. Büyüklerimizin o zengin yöre diliyle anlattõğõ Kurtuluş Savaşõ öykülerini. Edep-er- kân mesellerini can kulağõyla dinlerdik. Pek çoğu henüz ayak- ta olan evler, hamam- lar, hanlar, medrese- ler, kõraathaneler, ha- raflar, mesire yerleri bu sözel öykülerin doğal mekânlarõydõ. Çok eskilerde kalan çocukluğumun, ilk gençliğimin Gaziantep’i bir yeşillikler ken- tiydi. Yaşar Kemal, 25 Tem- muz 1955 günlü Cumhuriyet’te yayõmlanan bir yazõsõnda şöyle diyor: “Uzaktan Antep görün- dü. Antep’in dört bir yanı ye- şillik, tepeler, bağlar gümüşi zeytinlikler, sarıya çalan bir yeşillik, bağlar... Antep’in üs- tünde süt beyazı bulutlar. Ye- şilin en yeşili, kırmızının en kırmızısı Antep toprağı.” Öyleydi gerçekten de. Kenti çevreleyen zeytin, fõstõk, dut ağaçlarõ, bağlar, kentin içine dek sokulmuştu. Sarõgüllük, Zerdali- lik, Dutluk, Hayirlik (İncirlik), Salkõmlõk (Akasyalõk) Çukur- bostan, Taşlõtarla, Karatarla gibi yeşili çağrõştõran yer adlarõnõn kimi çoktan unutuldu; kimisi de imara açõldõ, sõradan semt adla- rõna dönüştü. Kentin kanavasõn- da en çarpõcõ renk olan, otuzdan fazla üzüm çeşidi yetiştirilen bağlar da yok artõk, üzümlerin- den üretilen şaraplar da... Şarap- hane diye bir yer adõ vardõ eski- den, o da sizlere ömür. Şimdi sergi açõlõşlarõnda bile gazoz tü- rü içecekler ikram ediliyor. Sokak, cadde adları Gaziantep’le ilgili kitabõm “Anka Kentim”in bir bölümce- sine “Sular Kenti” başlõğõnõ ve- rişim boşuna değildi. Çünkü pek çok yer de sulardan almõş adõnõ: Suburcu, İncilipõnar, Balõklõ, Al- leben, Kadõ Kasteli, Pişirici, Os- maniye Kastelleri... Yöremizin en özgün yanlarõndan biri de yeraltõ su mimarisidir. Bundan dolayõ, bir tür sarnõca benzetilse de gürül gürül akan sularõndan dolayõ eski insanlarõn yaşamõna anlamlar katan eski şimdilerde kasteller güya ihya edilmiş. Ne var ki bir zamanlar kadõnlarõn bir arada, güle söyleşe kilim ke- çe, yün çamaşõr yõkadõklarõ bu yerler de bir tür türbeye çevril- miş diye duydum. Tõpkõ nevzu- hur kimi din ulularõnõn adlarõnõn sokaklara cadelere verilmesi gi- bi. Bir de adõnõn önünde mutla- ka ‘hacı’ sõfatõ olan sonradan görme sözüm ona hayõrseverle- rin... Oysa benim yaşadõğõm yõl- larda Mütercim Asım gibi dil bilginlerinin, Ayni gibi tarihçi- lerin, “Eflake çıkardın yine ef- gaanımı Yarab” diyen müna- caatõ cuma salalarõnda okunan mutasavvõflarõn; Karayılan, Şe- hit Mahmut Söylemez, Happa Ana gibi Antep Harbi kahra- manlarõnõn adõ verilmişti sokak- lara, caddelere. Karayılan, Ali Nadi Ünler gibi kahramanlarõn adlarõ ne zaman silinecek, doğ- rusu merak ediyorum. Çünkü bu ülkede Kurtuluş Savaşõ filan ve- rilmemiş diyorlar son zamanlar- da; buna bağlõ olarak, doğallõkla Antep Harbi diye bir şey de söz konusu olamayacağõna göre... Umarõm, Şehitler Kütüphane- si’nin kapatõlmasõ, Şehitler Anõ- tõ’nõn hemen yanõndaki Yeşilsu Parkõ’nõn yõkõlmasõ bu yeni bil- gilerle(!) ilintili değildir. Parkõn yerine -eğer doğruysa elbet-de- vasa bir yapõ kompleksi dikile- cekmiş galiba. Öyle olursa hem kentin soluğu büsbütün kesile- cek, hem de o simge anõt da bü- tün görkemini yitirecek demek- tir. “Yıkıcılar geldiler” diyordu Metin Altıok bir şiirinde. De- mek ki kimi zaman “yapmak” da yõkmanõn bir başka biçimi oluyor. Ellili yõllarda imar adõna Beyazõt Meydanõ’nõ yerle bir eden düşünce bütün ülkede ye- niden hortladõ galiba. Bu yön- tem kentlerin belleğini silmenin en kestirme yolu olmalõ. Yalnõz- ca somut mekânlar değil, düşün- celer, idealler de usul usul, alõş- tõra alõştõra yok ediliyor. Eski bayramlar Yaşõtlarõm çok iyi anõmsaya- caktõr, son işgal askerinin de çe- kilip gittiği 25 Aralõk Gazian- tep’in kurtuluş günüydü. Bütün halk soğuğa, keskin ayaza hiç al- dõrmadan Maarif Caddesi’ni, İs- tasyon ve Hürriyet caddelerini tõklõm tõklõm doldurur, çoluk ço- cuk gerçek bir bayram sevincini yaşardõ. Yalnõzca Kurtuluş Bay- ramõ değil, ulusal bayramlarõmõ- zõn hepsi bir mutluluk kaynağõy- dõ. Hele nerdeyse özü boşaltõlan 19 Mayõs Gençlik ve Spor Bay- ramlarõ... Örneğin biz Kõz Orta- okulu’nun öğrencileri, merkez- deki okulumuzdan, o zamanlar Spor Sahasõ diye adlandõrõlan şimdiki Kamil Ocak Stadõ’na dek kõsacõk şortlarõmõzla, elimiz- de kasnak ya da eşarplarla gider- dik de, bu sõrada ters bir bakõşla bile rahatsõz edilmezdik. Kaldõ ki çevredeki insanlarõn çoğu Os- manlõ döneminden kalma, eği- timsiz, moda söylemle ‘müte- deyyin’ insanlardõ; üniversite bi- tirmiş, doktora filan yapmõş dip- lomalõ yobazlar değildi yani. Ar- tõk, ulusal bayramlar da demode oldu pek çok şey gibi. Askeri ve mülki erkândan birileri göster- melik üç beş öğrenciyle anõtlara çelenk koyup gidiyor, o kadar. Ne akşamlarõ yapõlan fener alay- larõ, ne de Halkevi salonlarõnda Cumhuriyet balolarõ... ‘Küçük Buhara’dan eser yok Memluklar döneminde ‘Kü- çük Buhara’ diye bilinen Gazi- antep’te bugün yalnõzca kitap satan bir tek kitapçõ yok. Oysa bundan kõrk yõl önce üç beş ki- tapçõ yanõnda bir de Milli Eği- tim Yayõnevi vardõ. Şimdi yok. Bana öyle gelir ki açõlan üniver- sitelere, kolejlere, paralõ özel okullara, dershanelere karşõn, kültürsüzlük hiçbir zaman şim- diki kadar zirve yapmamõştõ. Çünkü kültür deyince insanlarõn aklõna bambaşka şeyler geliyor artõk; hepsinin tabelalarõ İngiliz- ce olan lüks mağazalar, şõk res- toranlarla, bir dil cenneti olan kentin bu özelliğiyle de alay ediliyor. Birkaç yõl önce “lah- macun yeme yarışması” gibi düzeysizlikler sergilenen kenti- mizde vaktiyle spor yarõşmalarõ düzenlenirdi. Ya o efsanevi bilgi yarõşmalarõ?! Lahmacun yeme yarõşmasõ düzenleyen kent! ‘Küçük Buhara’ diye bilinen Gaziantep’te bugün ‘yalnõzca kitap’ satan bir tek kitapçõ yok. Kentin kahramanları tanınmıyor 1 967-1970 arası Gaziantep Lisesi arada birincilikler de olmak üzere hep dereceye girerdi. 1968-1969 arasında üniversiteye giriş sınavlarında en çok kazanan öğrenci yine bu okul- dan çıkmıştı. Oysa bugün açılan onca okula, iki üniversiteye, sayısız dersha- neye karşın bu yıl ÖSS’de Gaziantep 81 il içinde sondan ikinci olmuş. Beri yan- dan geçtiğimiz günlerde Gaziantep’in her yanı genç bir adamın posterleriyle donatılmıştı. Meğer popstar yarışması- nın birincisi Gaziantep’ten çıkmış, kon- ser verecekmiş. 1950’lerde zaten İdil Biret’e konser verdirilmişti; şimdi de Fazıl Say çağrılacak değildi ya... Evrensel kültüre sanki savaş açılmış. Ömer Asım Aksoy’un adı bir caddeye, okula, üniversitede bir salona verilmiş olsa da gençler bu yüz akı, övünç kay- nağı insanımızı tanımıyor. Dahası, şim- dilerde ‘kent müzesi’ diye sunulan Be- yaz Ağa Konağı’nda da adı yok. Kutlan- ması gereken bir restorasyon çalışma- sıyla kurtarılan bu konağın damadıydı oysa Ömer Asım Bey. Eh, o konakta doğup büyüyen, Hüseyin Bayaz’ın adı da yok gibi. Kentin en önemli kültür adamlarından olan Hüseyin Bayaz’ın yazdıkları, özel eşyaları en çok sahibi olduğu o konağın bir odasına yakışmaz mıydı?.. Sonra Dayı Ahmet Ağa Kona- ğı... Restore edilip yalnızca yeme içme kültürüne açılmış. Oysa ağa, İstiklal ma- dalyalı bir kültür adamı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yona’daki çiftliğinde, giderlerini de kendisi karşılayarak yok- sul köy çocuklarına okul açmış. Daha sonra da kent merkezindeki paha biçil- mez arsasını da okul yapılması için ba- ğışlamış. Bunca olumsuzluk arasında tek sevindirici gelişme Mazlum’un Evi. Ünlü pedagog yazar Mitat Enç’in yetiş- tiği evi kurtaran Mimarlar Odası kent belleğini canlandırmak konusunda çok yerinde bir adım atmış. Orada Mitat Enç’in yapıtlarına da yer verilecekmiş... Kültürsüzleştirme süreci Kültürsüzleştirme süreci bu iktidar zamanında başladı dersek çok da doğru olmaz. Çünkü daha önceki dö- nemin ünlü belediye başkanı da nice önemli yapının yıkılıp gitmesine seyirci kalmıştı... Dahası ‘Gaziantep Değerle- ri ile Buluşuyor’ başlıklı bir sanat et- kinliğine yalnızca gelmemekle kalma- mış, etkinliğin yapıldığı tarihi yapının hemen yanındaki Demokrasi Parkı’nda gayet de- mokratik(!) bir biçimde çok medyatik iki figüre konser verdirtmişti bangır bangır. Halk oraya koşmuştu elbette. Ülkü Tamer’den Arif Erkin’e, Faruk Bildirici’den Ahmet Ümit’e, Zeynep Göğüş’e pek çok kültür insa- nının programını bilerek ya da bilme- yerek sabote etmişti. ’ Gaziantep’in içine dek sokulmuş zeytin, fıstık, dut ağaçları, kentin kanavasında en çarpıcı renk olan, otuzdan fazla üzüm çeşidi yetiştirilen bağlar yok artık, üzümlerinden üretilen şaraplar da...‘ Y eni büyükşehir belediye başkanı belki AB fonlarından yararlana- rak da olsa güzel şeyler yaptı ama ranta açılan yeşil alanlar, Maarif Caddesi’nin karnını yaran o ucube yer- altı geçidi, Balıklı’ya geçişi olanaksız kı- lan üstgeçit garabeti filan bağışlanır gibi değil. Yaşadığım Ankara’yı deli gömleği- ne çeviren zihniyet ne yazık ki doğdu- ğum kenti de ele geçirmiş. Oysa şimdiki başkandan yalnızca iktidar partisinden olanlar değil bütün Gaziantep halkı umutluydu; olumlu icraatlar bekliyordu. Olmadı. Örneğin kalede yaptırılan Savaş Müzesi’nin önündeki yaldız boyalı sö- züm ona heykeller tıpkı Dikmen Keklik Pınarı’ndaki yaldızlı heykeller gibi o des- tansı Antep Direnişi’ni yansıtacak yerde yansıtmıyor; karikatürleştiriyor. Ayrıca kentte yetişen bütün politikacı, kültür in- sanı ya da gelip geçen kişilerin anıların- da yer alan Maarif Caddesi sıradan kişi- liksiz, uzun bir sokak artık... Oysa adını ‘eğitim’den alan semtin çevresi bir za- manlar kıraathaneler, postane, seçkin aşevleri ile süslüymüş. Benim gençli- ğimde yazlık sinemalar, müzikli aile bahçeleri, erguvanlı parklarla doluydu. İstasyon Caddesi halkın soluk aldığı, Al- leben Deresi kıyısında kavurucu sıcak- lardan kaçıp sığındığı özel mekânlardı. Şimdi oralarda kocaman bir park var ama ne müzik sesi var ne de su şırıltısı... Gaziantep çok şey yitirmiş Her şey bir dünsellik artık. Cumhuriyet balolarında dans yarışmasına katılan eski hanımefendilerin kızları tesettürü seçmiş. Artık tarikat toplantıları çok moda. Kenti- min en büyük özelliklerinden biri olan hoşgörü sizlere ömür. Ünlü, adına kitap- lar yazılmış 68’lilerin Kırkayak Kahvesi, Ercüment Asaf Yanıç’ın söylemiyle kağ- şamış masalarında “Evrenin sırları, aynı suyun iki kez yıkanılmazlığını/ve atılan okun geri dönmeyeceği” tartışılan Kırk- ayak Kahvesi’nin hemen yanı başındaki Kırkayak Parkı’nda şimdi ticani kılıklı adamlar herkesin gözü önünde namaz kı- lıp dinsel kitaplar sergisi açıyor; kadınları da aynı amaçlı kermesler düzenliyor. Belli ki ibadet de kabahat de gizlidir ilkesi çok- tan unutulmuş. Gaziantep çok şey kazanmış gözükse de çok yitirmiş. Şair, ‘insan doğduğu yere benzer/o yerin suyuna toprağına benzer’ diyordu. Ne yazık ki artık o in- sanların çoğu doğduğu yere hiç benze- miyor. Ne verimli topraklarına, ne de gür gümrah sularına. Ne müzik sesi ne su şırıltısı YARIN: AYLA KUTLU (İSKENDERUN) Prof. Özek uğurlanıyor Haber Merkezi - Türkiye’de ve dünyada barõşõn savunulmasõ amacõyla 1977 yõlõnda kurulan Barõş Derneği’nin kurucularõndan olan ve 1980 darbesinin ardõndan “Barış Derneği Da- vası”nda yargõlanan Prof. Dr. Metin Özek bu- gün son yolculuğuna uğurlanõyor. 6 Eylül Pa- zartesi günü yaşamõnõ yitiren Özek’in cenazesi Teşvikiye Camisi’nde öğle namazõnõn ardõn- dan kõlõnacak cenaze namazõndan sonra Kozlu mezarlõğõnda toprağa verilecek. Türkiye Barõş Derneği davasõ sürerken dava sanõklarõ 1984 Nobel Barõş Ödülü için aday gösterilmişti. Ay- rõca dava sürecinde Prof. Dr. Metin Özek’in de üyesi olduğu “Savaşa Karşı Hekimler” No- bel Barõş Ödülü’nü almõştõ. On yõldan fazla sü- ren Türkiye Barõş Derneği Davasõ, 1991 yõlõn- da tüm sanõklarõn beraat etmesiyle sonuçlandõ.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle