11 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
19 KASIM 2010 CUMA CUMHUR YET SAYFA DİZİ 9 Yemeğin üstündeki bir nevi garnitür Evren’den yeni parti için izin istemeye giden Özal askerle arasındaki fikir ayrılıklarını görür. MGK Özal’ın kuracağı partiyi, demokrasi oyununun bir ispatı olarak düşünmüştür ama halkın iradesini hesaba katmamıştır SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM htilafı yakalayıp gaza bastınız... Aynen öyle! O sırada önemli bir olay var. Ben Evren Paşa ile konuştuktan sonra MGK Genel Sekreteri Org. Necdet Üruğ’a gittim. Kendisini tuğgeneralliğinden beri tanırım. Dostluğum var. “Ne diyorsunuz” dedim Üruğ’a. “Ben sizin yerinizde olsam hemen çalışmaya başlarım. Siyasi faaliyet yasağı var ama, Ulusu açık açık çalışmaya başlamış siyasete... Siz de öyle yapın” dedi Üruğ. Demek siz 12 Eylül kadrosu içinde bir ihtilafı yakalayıp gaza bastınız! ANAP’ı kurmak için... T. Özal: Bir nevi öyle oldu. Org. Üruğ beni bayağı teşvik etti. Arkasından da siyaset yasağı kalktı. İşte tam o sırada Ulusu ile görüştüm. Anlattığına göre Ulusu, hem başbakanlığı hem parti kurma işini birlikte götüremeyeceğini, tansiyonun yükseldiğini söylemiş... Evren Paşa da “Parti kurmayı Turgut Sunalp’e verelim” demiş... Halbuki bunu Ulusu istiyor. Ulusu bana, “Bu Sunalp, Üruğ Paşa’nın desteği ile geliyor. Bunu konuş, mani ol” dedi. “Yahu ben nasıl mani olurum? Yani böyle bir şey olur mu? Bir parti kuruluyor, başına bir adam geliyor... Benimle ne alakası var?” Ama Ulusu ısrar edince, kalkıp Üruğ’a gittim. Çünkü Ulusu şunları da söyledi: “Evren Paşa diyor ki... Turgut Özal’a müsaade ettiysek bu kadar hızlı çalış da demedik...” Yani bir nevi “Şununla birleş” işaretleri bunlar. Kalkıp Üruğ’la konuşmaya gittim. Amerika’da kaldığı sürede yaptığı temasları Özal açıklamadı. Bilinen bir gerçek şuydu: Özal’ın Amerika’da bulunduğu sırada CIA’nın başında sonradan ABD Başkanı seçilen “baba” Bush bulunuyordu ve doğrulanmayan söylentilere göre kimi geceler Özal kayboluyor, saatler sonra göründüğünde nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Döndü ve parti kurmaya karar verdi.. ve bu kararını Büyük Ankara Oteli’nin küçük bir salonunda gazetecilere verdiği kokteyl partide açıklayan Özal’ı görünce hayret ettim. O göbekli, adeta yuvarlanan bir top gibi yürüyen şişman adam gitmiş.. yerine şık giysiler içinde ince, kısa boylu, gülümseyen bir başkası gelmişti! Özal’ın anılar kitabında söylediğine göre, 113 kilo iken arkadaşları ve doktorların dayatmasıyla eşiyle birlikte sıkı rejime girmiş, günde 300 gram et yiyerek 113 kilodan 90 kiloya inmeyi başarmış. “Türkiye’ye döndük, millet şaşırdı” diyor. Sartori Sanki Bizi Anlatmış (1) Nilgün Cerrahoğlu’nun geçen hafta İtalya’da Berlusconi rejimi ile ilgili yazdığı yazıyı okumuşsunuzdur. Hatırlarsanız yazısına ünlü İtalyan anayasa hukukçusu Giovanni Sartori’nin makalesinden yaptığı bir alıntı ile başlamıştı. Makale İtalyan medyasının “amiral gemisi” Corriere della Sera’da yayımlanmış. Ve Sevgili Cerrahoğlu’nun yaptığı alıntıya göre, Sartori şu soruyu soruyor ve yanıtlıyor; “ ? Evet. Çünkü ısıttığı anayasal reformların hepsi, … Başbakan canı ne isterse onu yapmak istiyor. günden . güne artıyor. Sürekli Karşısında, frene basan kimseyi görmek istemiyor. . Şahsi malı haline gelen …” Ve bakanları da ağızlarını açıp Sartori, bu işleyişe diktatörlük değil, “sultanlık” adını vermiş. Çünkü Sartori’ye göre Berlusconi rejimini simgeleyen unsurlar arasında, “güç ve despotizmin yanı sıra aynı zamanda ölçüsüz bir debdebe anlayışı da” var. Sartori’nin bu yazdıkları kim ne derse desin, Türkiye’ye yabancı değil. Hem de kesinlikle değil. Türkiye’de son 8 yılda yaşananlara baktığınız zaman, Sartori’nin İtalya için yazdıkları ile şaşırtıcı derecede bir benzerlik görüyorsunuz. Hem de her yönü ile benzerlik. “Hareket alanını kısıtlayan tüm anayasal dengeleri yok etme çabası” deseniz, aynen var. Hem de kesinlikle var. 2002 – 2010 arasında yapılan tüm anayasa değişikliklerine bakın. Büyük çoğunluğu, “bir kişi için” yapılmış ya da “tüm anayasal kısıtlamaları” yok etmek için yapılmış değişiklikler. 2002’dekine bakın, sadece Sayın Başbakan için anayasanın 76 ve 78. maddelerinde yapılmıştı. Anayasanın 133. maddesinde yapılan değişiklik, RTÜK’ü tamamen iktidarın denetimine sokmak amacı ve hedefi ile yapılmıştı. Zaten en son yapılan 26 maddelik değişikliği de hep birlikte gördük. Nasıl hazırlandığını da, nasıl kabul ettirildiğini de ve iktidarın Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yi nasıl tam anlamı ile ele geçirdiğini de. Yani yargının nasıl iktidara tam anlamı ile bağlı duruma getirildiğini. Kısaca nasıl “yandaş yargı” yaratmaya yönelindiğini… Başbakan’ın hareket alanını kısıtlayan tüm dengeleri yok etme çabasını sadece anayasa değişiklikleri alanında görmedik. Aynen İtalya’da olduğu gibi, Türkiye’de de sadece anayasa değil, yasalar da değiştirildi. Örnek mi istersiniz? Kamu İhale Kanunu’ndaki değişiklikleri hatırlayın. Tümü de “iktidarın elini serbest bırakmak”, ihalelerde iktidara kısıtlama getiren tüm düzenlemeleri değiştirerek, “istediğine, istediğini, istediği koşullarda vermek” için getirilen değişikliklerdi. Başka örnekler de var. Tüm telefon dinlemelerini “Başbakan’ın tek başına belirleyeceği kişiye” veren PVSK değişikliğini mi istersiniz, 2007 yılında bir gece yarısı çıkarılan “tüm yargıçların tamamen iktidara bağlı 5 bürokrat tarafından atanmasını” öngören yasayı mı istersiniz? Sevgili dostlar, o yasayı hatırladınız değil mi? Hani sözüm ona tarafsız “cumhurun başkanı” gece yarısını 23 saat geçe Türkiye’ye dönmüştü ve sabahın köründe, Resmi Gazete’yi açtığımızda bir bakmıştık, yasa çoktan imzalanıp yayımlanmış. Ve “tarafsız(!) Cumhurbaşkanına”, o saatten sonra nasıl olup da yasayı okuduğunu, nasıl yayımlandığını sormuştuk. Bize, “yasayı daha önce okumuştum” şeklindeki ünlü yanıtını vermişti. Ama arada iki büyük fark var. Birincisi medya ile ilişkiler. Türkiye’de Başbakan ve iktidar, “medyaya sataşmıyor”. Medyayı doğrudan ele geçirmeyi ve yönlendirmeyi başarıyor ve sadece yandaşlaştıramadığı medyaya kızıp, onları doğduğuna pişman ediyor. Yani fark bu. İstenmeyen gazetecilerin gazetelerinden kovdurulması, Sayın Başbakan’ın açık açık televizyon patronlarına “yanınızda çalıştırdığınız gazetecilerin ne yazdığına dikkat edin, etmezseniz sonra gelip şikâyet etmeyin” demesi, yeni gazetelerin var edilmesi, eskiden var olanların sahiplerinin değiştirilmesi, bunun için, devlet bankalarından yaklaşık bir milyar dolar paranın, Başbakan’ın arkadaşına ve damadına verilmesi, tüm televizyonların ele geçirilmesi… İşte fark. Şimdi son günlerde “bazı medyada” büyük puntolarla verilen “CHPBDP ittifak yapıyor”, “1 Nisan şakası gibi ittifak”, “CHP’de büyük çatlak” haberlerini bu pespektifle inceleyeceğiz. Ancak aramızda bir fark daha var. İtalya’da tüm bu gelişmelerin yaşanmasını, ünlü anayasa hukukçusu Sartori, “Başbakan diktatör olabilir mi” sorusu ve açıkça “evet” yanıtı ile tanımlıyor ve bu uygulamalara “Berlusconi Sultanlığı” sıfatını yakıştırıyor. Türkiye’de ise tüm bu benzerlikleri, anayasa hukukçularının çoğu “otoriter rejim kurma çabası” olarak tanımlandırıyor. Ama bazı liberal(!) aydınlar ve tarafsız(!) gazeteciler, tam tersine, “demokrasinin üst aşaması olarak” nitelendiriyor. İşte aradaki ikinci fark da bu. O da aydın(!) farkı olsa gerek. ‘Yüzde 10 bile alamayacağımı düşünüyorlar’ Özal, Mehmet Barlas’ın “Turgut Özal’ın Anıları” kitabında ANAVATAN’ı kurmaya giriştiği günleri anlatıyor: Evet... Döner dönmez siyasete girip girmeyeceğimizi, girersek nasıl gireceğiz diye konuşmaya başladık. Bir yandan Bülent Ulusu “Benimle gelin” diye sıkıştırıyor. Ben ona “Hayır” diyorum. Ve sonra kalkıp, Evren Paşa’dan randevu istedim. Parti kurmak istiyorum. Bana müsaade edecek misiniz? Önce bu sorunun cevabını almam şart. Çünkü kolay iş değil parti kurmak. Gireceksin, bir sürü insanla konuşacaksın. Bir sürü mali külfet yükleneceksin. Ondan sonra müsaade etmeyecekler. Onun için, peşin peşin izin almak en doğrusu. Evren bana şöyle dedi: “Tabii senin parti kurmana hayır diyemeyiz. Ama işin içine MSP’lileri, MHP’leri alma.” Özal Amerika’da bulunduğu sırada söylentilere göre kimi geceler kayboluyor, saatler sonra göründüğünde nereye gittiğini kimse bilmiyordu. O sırada CIA’nın başında baba Bush vardı. Özal Amerika’dan döndü ve parti kurmaya karar verdi.. O göbekli, adeta yuvarlanan bir top gibi yürüyen şişman adam gitmiş.. yerine şık giysiler içinde ince, kısa boylu, gülümseyen bir başkası gelmişti! Demirel’le yollar ayrılıyor Özal o sırada henüz ortaya çıkmamış bir gerçeği öğreniyor. Bülent Ulusu’nun başbakanlık ve parti kurma işini birlikte götürmesine yükselen tansiyonu ile taşikardi rahatsızlığının engellediğini söyleyip parti kurmaktan elini çekince MGK’de kurulmasını öngördükleri partiyi kimin kuracağı veya kurması gerektiği tartışmaları başlıyor. Ulusu ve Evren; cumhurbaşkanlığına soyunan, ama seçilemeyen Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler döneminde Genelkurmay 2. Başkanı Turgut Sunalp Paşa’nın partiyi kurmasına karşı... ve fakat Sunalp, MGK Genel Sekteri geleceğin Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ’un adayı. “Evren Paşa benim parti kurmak için hızlı çalışmamdan memnun değilmiş. Ulusu söyledi bana... Yani bir nevi şununla bununla birleşeceksin telkini mi geliyor. Parti kurmak işi ciddi bir iş. Yarı yolda bırakamayız bunu” diyen Turgut Özal’a, Üruğ: “Yok... Öyle olmaması lazım” diyor ama: Arkasından “Peki, başka bir general olsa birlikte çalışır mısın” diye de soruyor. Hatta iki isim de veriyor. Org. Selahattin Demircioğlu ile Bedrettin Demirel! Özal, Ulusu ile birlikte çalıştığı günlerdeki olumlu izlenimlerini söyledikten sonra Üruğ’a kritik soruyu soruyor: “Şimdi onun kadar tanımadığım isimlerle birlikte nasıl çalışırım. Sonra neden hep partinin başına askerleri düşünüyorsunuz? Bir sivil arayın...” Özal, başka bir generalin liderliğinde bir parti ile birleşmeyi veya beraber olmayı düşünmediği gibi... değişik yapıda, yeni ve değişik isimlerle kendi başına bir parti kurmaya hazırlanıyor. MSP ve MHP’den birileriyle çalışmayacağı gibi, partiyi eski patronunun gölgesinde veya Demirel’le birliktelik içinde olmayı da düşünmüyor. Başbakan olduktan sonra Demirel’in kardeşlerine soğuk davranışı... daha sonraki aylarda yasaklı eski AP lideriyle tartışmalara girişmesi ve... siyaset yasağını kaldıran referandum öncesi başta Demirel, bütün parti liderleri aleyhine acımasız propagandayı reva görmesi... yeni dönemde Demirel’den koptuğunu kanıtlayan örnekler... Mehmet Barlas’ın “Turgut Özal’ın Anıları” kitabında Özal, “Demirel’le yollarının kesin ayrıldığı anı” şöyle anlatıyor: “...Demirel, ihtilali yapanların yanına bırakmak istemiyordu. Biz ise kavgacı değil, birleştirici olmayı seçtik. Demirel’le yollarımız ayrılıyordu.” Demirel veya çevresi ile hiç temas etmedi. Ama nafile! MGK, kurmayı öngördüğü partinin başına mutlaka bir asker getirecek. Aralarındaki son tahlilde Turgut Sunalp adı üzerinde mutabık kalıyorlar. Bedrettin Demirel; AP’nin desteğinde parti kurmaya hevesli olduğunu, bu isteğini Evren’in dur bakalım diye oyaladığını... emekli orgeneralin hem AP ile temas etmeyi ama Evren’i bu ilişki ile kızdırmamak için açık biçimde görüşmeler yapamadığını bana anlatıyor. Ulusu’nun parti kurmaktan vazgeçmesinin başlıca nedenlerinden biri de dolaylı biçimde Demirel’in desteğini araması ve AP liderinden olumlu bir yaklaşım görememesiydi. Tercüman’ın sahibi rahmetli Kemal Ilıcak aracılarla AP liderini yoklamış. Destekler mi kuracağı partiyi diye... Olumlu işaretler almamıştı. Temaslar sonunda güçlü bir destek olmayacağı ortaya çıkınca kurulacak partinin başarılı olamayacağı kanısına varan Ulusu.. Evren’e parti kurma işinde olamayacağını bildirmişti. Sol kanatta Deniz Baykal hareket halinde... Bir habere göre Ecevit’in bakanlarından İsmail Hakkı Birler, CHP’nin yerini dolduracak parti kurmayı düşünüyor. Ya Demirel? Parti kurma hazırlıklarının neresinde? Yani böyle demeye getirdi. Solcuları almayacağımızı varsaydığı için, “Bunları da alma” demeye getirdi. Ben herkesi birleştirecek bir parti kurmayı düşündüğümü anlattım. Hiçbir kanaat ve düşünceye, önceden karşı bakmadığımızı söyledim. Ama bunlar benim düşüncelerim, o sırada önemli değil. Askerler benim, yüzde 10 bile oy alamayacağımı düşünüyor o sırada... GURBETÇ C NAYET Demokrasi oyununun ispatı olacaktı Buna göre benim kuracağım minyatür parti, Türkiye’deki demokrasinin ispatı olacak. İki parti kurdurmuşlar sağ ve solda. Biri MDP (Milliyetçi Demokrasi Partisi), biri de (başbakanlık müsteşarı) Necdet Calp’in partisi (Halkçı Parti)... Benimki de, yemeğin üstündeki bir nevi garnitür olacak... Evren Paşa da zaten böyle anlattı bana. Biz iki parti düşünüyoruz... İktidar partisi (MDP) sağda olacak.... Solda da muhalefet (HP) olacak. Bizim parti de, bu demokrasi oyununun ciddi oynandığının ispatı olabilirdi yani. MGK, Özal’ın saptadığı gibi partiler düzenini iki büyük, bir küçük partiyi içerecek biçimde planladı. Fakat ulus iradesinin genel seçimde planladıkları gibi işlemeyeceğini unutuyorlardı. 2 yaşındaki kızını bıçakladı Haber Merkezi Avustralya’nın Melbourne kentinde yaşayan Ramazan Acar (24) isimli Türk, 2 yaşındaki öz kızını öldürmek suçuyla tutuklandı. Avustralya, Ramazan Acar’ın (24) 2 yaşındaki öz kızını bıçakla öldürülmesi olayı ile sarsıldı. Melbourne’nün Meadow Heights semtinde yaşanan olayda ayrıldığı kız arkadaşının yaşadığı evden kızını görmek için alan Ramazan Acar, eski kız arakadaşının tüm ısrarlarına rağmen çocuklarını geri getirmedi. Eski kız arakadaşını birkaç sefer arayarak kızlarını öldürmekle tehdit eden 24 yaşındaki Ramazan Acar, 2 yaşındaki Yazmina isimli kızını çok sayıda bıçak darbesiyle öldürdükten sonra küçük kızın cesedini Greenvale bölgesine attı. Cinayetin ardından kullandığı aracı da yakan Ramazan Acar polis tarafından tutuklandı. Olayla alakası olduğu düşünülen bir kadın ise yapılan soruşturmanın ardından serbest bırakıldı. Ramazan Acar bugün hakim karşısına çıkartılacak. Yarın: Her odada bir parti C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle