10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 16 MAYIS 2010 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI [email protected] ‘Belçika’nõn kurbanõ Brüksel’ Babasõ Flaman Bölgesi’nde, Gent yakõnlarõndaki bir yerleşim biriminden, annesi Valon Bölgesi’ndeki Liege’den. Kendisi ise Brüksel’de doğdu. Gerçek bir Brükselli. 1985 yõlõndan beri Brüksel’de Sint-Gillis Belediye Başkanõ ve 1989’dan itibaren Brüksel Bölge Hükümeti Başbakanõ. Frankofon Sosyalist Parti’nin ağõr toplarõndan olan Charles Picqué’ye 2004 yõlõnda Devlet Adamlõğõ unvanõ verildi. “Biz ‘Belçika yanlõş anlamasõnõn’, Belçika probleminin kurbanıyız” diyen Picqué, bakõn Brüksel’i nasõl tanõmlõyor: “Buluşma yeri. Çeşitli kültürlerin kesiştiği bir yer. Brüksel Avrupa’nın kalbinde, tam ortasında. Tüm farklı katmanları bir arada buluşturan ama içindeki katmanların da kişiliklerini koruduğu bir kent. Örneğin, Schaerbeek ile Elsene çok farklı semtler. Kültürel etkinliklerin ve önemli bir kültürel yaşamın olduğu bir yer Brüksel. Sergiler, galeriler, parklar... Örneğin, Parc Cinquantenaire /Jubelpark bir hazine. Yurtdışında fazla bilinmiyor. Yabancılar görünce şaşırıyor, çok beğeniyor. Brüksel daha iyi keşfedilmeyi hak eden bir kent. Brüksel şimdiye kadar farklı kimlikler arasında hoşgörünün simgesi oldu.” Coğrafi temelde 3 bölge (Flaman Bölgesi, Valon Bölgesi, Brüksel Bölgesi) ve dil bazõnda 3 toplumdan (Flaman, Frankofon, Alman) oluşan bir federal devlet olan Belçika’yõ anlamak da anlatmak da zor. Brüksel-Halle- Vilvoorde seçim bölgesinin ayrõlmasõ konusunda anlaşmaya varõlamamasõ nedeniyle hükümetin düşmesi ve erken seçim yolu görünmesi Belçika’da gündemi değiştirdi. Picqué sorunla ilgili olarak, “Brüksel-Halle-Vilvoorde (BHV) sorununu açıklamak kolay değil. Özellikle yabancı basına anlatmakta zorlanıyoruz. Ben bunu bir sınır anlaşmazlığına benzetiyorum. Belçika’da bir savaş yok yani. BHV konusunda karşılıklı dengeli ödünler verilmeli ve uzlaşmaya varılmalı” diyor. Picqué bazõ Flamanlarõn ülkeyi demonte etmeyi istediğini ve “3. bölge olan Brüksel’i ortadan kaldırarak ülkenin bölünmesi için önkoşulları yarattıklarını” düşünüyor. Picqué’ye göre “Belçika’da dramın nedeni şu; Flamanlar ‘toplum’ bazında, Valonlar ise coğrafi temelde düşünüyor.” Brüksel’de zenginlerle yoksullar arasõndaki uçurum gittikçe artõyor. Flaman ve Valon bölgelerinin aksine Brüksel’de genç nüfus da artõyor. Picqué, “Brüksel göç alıyor. Avrokratlar hariç, Belçika’ya gelenler yoksul göçmenler. Brüksel’de yurttaş grupları arasında gelir farkı arttı. Yoksullukla mücadele önemli hale geliyor. Diğer Avrupa ülkelerinde, örneğin Paris’te yoksullar kent merkezlerini terk ediyor. Brüksel’de ise tam tersi. Burjuva sınıfı çevre yerleşim birimlerine taşınırken yoksullar Brüksel’i terk edemiyor. Kent merkezinde sıkışmış durumdalar. Genç nüfusun artması bir fırsat ama buna hazırlıklı olmazsak sonuç vahim olur. 2018 yılında Brüksel’in nüfusu 1 milyon 200 bin olacak. 170 bin kişi eklenecek nüfusa. Buna hazırlıklı olmalıyız. Örneğin 80 tane yeni okul gerekiyor” diye yorumluyor bu durumu. Brüksel’de gençlerin işsizliği ve güvenlik ön plana çõkõyor. Irkçõ Vlaams Belang, Brüksel için Güvenlik Bakanlõğõ oluşturulmasõnõ ve polis bölgelerinin birleştirilmesini istedi. Picqué de sokaklarda polis varlõğõnõn arttõrõlmasõnõ talep etti. Picqué, “Polislerin sokakta varlığı ve görünürlüğü önemli. Suç işleyenlerin hedeflediği semtlerde polisin varlığı caydırıcı olur. Polis varlığını abartmamalıyız tabii ki. Savaş halinde değiliz. Polis gündelik yaşamın bir parçası olmalı. Çıkan olayları bastırmak yerine örneğin vatandaşlar arasında sorunlar çıktığında arabuluculuk yapmalı” diye düşünüyor. Yolunuz Brüksel’e düşerse siz krizi mirizi boşverip Parc Cinquantenaire /Jubelpark’ta (50. Yõl Parkõ) bir tur atõn. Açõk havada çeşitli heykellerin sergilendiği, içinde 3 (Sanat, Araba ve Askeri) müzenin ve Brüksel Büyük Camii’nin bulunduğu 30 hektarlõk alanda Brüksel’i keşfetmeye başlayõn. Brüksel daha iyi keşfedilmeyi hak eden bir kent! [email protected] Varoluşun dayanõlmaz hafifliği Oturmuş göl kenarõndaki tahta iskeleye, sallandõrmõş çõplak ayaklarõnõ sulara, anlaşõlmaz bir şeyler mõrõldanõyor. Çevre çok sessiz, doğa uzun süren kõş uykusundan yeni yeni uyanõyor. Göl kõyõsõndaki, dallarõ sulara değen ağaçlar yeşermiş, õslak çimenleri rengârenk çiçekler bürümüş. Tahta sõralardan birine oturuyoruz. Adam bizi görmüyor, kendinden geçmiş gibi. Mõrõldandõğõ şeyler yabancõ bir dilde. Bir yandan da hafifçe sallanõyor. Gölün durgun sularõna kuşlar inip kalkõyor, güzel renkli ördekler, peşlerinde yavrularõ bembeyaz kuğular kõyõ yakõnõnda yiyecek bir şeyler arõyor. Adam susuyor. Şimdi hiç kõpõrdamõyor. Az sonra ayağa kalkõyor ve bizi görüyor. Gülümseyerek yanõmõza sokuluyor, karşõmõzdaki boş sõraya oturuyor. Biz sormadan konuşuyor: “Ne güzel bir gün, ne güzel bir doğa!” Sesi çok usul, şarkõ söyler gibi. Giysileri bembeyaz. Gülümsemeye devam ediyor. Yanõmdaki tanõş, kim bu tuhaf adam, der gibi bana bakõyor. “İnsan yüreği hep buradaki çiçekler gibi açmalı...” Başõnõ çevirip doğaya bakõyor, ayağa kalkõyor, dans eder gibi kendi etrafõnda dönüyor. Biz hâlâ suskunuz. “Gülümse ve sev... Sevmeye hep devam et...” Yine kendi dünyasõna dalmõş gibi. “Sen sevdikçe seni seven de olacaktır...” Çimenlere doğru yürüyüp menekşeler topluyor, kollarõnõ havaya kaldõrõyor, bale yapar gibi birkaç adõm atõyor, dönüyor. Dudaklarõnda hep bir gülümseme. Gidip kõyõdaki sazlarõn arasõnda oturuyor, gözleri kapalõ güneşe bakõyor. “Gel, kalkalım” diyor tanõşõm. “Yolumuza devam edelim.” Stuttgart’õn kuzeyindeki ormanlarda uzun bir yürüyüşteyiz. Trenle Murrhardt’a gelmiştik, orman yollarõndan Schwaebisch Hall’e gitmekti amacõmõz. Yöre her mevsimde güzel. İlkyazõn bu õlõk günlerinde, böyle bir doğada insan kendine geliyor, canlanõyor. Irmaklar, dereler, göl ve gölcükler, yeşil yamaçlar ve çayõrlar, korular, ormanlar... Kõzõl çamlar, ladin ağaçlarõ, kayõnlar, akça ağaçlarõ, dişbudaklar, gürgen ağaçlarõ... Az sonra ağaçlar bitiyor, üzüm bağlarõyla kaplõ yamaçlarda uzanõyor yol. İkimiz de konuşmuyoruz. Buralar büyük kent insanõnõn nefes alabildiği bir yöre, doğanõn ciğeri. Yüzlerce kilometrelik yürüyüş ve bisiklet yollarõyla, balõk avlanan, kürek çekilen, yüzülen küçük gölleriyle, yöresel yemek ve şaraplarõn sunulduğu lokanta ve şaraphaneleriyle bir doğa cenneti. Uzaktan Rosengarten görünüyor. Tanõşõm, sanki aklõmdan geçeni okumuş gibi: “Burada mola verelim” diye konuşuyor. Ne de olsa öğleyi bulmuştuk. “Köy girişinde küçük bir lokanta vardır. Bugün açıksa ne iyi olurdu.” Az sonra dõşarõ atõlmõş tahta masalarda, yanõnda patates salatasõ, içi õspanak dolu Alman mantõsõ yiyip, yörenin şaraplarõnõ yudumlarken keyifler yerindeydi. “Adamcağız meditasyon yapıyordu, rahatsız ettik” diye konuştu tanõş. Anlamamõş gibi suratõna bakõnca da devam etti. “Kim bilir hangi gurunun müridi?” Ben hâlâ, ne demek istiyorsun, diye ona bakõyor olacaktõm ki konuşmasõnõ sürdürüyor: “Belki de Bhagwan’ındır? Bizim enişte de 80’li yıllarda mistisizme meraklanmış, hatta taa Poona’lara gitmiş, gurunun yanında iki ay kalmış.” Kadehimdeki son şarabõ yudumlayõp, soruyorum: “Hindistan’a mı gitmiş?” Garson kadõna işaret ediyorum. “Evet, onun müridi olmuş” diyor tanõş. “O yıllarda Amerika’dan, Japonya’dan, Avrupa’dan genç yaşlı, ünlü ünsüz ona gider, gerçek benliğine kavuşmayı düşlerdi.” Garson kadõn ikinci kadeh şaraplarõ getiriyor. Bu kadarõ yeterdi, yoksa hedefe varamazdõk bugün. Tanõş devam ediyor: “Bhagwan, sonra ona Osho adını da verdiler ya, çevre etkisiyle sahte bir benlik oluştuğunu savlardı. Gelecek yüzyılda meditasyon dinsiz Batı zenginlerinin yeni dini olacaktır, sözü de onundur.” Mistisizm üzerine bir şeyler daha söylüyor, ama benim bakõşlarõm õşõl õşõl doğanõn güzelliğinde. Bana ne onun anlattõklarõndan! Anõmsõyorum, Bhagwan için, modern zamanõn en sahte ve zengin gurusu, diyenler de olmamõş mõydõ o yõllarda? Susuyorum. Gözlerimi hafif kõsõyorum. Ötelerde, yamaçlar ardõnda hedefimiz tarihi kent Schwaebish Hall. Daha ötelerde, kuzeyde, Main nehri ve daha çok ormanlar, akarsular, göller, yüzlerce kilometre yürüyüş yollarõ... www.ahmet-arpad.de Milyonlarca insanõn geçen günlerde yaşayõp tanõk olduğu ve o dehşet verici volkan kâbusunun etkisinden kolay kolay sõyrõlamadõklarõ gerçeği Almanya’daki gazete ve dergilere yansõyan röportajlardan anlaşõlõyor. Yaşananlar sanki efsanevi bir öykü gibi zihinlerde tortulanmaya ve başka korkularõ da akla getirmeye başladõ!.. Öyle ya, gidilen ülkelerden zamanõnda geri dönemeyenlerin ya da avuç dolusu bilet paralarõyla neye uğradõğõnõ görüp şaşõran insanlarõn ilk yaz günlerinde yaşadõklarõ bu kaos anlatõlõr cinsten değil? Kül krizinin maaliyeti en az 1.7 milyar dolar olarak açõklandõ! Şaşkõnlõklar üst üste... FM kanallarõ ve radyolardan o sõcak günlerde yapõlan anonslar da akõllardan çõkacak gibi değil. Astõm hastalarõ ile yaşlõlara sokağa çõkmayõn denildi... Almanlar bir yana, bizimkilerin durumunu da muayenehanelerde uzayõp giden kuyruklardan anlamak zor değildi. Nitekim Münih’te 30 yõldõr doktorluk yapan ve eski bir CUMOK’lu olan Dr. Hüsamettin Gök tebessüm ederek anlattõ her şeyi... İlkbahar depresyonlarõnõn arttõğõ, insanlarõn sürekli mutsuzluk ve karamsarlõklar içinde olduğu şu günlerde yaşananlar kimsede keyif bõrakmõyor adeta... Öte yandan bir yağmur, bir güneş derken balkonlara yağan polen yağmuru ile sonunda nisan günleri de uğurlandõ... Artõk kiraz mevsimi kapõda demektir? Cemreleri unuttuğumuz, leylekleri bile göremez olduğumuz günümüzde bir demet sümbül ya da menekşe bile insanõ sevindirmeye yetiyor... Sol bileğimi sargõlar içinde taşõdõğõm parklardan sinema ve konser salonlarõna kadar Münih’te yine gezmediğim köşe yok... Oysa ayaklarõm beni ister istemez Marien Meydanõ’na ve onun yanõ başõndaki ünlü Viktualien Meydanõ’na götürüyor... Burasõ kentin yegâne ve dev açõk hava pazarõ... Burada adõ sanõ bilinmeyen tropikal meyve ve sebzelerin yanõ sõra tek tük göze çarpan Türk incirleri de insana gülümsüyor gibidir... Mevsimin turfanda badem ve yeşil eriklerinin yanõ sõra kiraz da akla hep ilk gençlikleri, aşklarõ ve çocukluklarõ getirmez mi? Aslõnda kiraz mevsimine aşk mevsimi denmesi de boşuna değil... Öyle ya aşklarõn yaşam çakralarõnõn açõlmasõnõ sağlayan bir rol oynadõğõnõ da bilirsiniz. Ve akla ister istemez albümlerde unutulmuş fotoğraflar gelir... Parçalanmõş harita ve gezi rehberleriyle ve adreslerle dolup taşmõş akõl defterleri. Ve ardõndan bir güneş batõmõnda güzelleşen onca anõ kõrõntõlarõ... İşte bu Viktualien marketin bir kenarõndaki ufacõk İtalyan kafesinde bir masaya ilişip kahvemi yudumlarken az ilerdeki canlõ heykellerle, durmadan Vivaldi çalan yoksul müzisyenlere takõlõyor gözlerim... Ünlü punk kemancõ Nigel Kennedy tarzõnda Dört Mevsim’i çalanlarõ dinlerken şu sõralarda Münih’te CD’leri çok satan ve 21. yüzyõlõn Mozart’õ olarak anõlan besteci Arvo Part’õn albümlerini düşünüyorum... Prömiyeri ilk kez 38. uluslararasõ İstanbul Müzik Festivali kapsamõnda 7 Haziran 2010 tarihinde Aya İrini’de yapõlacak. Adem’in Yakarõşõ’nõ izlemek için bile İstanbul’a gidebilir insan... Evet öyle ya da böyle, güneşin õlõklõğõnõ yaşayanlar kaldõrõm kahvelerine atõyorlar kendilerini... Ve hep tek başõna oturan genç kadõnlar... Münih için yalnõz ve özgür yaşayan kadõnlar kenti derim de kimse aldõrmaz bana!.. Ancak yüzler ekonomik sorunlardan dolayõ pek gülmüyor... Öte yandan biten bir kül kâbusunun yarattõğõ psikolojik ve ekonomik darbeden (!) payõnõ alanlar şimdi hõzla her şeyi unutmuş gözüküp bahar gezilerini düşlüyor olmalõlar... Ben ise mütevazõ bir pazar kahvaltõsõnõn ardõndan evin arkasõndan nazlõ nazlõ akan Isar Nehri’ne yürüyorum.. Taze kesilmiş çimen kokularõ içinde Kazdağlarõ’nõ ve Kozak Yaylasõ ile Ayvalõk kõyõlarõnõ düşlüyorum... Özellikle siyanürcü altõn madencilerinin gözünü diktiği zeytinlik alanlarõnõ ve göz göre göre talan edilecek Parion antik kentini... Sonra akşam alacalarõnda Cunda’da bir tabak kirazla iki duble rakõyõ... [email protected] Põrõl põrõl güneşli bir gün. Uzun kõş yõlgõnlõk yarattõ galiba, sabah uyanõr uyanmaz hava durumuyla ilgileniyorum. Televizyon, radyo, gazete haberleri yetmiyor internette meteoroloji sayfasõna da bakõyorum. Gün boyu güneşli olacak. Seviniyorum. Akşamüstü büyükelçilikte kokteyl var. Pegasus’un İsveç’e uçmaya başlayacak olmasõnõn onuruna Büyükelçi Zergün Korutürk kokteyl veriyor. Büyükelçilik rezidansõnõn önünden geçen otobüse binmek üzere durağa gidiyorum. Sabahattin Bey de durakta. Sabahattin Bey İsveç’teki en eski Türk. Stockholm’ün en gözde bölgesinde Arhan halõ mağazasõnõn sahibi. Otobüs rezidansa doğru yol alõrken ilerde görünen bulvardan söz ediyor Sabahattin Bey. Babasõ Akif Bey 1929’da ilk gelişinde bir akşamüstü gezintiye çõktõğõ bu bulvarda gördüğü şõk giyimli İsveçlilere hayran kalmõş. Dördüncü kuşak olarak halõ tüccarlõğõ yapan Sabahattin Bey 1928 doğumlu. İsveç’e küçücük çocuk olarak gelmiş. Türkçesi aksansõz ve araya İsveççe sözcük sõkõştõrmadan konuşacak kadar iyi. Sabahattin Bey Stockholm’de elit tabakanõn arasõnda büyüdüğünden İsveççesi de üst düzeyde. Zaten mağazasõnõn müşterileri de ipek halõ düşkünü zenginler. Müşteriler dõşõnda 1950’lili yõllarda Stockholm’e gelmiş olan birkaç dostu uğrar ara sõra. Sabahattin Bey’in sohbetine doyum olmaz. Ne de olsa anlatacak çok anõsõ var. Gençlik yõllarõnda caz grubunda davulculuğu, iş çevreleriyle yakõnlõğõ, politikacõlarla dostluğu derken savaş sonrasõ İsveç’in sosyal, ekonomik ve politik resmini çizebilir Sabahattin Bey. Havasõna göre bazen kahve, bazen çay, bazen de single malt eşliğinde. Otobüste laflarken rezidansõn önüne geliverdik. İçeri girdiğimizde Pegasus’un yönetim kurulu başkanõ Ali Sabancı konuşuyordu. 11 Haziran’dan itibaren haftada dört gün olarak başlayacak seferlerin en kõsa zamanda her güne çõkarõlacağõnõ hatta İzmir ve Antalya hatlarõnõn da açõlacağõnõ söylüyordu. SAS’õn çekilmesiyle THY’nin rakipsiz kaldõğõ bu hatta, bir Türk şirketinin faaliyete geçmesiyle yolcularõn çõkarõna bir rekabet ortamõnõn doğacağõna işaret eden Ali Sabancõ yeri gelmişken THY’ye taş atmayõ da ihmal etmedi. Büyükelçinin davetine herkes kravatlõ, iyi giyimli olarak gelmişti. Ali Sabancõ ise hafta sonunda kõr gezisine çõkmõş gibiydi. Nedenini şöyle açõkladõ: “Hepiniz şık giyinmişsiniz. Ben kıyafetim için özür dilerim. THY bavulumu kaybettiği için giyinemedim.” Rezidansta kõyafetten söz edilince, 1898-1908 arasõnda Stockholm’de büyükelçi olarak görev yapan Şerif Paşa aklõma geldi. Kaynaklarda anlatõldõğõna göre, Şerif Paşa yakõşõklõlõğõ, bilgisi, kültürü ve iyi giyimiyle Stockholm sosyetesi içinde nam salmõştõ. İyi bir avcõydõ. Kralõn bütün av partilerine katõlõyordu. Bir gün saraydan şatafatlõ bir davetiye geldi. Kral Oscar tarafõndan akşam yemeğine davet ediliyordu. Yemekte az sayõda ama seçkin kişiler bulunacaktõ. Şerif Paşa yemeğe şanõna yakõşõr bir kõyafetle katõlmak istedi. Gardõrobuna göz gezdirdi. O gece, inciden yapõlmõş yaka düğmeleri takmak istiyordu. Kuyumcu dostunu makamõna çağõrdõ. Ricasõ emir gibiydi: “Hemen Paris’e gidiyorsun. Orada bulabildiğin en güzel iki inci tanesini alıp bir çift yaka düğmesi yapıyorsun. Fiyatı önemli değil.” Şerif Paşa, dört gün sonra teslim edilen bir çift yaka düğmesine 160 bin kronu gözünü kõrpmadan ödedi. Kõyafet tamamdõ. Osmanlõ’nõn temsilcisi, Kral Oscar’õn davetine inci yaka düğmeleriyle katõldõ. Şerif Paşa’nõn benzer maceralarõ başka yazõlarda. [email protected] THY, Ali Sabancõ’nõn bavulunu kaybedince... Kiraz mevsiminde kül kâbusunun izleri BRÜKSEL ERDİNÇ UTKU STUTTGART AHMET ARPAD STOCKHOLM OSMAN İKİZ MÜNİH EROL ÖZKAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle