20 Mayıs 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Şimdi kim çağıracak barışı? Yaşar Kemal beyaz atına binip gittiği yerden gelse, Sur’u, Cizre’yi, Silopi’yi görse ne derdi bize? Sur’un orta yerine sandalyesini koyar, “Haydi” derdi, “Silahınız susana, bu kan durana kadar kalkmıyorum”. [email protected] da Sartre’ı örnek veriyordu. De Gaulle’ün“Sartre tutuklanamaz; çünkü Sartre, Fransa’dır!” dediğini hatırlatıp cevabı malum o soruyu soruyordu: “Bugün Türkiye’de ‘O, Türkiye’dir!’ diyebileceğimiz bir entelektüel var mı? Var mı?” Bu haftanın portresi, bu eksiklik duygusuyla yazıldı. “O, Türkiye’dir” diyebildiğimiz bir değerin eksikliğiyle... Oturup sil baştan Yaşar Kemal’i anlatmak fuzuli. Hatırlamamız gereken hangi yılda hangi kitabını yayımladığı, nerede okuduğu, hangi caddelerde yürüdüğü değil zaten. Ne söylediği, ne anlattığı, bize neyi miras bıraktığı... 28 Şubat 2015 günü aramızdan ayrıldığı saatlerde İmralı heyeti ve hükümet temsilcileri Dolmabahçe’de ortak açıklama yapıyorlardı. Pek çok kalem erbabı da “Yaşar Kemal barışın geldiği gün gitti” diye yazdı... Heyhat. Türkiye, insana henüz mürekkebi bile kurumayan yazıyı sildiriyor işte. Oysa Yaşar Kemal’in her bir satırı taptaze duruyor önümüzde: “Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.” Acıyla sınanmayanın barış çağrısı zayıf olur. Yaşar Kemal türlü acıdan, kayıptan geçmiş, intikam arzusunu toprağa gömmüş biriydi. Henüz beş yaşındayken babası gözlerinin önünde öldürülmüş bir adam için intikam ne kadar yakındır oysa. Hele ki annesi uzun yıllar babasının katilini öldürmesi için ısrar ettiyse... Yaşar Kemal bu dünyaya öldürmeye değil, anlatmaya gelmişti. Yok ederek değil, söyleyerek çizecekti kaderini. “Her kadının şair, ağıt yakmasını bilmeyen kadının ise ya deli ya da aptal olduğuna” inanılan bir köyde yetişti. Toroslara çıkarılmayan, toprağa yerleşmeye zorlanan Türkmenlerin yurdunda, “başkaldırının onurunda, bu yenilginin acısı içinde” doğdu, büyüdü. “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu’nun mirasında, büyük destancılar arasında... Sekiz yaşında başladı destanlarını anlatmaya, 92’sine kadar devam etti. Bütün kitapları yıllarca onunla birlikte zihninde dolaştı. Kiminin yazılması 20 yıl aldı, kiminin çok daha fazla... Henüz ilkokuldayken bir köyde gördüğü mübadillerin hikâyesini ancak 80’ine merdiven dayamışken yazdı. 1951’de gencecik bir delikanlı olarak öyle çok hayali, öyle çok Pazar 27 Aralık 2015 EDİTÖR: CEREN ÇIPLAK TASARIM: BAHADIR AKTAŞ 1 Pazar 27 Aralık 2015 Ferman padişahınsa... planı vardı ki Oktay Rifat “Kemal, sen bütün bunları bir ömürde mi yapacaksın?” diye sormuştu. Uzun, verimli ömründe o hayallerin çoğu gerçekleşti, kütüphanemize ve tarihimize yerleşti. Barış hayali ise hep ötelendi, ötelendi, ötelendi... Umut etmekti tek çare, çünkü “Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir”. Söze ve insan onuruna bağımlı olduğunu söyledi Yaşar Kemal; bilinçli olarak aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istediğini... Romanlarının yaşam gibi doğru söylemesini, yaşamla birlik olmasını istediğini... Bütün bunları neden bir başkası değil de o söyledi? Herkesten daha cesur olduğu için mi? Yoksa herkesten öngörülü olduğu için mi? Cevabı kendisinde: “Çok yumuşak huylu bir insanım. Çok da yürekli bir insan olmadığımı biliyorum. Ama, karşı koymaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Başka bir umarım yok ki... Bir insanın kendisine azıcık saygısı varsa, yöresinde olan kötülüklere karşı koymadan edebilir mi?” Hayatını da, edebiyatını da buna adadı. 1971 yılında Milliyet’in genel yayın yönetmeni Abdi İpek Yürek değil saygı gerek undan tam yedi yıl önce yine bir Aralık ayında, Çankaya’daki ödül töreninde “Ben hiçbir zaman karamsar olmadım. Beni okuyanlar da karamsar olmasınlar” demişti Yaşar Kemal. “Anadolu’da yaşayan her halk, kendi anadilini kullanacak, kendi anadilinde eğitim görecek, kitaplar yazacak, filmler çekecek. Biz çokkültürlü toprak olduğumuzun farkına varacağız. Çıkarımızın yasakta değil, özgürlükte olduğunu bilincine varacağız.” Bugüne, yaşadıklarımıza bakınca yedi yıl değil yüzyıl önce söylenmişçesine uzak bu sözler. Yaşar Kemal beyaz atına binip gittiği yerden gelse, Sur’u, Cizre’yi, Silopi’yi görse ne derdi bize? İnanıyorum ki, Sur’un orta yerine sandalyesini koyar, “Haydi” derdi, “Silahınız susana, bu kan durana kadar kalkmıyorum”. Bir tek o diyebilirdi bunu. Ve bir tek o dinletebilirdi sözünü. Hilmi Yavuz beş gün önce entelektüellikle ilgili yazısın B çi ile söyleşisinde halka kim zulmediyorsa, halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa onun karşısında olduğunu söylemişti. “Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir” diyordu, “Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim”. Aslına bakarsanız Yaşar Kemal’in hayatı, her açıdan bugüne nasıl geldiğimizi anlatıyor bize. Savaşa, barışa, gazeteciliğe, yaratıcılığa, özgürlüğe dair nerede durduğumuzu bu hayatın izini sürerek görüyoruz yeniden. 1963 yılında çığır açan röportajlar yazarken Cumhuriyet’ten kovulduğunda hiçbir gazetenin “Gel” dememesi, Orhan Kemal ile birlikte romanlarını yazmak için seyyar satıcılık planlamaları, dünyanın dört bir yanında ödül alırken kendi ülkesinde nasibine cezalar, soruşturmalar, yargılamalar düşmesi, Kral Abdullah için ilan edilen milli yasın kendisinden esirgenmesiyle bir Türkiye özeti o. Bin çiçekli bahçe İnsan haklarının bir bütün olduğuna, dil özgürlüğünün sırf konuşmakla sağlanamayacağına, Kürt edebiyatının yok edilmesinin Türk edebiyatını fukaralaştırdığına, edebiyatı gelişmeyen dilin hakkını savunmayacağına inanan kaç kişi var şimdi? Günbegün neyin kaybedildi ‘O, Türkiye’dir!’ ğinin farkında olan, bunun için bıkmadan usanmadan konuşan, söyleyen, “İnsanlarımız yaratıcılığını yitirmiş durumda” diye uyarmaktan vazgeçmeyen, “İnsanlığa, büyük halk kültürümüzü kaynak yaparak, katkılarımız olabilirdi. Hep düşünüyorum, halk aşısı almış Nâzım Hikmet gibi bir şairi şimdi yetiştirebilir miyiz?” diye soran kaç kişi var? “Ben Türkiye’yim” diyen çok da, “O Türkiye’dir” diyeceğimiz kaç kişi var? Çok mu zordu onu dinlemek? “Bu savaş bin yıllık kardeşliğin yolunu kesti” diyen bir bilgenin çağrısına kulak vermek mümkün değil miydi? Onun gibi, dünyanın bin çiçekli bir kültür bahçesi olduğuna inanmak, her çiçeğe hürmet edebilmek ne eksiltirdi o yaldızlı makamlardan? Sorular çok, cevaplar malum... Mademki Yaşar Kemal geçti bu dünyadan ve madem ki usanmadı barışı çağırmaktan, 2012’de çıkan “Bu Bir Çağrıdır” kitabındaki sözlerini tekrarlamak boynumuzun borcu olsun. “Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.” ‘Azad’ın yönetmeni Yakup Tekintangaç aldığı öğretmen maaşıyla yazları film çekiyor. ‘Çözüm’e çocuktan başlamalı’ 18 Şubat’ta başlayacak !f İstanbul ilk kez programında yer alan bir kısa filmi festivalden önce internette yayımladı. Dört duvar arasında kalmış bir Kürt çocuğunun hikâyesini konu alan ‘Azad’ (Özgürlük) satır aralarında Doğu’daki sokağa çıkma yasaklarını ve işlerini yapamasınlar diye hapiste tutulan gazetecileri anlatıyor. EZGİ ATABİLEN Can erok ündemde devletin bölge halkına, filmdeyse annenin oğluna koyduğu bir sokağa çıkma yasağı var... Gerçek bir hikâye mi bu? Annenin yasağı, aslında sistemin ona etkisinin çocuğa yansıması. Bu aile Van’dan göç etmiş. Zorunlu bir göç. Bizzat şahit olduğum bir hikâye. Tanıdığım ailede böyle bir çocuk vardı. Annesi çalışmak zorunda, o işteyken çocuğun dışarı çıkmasına izni vermiyordu. Komşular rahatsız olmasın diye de enstrümanını çalmasını yasaklamıştı. Bu bana çok dokundu. Azad’ı kurmacanın içerisinde özgürleştirerek katarsis (arınma) yaşadım kendi içimde. Bütün bunlar Kürtlerin yaşadıklarının prototipi. n Devletin “terörist” diye adlandırdığı bir adam veya kadını anlamaktan daha kolaydır bir G çocuğun masumiyeti karşısında vicdanınızın sesini duymak. Çocuk üzerinden hikâye anlatmayı seçmeniz bundan mı? Kısmen doğru. Bölgede yaşanan süreçten en çok çocuklar etkileniyor. Sokağa çıkma yasağının olduğu bölgelerde 18 yaşın altında 44 çocuk öldürülmüş. Hâlâ çocuklar öldürülmesinler diye bodrumlarda saklanıyorlar. Bu yeni değil, biz Kürtler bunu çok küçük yaşlardan beri yaşıyoruz. Hikâyeyi bilinçli olarak çocuk üzerinden anlatmadım. Bilinçaltımın dışavurumu... İlk filmim ‘Qapsul’ de çocuklar üzerineydi. Hatta sırada bekleyen iki öyküm de öyle... Kürt meselesi çözülecekse ta temelden, yani çocuktan başlanmalı. n Empati olgusu üzerinden ilerleyecek olursak, Azad gibi büyüyen çocuklar büyüdüklerinde nasıl olurlar? O çocuklar büyüdüklerinde herhalde kuş cıvıltıları yerine kendi lerine top tüfek seslerini dinletenleri sevmeyecekler, onlara büyük kin, öfke duyacaklar. Belki de bu öfkeleri başka şekilde dışa vuracak. Bu yaşanan kaos ya da abluka onların iradelerini satın almayacak, korkutup devlete bağlamayacak. Tam tersine gittikçe ötekileştirecek, gittikçe düşmanlaştıracak ve bu, başka şekilde ülkeye geri dönecek. n !f İstanbul programında yer alan filmi festival öncesinde internette yayımlama fikri nereden çıktı? Talep festivalden geldi. Kabul ettim. Bölgede çok büyük bir abluka var. Devlet güçleri, iktidar tankıyla, tüfeğiyle nice Azad’ları sıkıştırmış durumda. O Azad’lar karanlıkta, elektriksiz, susuz saklanarak, ölümden kaçarak ve çocukluklarını yaşamadan büyüyorlar. Bu filmin Batı’da da farkındalık uyandırmasını, en azından vicdanlı insanlara iğne batırmasını arzuladım. Büyük bir sessizlik var... Filmi, M. Cavit Ak’la ‘oyun oynar’ gibi çekmişler. C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear