18 Aralık 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CUMHURİYET/10 PAZAR YAZILARI 21NİSAN1991 Paris'ten Marlon, Tarita'ya nasıl tutuldu? Marlon Brando, inat alınlı, şehvet dudaklı, cesur bakışlı... Üç kere evlendi, 9 çocuğu oldu. Esmerliğe ihanet etmedi. MİNE G. SAULNIER PARİS — Paris geceleri ka- ranük olmaz. Geceyansı uyanır, pencereden sızan ışığa kanıp sa- bah oluyor sanırsınız. Uzaktan, Seine nehrinin 'sol' yakasında- ki Beau Grenelle gökdelenleri- nin ışıkh hayaletleri gözkırpar- lar yamlgınıza. Hep aldatır in- sanı Paris. Şakacıdır. Utangaç bir gülücük açar içinizde. Üstü- nüze bir hırka atıp, sessizce ka- patıp kapıyı uykulu evin üstüne, Seine nehrine doğru yürürsü- nttz. Işte Grenelle köprüsü: Amerika'ya ünlü Hürriyet Anı- tı'nı armağan eden Fransızlar, heykelin minik bir kopyasını bu köprünün ortasına, Atlantik'e koşan Seine'in üstüne dikmişler. Acaba kaç kişi Grenelle köp- rüsünden atlayarak intihar et- miştir, güzelim Seine nehrinin duygusuz sulanna? Kuşkusuz hiç kimse. Paris'te Seine nehri, çok umutsuzun cesedini sürüklemiş- tir, ama Seine nehrine beyaz taşh ve Napolyon zamanından kalma korkuluklar aşılarak atlanır öl- mek için. Köprülerden değil. Sinemalartn yalancısıyız. Bunları düşüne düşüne, bir gece yarısı ayaklannız yüzyıllık yosunlann kapladığı arnavut- kaldınmlı Seine kıyılarına indi- rir sizi. Nehir, bir yılan sessizli- ğiyle akmaktadır, arnavut taşlan kaygandır. Özel olarak dertli de- ğilsinizdir, ama ölümle yaşam arasında gidip gelir yine de sa- lıncak. Oysa Eyfel Kulesi tam karşınızda ve iyi ki ışıkb geceli- gini giyinmiştir. Eyfel Kulesi'nin alt kaidesini oluşturan kavisli dört ayağan bi- çimini, rnimannın bir kadın jar- tiyerinden esinlenerek çizdiğini anlatır kimi Parisliler. İddia, doğruluğu aranmayacak kadar güzel olduğundan, olduğu gibi bırakümalıdır. Az ileride ansızın 'Bir Hakeim' köprüsü çıkıverir karşınıza. 1942'de, Libya çölle- rinde, Alman ve Italyanlara kar- şı direnerek Ingiliz kuvvetlerine katılmayı başaran Fransız dire- nişçilerinin anısını yasatır 'Bir Hakeim' köprüsü. Ama en önemlisi, Paris'te son tangosu- nu yapan Marlon'un, Maria'yı sevdiği esrarb apartman dairesi- nin, görüş açısı içinde bulun- maktadır. öyle midir gerçekten? önemli değil, belki de sizin aklınızda öy- le kaimıştır. Bir gece saat birde, Paris'te Seine nehri üzre ve ös- tüste ayak seslerinizin yalnızlığı- na kulak vererek Bir Hakeim köprüsünün soğuk iskeletine tır- manıp o evin pencerelerini arar- sınız. Marlon Brando... tnat alınlı, şehvet dudakb, cesur bakışlı, Ih- tiras Tramvayı. Birinci kansı Hintli, ikincisi Meksikab, üçün- cüsü Tahitiliydi. Kadmlara etti, ama esmerliği ihanet etmedi. Dokuz çocuk yaptı onlarla... En çok, Cheyenne'in annesi Tarita 1 yı sevdi. Nasıl secmişti bilir misiniz Ta- rita'yı? Yıl 1961. Lewis Milesto- ne ve 'Bounty tsymncdan' (Ge- mide Isyan diye her zamanki gi- bi saçma bir adla çevrUmişti Türkçeye) ekibi, Tahiti'de film çekimine 'başlayamamaktadır.' Marlon Brando, bismillah de- meden 6 tane senaristi işten at- tırır, iki yönetmenin istifasını sağlar ve henüz tek karesi çeki- lemeyen 'Bounty'nin bütçesinde birkaç milyon dolarbk bir delik açar. Son kapris olarak, dişi sta- n kendisi buhnaya karar verir. Adanın en güzel bir düzine kı- zını toplar ve onlarla bir otel odasına kapanır. Akbmza geleni yapmaz, ha- yır... Kendisini balkondan atar gibi yapar. Kızlann hiçbiri bir heyecan belirtisi göstermeyince hepsini kapı dışarı eder. Fakat ertesi günü 19 yaşında, güzeller güzeü bir Tahitiliyi, Lewis Miles- tone*a şu sözlerle takdim eder: "Adı Tarita. 170 yıl önce Bounty isyanının etebaşısı, işle böyle bir kıza tutulmuştu." Marlon da Tarita'ya tutulur. Tahiti'de bir ada alır ve oraya yerleşir. Bir oğul, bir de kızlan olur Marlon ile Tarita'nın. Mar- lon en çok kızı Cheyenne'i sever. Cheyenne şimdi bir akıl has- tanesinde. Ağabeyi Christian, 10 yıl ağır hapis. Marlon Brando, geçen mart ayı Tahiti'deki ada- sı Tetiaro'yu Japon işadamlan- na sattı. Kızılderililerin onuru- nu kendince ve sonuna dek sa- vunan Zapata'run son sığmaydı Teüaro. Hep düşünürsünüz, bilirim. Kendi düşlerinden yola çıkarak 'Son Tango'yu yazan Bertoluc- d mi daha yakışıkbdır, yoksa 'Son Tango'da ilk kez kamera- ya bu denli teslim olan Brando mu diye. Bilmem. Bir Hakeim köprüsüne bakan pencerelerde gizli bunun cevabı. Âssuari'dan Ağa Han'atek bir gül BU AŞKIN ÜRÜNLERİ -Marlon ile Tarita'nın aşklannın iininlerindeıı Cheyenne şimdi aiul hasta- mesinde, Christian da hapiste. Elaphantine adasının pembemsi kumlan üzerinde yükselen Ağa Han'ın mozolesine eşi Begümher gün bir kırmızı gül bırakıyor. Assuanlılar ise bıınu hiç anlamıyor. önce uzun palmiye ağaçlannın egzotik siluetleri su üzerinde ga- rip etkiler yaratıyor. Karşıda, Elaphantine adasının pembem- si kumlan üzerinde yükselen Ağa Han'ın küçük bir Taç Ma- hal'i andıran mozolesi bu egzo- tik günbatımında bir masal öğe- si gibi duruyor. Içi fildişinden yapılmış Kuran süreleri oymala- nyla süslü olduğu anlatılan mo- zolenin hemen altında Ağanın karısı Begum'ün evi bulunuyor. Begüm ya da bahçıvanı her gün Ağa'nın mezanna bir kırmızı gül bırakıyor. Assuanlılar bunu hiç anlamıyorlar. "Ağa Han"di- yorlar 'Begüm'e ağırhğı kadar para bıraktı. O buna karşılık ko- casına bir tek gülden fazlasını layık görmuyor.." Assuan halkının anlamadığı tek şey Ağa Han'ın mezarının üzerinde her gün solan tek gül değil. Turistlere "feluca" turu yaptıran fellahlar her zaman tu- ristlerle dolu olan Nil'in aldığı bu garip inükamı hiç anlamıyor- lar. Assuan'la Kahire arasında nehirde gidip gelen yüzen-otel tarzlı 180 geminin şimdi yalnız onda biri çahşıyor. Bolluk gün- lerinde aşırı dolu gidip gelen ve arada bir de devrilen bu 4-5 katb gemilerin çoğu şimdi kıyıda bir- NtLGÜN CERRAHOĞLU ASSUAN — Körfez savaşının stenmeyen etkileri, "Old Cataract" otelinin akşam çayla- rmda servis yaptığı bayat biskü- vilerde kendisini hissettiriyor. \gatha Christine'nin Nil üzerin- de kurduğu polisiye öyküleri ile unlenen; hatta terasında yazdı- |ı "Nil'de Cinayet" ile dünyanın efsanevi otelleri arasına giren "Old Cataracf'ta turistlere şim- diye dek böylesine bayat biskü- vi çıkarıldığı görülmemiş. Ama Arap tara kemerleri ve yüzyıbn başından kalma salonlarıyla ün- lü otelin resepsiyonunda da "Va- cant Rooms" (Bos Oda Vardır) yazıyor. Ve restoran "Club 1902"de ise hep aynı "tika usu- lü tavuk" servis ediliyor. Bu tip "küçük aksaklıklara" rağmen bizim gibi Körfez sava- şı sonrasının ilk Nil yolculuğu- nu yapan birkaç talihU turist te- rasta yaşamlanrun en güzel gün- batımını içlerine dolduruyorlar. Akşamüstü altı ile yedi arasın- da güneşle birlikte Nil'in renk- leri de kurşuniden gümüşiye, turkuvaza, mor, pembe ve tu- runcuya dönüşüyor. Bir kelebek hafifliğinde yol alan sessiz "fe- luca"lann bembeyaz yelkenleri. biri ardına demir almış duruyor. tçinde çoğu kez yalnız mürette- batın yaşadığı gemilerin boş gü- vertelerinde gemiciler köfte pi- şiriyorlar. "Neden" diyor biri, "tam beialar bizi buluyor. As- suan barajı yapılana dek sık sık k felaketi a>- Fînningeriden Üç canavar: Kadınlar, su ve ateşFinningen'de 1834 yılında kurulmuş olan lokantada, tuvalete giderken duvarda bu sözlerle karşılaşıyorsunuz... Kapının girişinde bir şitamşiş, etrafmda 6 yaşlı Alman, biralarını yudumluyor. REFİK DURBAŞ FINNINGEN — Finningen, Nue- Ulm'a dört, Ulm'a yedi küometre uzak- lıkta bir yerleşim birimi. Finnıngen'in özelliği beş kuşaktan beri çahştırılan Landgasthof Hirsch, yani Geyik Lokan- tası. Kapının girişinde 100 yıl öncesinden kalma bir at arabası. tçeri girer girmez sağda şitamşiş. Şitamşiş bir büyük yu- varlak masa. Masanın çevresinde altı yaşlı Alman büyük porselen bardaklar- da biralarını >'udumluyor. Şitamşişin özel bir önemi var. Bu masada yüksek politika konuşuluyor. Öyle ki Alman po- litikacıları, "Halkın ne dediğine bakma- yın, şitamşişle konuşulanlara kulak verin" diyorlar... Barın solunda, salona giriş kapısının iki yanında bir büyük domuz ve geyik başı. İkisi de oldukça canlı. Dokunsanız konuşacak gibiler. Karşı duvarda bir ko- ca kızak. O da 100 yıl önceden kaimış gibi. Duvarda yan yana asıbnış üç un çu- valı. Altındaİci tarihlere bakıyorum: 1898, 1900, 1909. Şömine, geçen yüzyıl- dan kaimış oraklar, tırpanlar da öyle... Lokanta 1834 yılında kurulmuş. O sı- ralar her aile topladığı ürünün yüzde onunu krala vergi olarak veriyormuş. Lo- kantanın bulunduğu bina da bu vergile- rin toplandı|ı yermiş. 'Zehnstadel' diyor- lar Almanlar... Kurucusu Baron Buxhe- im. 1989'da 5. kuşak lokantaya bir de otel eklemiş. Alt katında tuvalet var. Tuvalete ini- lirken porselen üzerine bir yazı dikkati çekiyor: "Kadınlar, su ve ateş. İşte üç ca- navar." Garson kızlar çevrenin geleneksel giy- sileriyle servis yapıyor. Listeye bakıyo- rum ne yiyebilirim diye. Her yemek ken- dine özgü. Önce salata geliyor. Bir büyük sera- mik kapta lahana, turp, havuç, patates, marul. Turp ve havuç rendelenmiş. Pa- tates, bizim patates salatası gibi ekşili. Bir dilim de domates var tabakta. Ardından brokoli krem çorbası geli- yor. Brokoli suda kaynatılmış, ama do- mates sosu konmamış. Üzerine sulandı- nlmış krema sıkılmış. Yaban tavşanınm budundan bir yemek var, ama ben yemiyorum. O da şöyle ya- pılıyor: Yaban tavşanının budu tatlı kuş üzümü. kremalı sosla pişiriliv'or. Yanın- da ev >apımı erişte veriliyor. Özelliği eriş- tesinde. Bildiğimiz erişte büyük süzgeç- lerde suzülüyor, fındık büyüklüğündeki bu erişteler yağda kızartıhyor. Bir buyük porselen tabakta yemeğin yanında gar- nitür olarak veriliyor. Kuzu budu bifteği söylüyorum. Bif- tek, icine yeşil bitkilerin kunıtulmuş ba- harı konulmuş tereyağında pişiriliyor. Yanında ise küçük yuvarlaklar halinde kızartılmış patates püresi. Bifteğin so- sunda taze karabiberin kokusu hâlâ da- mağımda... Bugün kabare Knobi - Bonbon'un tam 6. kuruluş yılı. Muhsin Ornurca, Şinasi Dikmen ve eşi 'Geburtstag'ı, yani doğum gününü kutluyoruz. Muhsin Omurca bi- ra içiyor, biz üçümüz 'Fleiner', yani kır- mızı şarap. Pınl pırıl porselen tabaklarda yemek- ler bitiyor, küçük sürahilerde gelen şa- raplar da... Gelen hesap pusulasma göz atıyorum* Dört kişi için 130 mark. Kapının girişinde, şitamşişin üstünde bir çan var. Bu çanı kim çalarsa lokan- tadaki herkese bir içki ısmarlamak zo- runda. Dileyen hangi içkiyi içecekse ta- bii. Bu, vazgeçilmez bir kural. Şakayla da olsa çanı çaldın mı, içkileri ısmarla- yacaksın. Elimi çana uzatıyonım, sonra vazge- çiyorum. nımıza okurdo. Şimdi de 6 ay- lık Körfez krizi turist bereketi- ni kesti..." Tüm bölge ülkelerinin aynı kaderden hissesine düşen payı aldığını söylemek, Mısırblan te- selli etmiyor. Türkiye'nin son birkaç yılda yaptığı turizm sıç- ramasına gıpta ve biraz da kıs- kançlıkla bakan Mısıriı ilgililer "yok" diyorlar. "Bizim duru- mumuz öyle Türkiye gibi falan degil. Türkiye turizm mevsimi- nin en canlı dönemini yaz ayla- rında yaşıyor. Durumu kısmeu kurtarabilir. Biz ise krize Mısır- ın en yüksek sezonu olan kış ay- lannda yakalandık. Nisandan sonra bastıran sıcaklar ile ölii se- zon başlar ve buraya ancak Arap turist gelir..." Arap turist ile Batıb turist ay- rımı Mısır'da çok büyük önem taşıyor. Arap dünyasının en "snob" ulkesi olan Mısır; para- sı bol, görgüsü kıt Körfez Arap- larından hoşlanmıyor. Tarihten yoksun saydığı Magreb ülkeleri- ni ciddiye almıyor. Yanıbaşında- ki Libya'yı ise develerle yaşayan çöl. bedevisi sayıyor. Sempati duyduğu tek Arap ülkesi olan Suriye ve Lübnan da şu sırada pek turizm yapacak durumda görünmüyor. Mısır, Körfez krizine tam tu- rizm politikasında büyük bir aşama yaptığı sıra yakalanmış. Yaşamlannda yalnız bir kez pi- ramitleri görmek için Mısır'a ge- len turistten, Mısır'da tekrar tek- rar tatil geçirmeye gelecek turist- lere dönmeye çalışan Turizm Ba- kanı Fuat Sultan; Sina yarıma- dasında, Hurghada ve Sharm El Sheikh'de Kızıldeniz turizmini geliştirmek üzere birkaç yıl ön- ce büyük bir hamleye kalkışmış. Turizmin şimdi eski düzeyine ne zaman ulaşacağını kimse tah- min edemiyor. Agatha Christi- ne'nin hayaleünin dolaştığı "Old Cataract" Mısırlılara turistlere verdiği fiyattan (130$) daha dü- şük bir fiyat (75.000 TL.) uygu- layarak durumu kurtarmaya ça- hşıyor. Luksor'da Kral Faruk- un kışlarını geçirdiği "Winter Palace" ise bomboş geçirdiği bu ilk kişında restorasyon bahane- siyle kapüarını kapamayı yeğli- yor. Kahire'de Nil kenarını çev- releyen "Mariotf, "Sheraton", "Meridien" gibi büyük otellerin boş iskeletleri ise işsiz kalan Mı- sırlılara bu savaşın henüz bitme- diğini hatırlatıyor... LoııisviUerlerı 'Sigarayı siz için'FÜSUN ÖZBtLGEN LOUISVILLE — ABD'nin göbeğindeki eyaletlerden Ken- tucky'nin bir kenti Lousville Bu kent, geniş tanm arazileri ve Kentucky piliçlerinden çok ABD'nin tüm dünyaya yayılan sigara fabrikalannın merkezi oluşu ile tamnıyor. Türkiye'de bol miktarda tüketilen Marlbo- ro, Parüament gibi sigaralann Ureticisi Philip Morris şirketinin fabrikalan ve merkezi bu kent- te. Fabrikalann olduğu yerde havaya yoğun bir kırılmış kuru tütün kokusu yayılıyor. Fabri- nız. Zaten lokantarun girişinde garson sizi karşıbyor ve ilk so- rusu şu oluyor: "Sigara içiyor musunuz?" Cevabımz 'evet' ise, lokanta- nın en arkalannda sigara içen- l l k den çıkarıp verecek. Şöyle pa- keti görüp de alayım diyemez- siniz. Hangi cins, kısa mı uzun mu, rdtreh' mi diye sorup seçti- ğiniz sigarayı elinize uzatıyor. Tabii sigaralann üstüne öylesi- i i ilere aynlmış kötü bir masaya ne vergi bindirmişler ki, bir pa- buyur ediyor. Asla şöyle man- ket sigara 2 ila 2,5 dolar arasın- zara gören veya yola bakan iyi bir yere oturma şansınız yok. Çünkü sigara içiyorsunuz. San Francisco'da sigara iç- mek için getirilen kısıtlamalara Dünyanın en çok sigara üreten ülkelerinden biri olan ABD'de insanlar kanın içini 45 dakikalık bir tur sigarayı 'birakmiş'. ile gezmek mümkün. Yörenin p . , . , ' __ . , *I-_J_ vietnam'danmüite- J^uyaaçık yerlerde gözle baküıyor. satış konusu da eklenmiş. Cali- fornia eyaleti kendi yasalannı yaparken sigara konusunda öy- lesine kısıtlama getirmiş ki, si- garayı vitrinlerde göremiyorsu- nuz. Vitrin ne kelime, bir dük- kâna girdiğinizde normaJ olarak dükkânın herhangi bir yerinde sigaralann bulunduğu bir raf yok. Peki sigara satılan dükkân- lardan nasıl sigara alabUirsiniz? Tezgâhtara söyleyeceksiniz. Size tezgâh altında gizli bir yer- zencileri ve ci olarak gebp yerleştirilenlerin bir bölümü, bu fabrikalarda ça- bşıyor. LousvüVin en etkili yerel ga- zetesi Courier Journal'ı ziyaret ederken, ABD'deki sigara ve tü- tün düşmanhğı ile sigara sana- yii arasındaki çelişkiyi soruyo- nız meslektaşlanmıza. Gülerek şu karşıbğı veriyorlar: "Bu konuda Türkiye'ye te- şekkör borçhıyuz. Türkiye'de çok fazla sigara içiliyor ve bizim bölgenin fabrikalan sizin ve benzeri ülkelerin çok fazla siga- ra içmesi sayesinde ayakta ka- lıyor. Bu bölgenin iş olanaklan için sizlerin sigara içmesi çok önemli. Aksi halde bölgemizde ı r -\r j «> önemli birişsizlikprobkmido- ll€W UJTKUUl ğabilir." . Bu konuşmalan yaparken sa- londa tabii ki sigara içilmiyor ve dünyanın en çok sigara içen in- sanlan arasında sayılan gazete- ciler, dumansız bir atmosferde sohbet ediyor. Kuşkusuz Türk meslektaşlanmız sigara içeme- mekten dolayı sıkıntıb, ABD'- liler ise sigarayı çoktan terk et- tikleri veya hiç başlamadıklan için gayet rahat. ABD'de sigaraya adeta bir 'terörist' gözü ile bakılmaya başlanmış. Toplu yerlerde siga- ra içmek ne haddinize. Hemen gelip, oldukça da kaba bir bi- çimde uyanveriyorlar: "Derhal sigaranızı söndüriin." Lokantalarda bile sigara iç- mek için izin abnak zorundası- da satıbyor. Yani 7-8 bin lira ci- vannda bir fıyat ile Türkiye'de- ki satış fıyatından daha pahab. Böylece ABD'liler sigara ko- nusunda yaptıklan terör ile ken- di vatandaşlannı sigaradan uzak tutmayı başarmışlar. Bu konu- da en başansız olduklan ken' New York diyebiliriz. New York zaten o kadar kozmopo- lit ve ABD'nin diğer yerleşim bölgelerindeki 'uslu' insanların benzerlerinin bulunmadığı bir kesinlikle Sİgaraİçilmiyor, kent ki, tümüyle sıra dışı. Ama dışanda içenlere de kötü N e w Y o r k dışmda uyuşturucu- nun en yaygın olduğu San Fran- cisco'da bile sigara konusu böy- lesine yaygın yasaklamalar için- de. ABD'liler, sigaralannı bizim gibi azgelişmiş ülkelere satıyor ve bunun için yüzümüze karşı gülerek açıkça teşekkür ediyor- lar. Zaten ABD'de sigara içen insanJara da ikind, hatta 5. sı- nıf insan muamelesi çeküiyor. "Bu insanlar ancak denizaşın ülkelerde sigara içen ve bize ka- zandıran azgelişmişlerden biri- dir" diye küçümseyici bir bakış- Sofyu'dan Birotobüste37gazeteci Birbirini çok az tanıyan veya hiç tanırnayan 37 kişi 10 gün boyunca bir otobüsün içinde ülke ülke gezerse ne olur? Günde en azından 16 saat yüz yüze yaşayan insanlann tüm karakter özellikleri bir bir ortaya dökülür elbette. Kavgaların ve tatsızhkların da yaşandığı gezinin sonunda, yılların anılarına bir 10 gün daha eklenmiştir. Batüılann sigara konusunda aklı başına geldi. Ancak hftlfl re- kor kırmaya çalışanlar da var. YONCA ÖZKAYA SOFYA — Birbirini çok az ya da bir ölçüde tanıyan ve hiç tanı- mayan 37 kişi Istanbul'dan Var- na'ya oradan Bükreş'e, sonra da Budapeşte'ye ve Belgrad üzerin- den Sofya'ya doğru bilgi, görgü artırma gezisine otobüsle çıkar- sa ne olur? Yolculuğun ilk gün- lerinde geziye çıkarken geride bırakılan dünyaların etkisi bü- yüktür. Diyaloglar 'siz'le başlar, karşıhkb suzmeler çaktınbna- dan sürdürülür. Otobüs yolculuğu, yıllar bo- yu sürdufünü > aşama ve siyaset yapma biçimlerini değiştirmiş ve 'Batı yolu'na sapmış Bulgaris- tan, Romanya ve Macaristan'a doğru yapıhyorsa, elde olmadan bu ülkelere son zamanlarda git- miş oian arkadaşların öğütleri dinlenir. Yani kilolarca meyve, kutularla içecek ve temizlik maddesi alınır. AIDS'e karşı on- lem paketleri de çantalara atılır. Tıpkı Kanadalı yönetmen Cynthia Scott'un çevirdiği ve Quebec kıriannda otobüsleri bozulan birbirine yabancı 7 ka- dının zamanla kaynaşmasuu an- latan 'Yabano DosJlar" filmin- deki gibi biz de 30 gazeteci, 2 şo- för 5 hükümet görevlisi, 10 gun- lük Doğu Avrupa yolculuğu sü- resince adım adım birbirimize yakınlaştık. Bu yakınlaşmalar, insanoğlunun yaşadığı her yer- de olduğu gibi 'öndekiler' ve "arkadakikr' şeklinde kemikkş- ti. Geride bırakılan yılların, gün- lerin anılannı kimimiz sözlere döktük, kimımizinse beyninden sessizce akıp geçti. Bilgi, görgü arttırma gezisini çok ciddiye alıp almamak gerektiği, gezinin ta- til ya da iş gezisi olup olmadığı 10 günlük 'ikametgâhınuz'da yaptığunız tartışmalardan biri- ni oluşturdu. Adım atılan eski Avrupa ül- keleri topraklarında sadece ge- celemek için terk ettiğimiz ika- metgâhımızda, yolcuların ka- rakter özellikleri bir bir ortaya Amazon yağmur ormanlanndan kenteŞEBNEM ATİYAS NEW YORK — New York'ta yaşa- yanlar her türlü tuhaflığa bağışıkbk ka- zanmış olduklanndan, etrafta kendile- rini ilgiyle izleyen dünyaya pek aldınş etmeden hayatlannı sürdürürler. Ziya- retçiler ise bu vurdurhduymazlar ken- tini kendilerine göre gözlemler, yorum- lar ve tanımlar. Yeryüzünde ne kadar çeşit insan varsa New York'un tanımı da o kadar çeşitlidir. New York'un kö- şe başlannı buram buram kokutan şiş kebaplarını satanlan görenlerden bazı- ları burayı "Amerika'nın Adanası" ola- rak nitelendirir. Davi Kopenawa Yanomami, beyaz adamların saçtıklan dehşeti duyurabil- mek amacıyla Amazon'daki yağmur ormanlannın derinliklerinden kabile- sini ve e\'ini bırakıp Nevv York'a geldi. Tropikal papağan tuylerinden ve bitki çekirdeklerinden oluşan dizi dizi bo>oın süsü ile Time Meydanı'na geldiğinde umutsuzluğunu ve sıkıntısını anlatacak kimseyi bulamadı. Yanomami'nin mut- suzluğu beyaz adamların yağmur or- manlarına yaptıklan kötülüklerle baş- ladı. Hiçbir şeyin duzenli işlemediği, saatlerce geciken uçakların, bitap va- ziyette bekleyen insanların doluştuğu Nevv York Havaalanf nda gümrük me- murlannın yayını ve okunu zaptetme- leriyle Yanomami'nin mutsuzluğu iki kat arttı. Yanomami, arkadaşına hediye getirdiği yayını ve okunu gümrük me- murlarının almasını, doğduğundan bu yana kendine yapılan en büyük haka- ret olara^ nitelendirdi. Brezilya'nm vahşi ormanlarında biri bu denli büyük bir hakarete girişseydi, cezası acımasız bir ölüm olurdu. Yanomami, dünyanın en büyuk yerli kabilesini temsil ediyor- du. Amerika'ya bu kabileden giren ilk ziyaretçiydi. Üç >ıl kadar önce beyaz adamlar, tropikal kabileler içinde en acımasızı, en vahşisi olarak bilinen Yanomami ka- bilesinin yaşadığı yağmur ormanların- da altın bulmak için felaketler saçma- ya başladılar. Kabilenin nehirlerini kir- "Kendilerine yardımdan aciz olan be- İettiler, maymunlarını korkuttular, sıt- ma, tuberküloz ve grip gibi ölümcül hastalıklan beraberlerinde getirip or- mana yaydılar. Yanomamiler, doğal ko- şullarda normal hayatlannı sürdüren, ancak yabancı olduklan hastalıklara karşı dirençleri olmayan yerbler. Beyaz adamların getirdikleri bu hastalıklar karşısında direnemeyip öimeye başla- dılar. Yanomami, bütün bunları Birleş- miş Milletler Genel Sekreterbği'nde ust düzeydeki görevlilere, Dünya Bankası yetküilerine anlatacak ve felaketin dur- durubnası için yardım isteyecek. Ancak Nevv York'taki izlenimleri, Yanomami'yi pek umutlandırmadı. yaz adamların yağmur ormanlannı kürtaracaklannı beklemenin pek de akıllıca bir şey olmadığını" düşündü- ğünü ifade etti. New York'un yüksek gökdelenlerinden pek fazla etkilenme- yen ve yağmur ormanlarındaki bitki- lerin tütsüleriyle insanın çok daha yük- seklere "uçabildiğjni" çekinmeden an- latan Yanomami, Empire State binası- nın tepesinden Nevv York'u izlerken, Amazon'u kurtarmamn imkânsız oldu- ğuna karar verdi: "Dünyadaki her şey burada, her şey birbirine karışmış, bü- tün ırklar birbirine karışmış, hiçbir şey ayrı degil, kimsenin kanı kendi kanı degil" diye konuştu. çıktı. Kimimizin ne kadar esp- ritüel, kimimizin yaşam dolu, kimimizin ise ne kadar alıngan olduğu hayretle keşfedildi. Sohbetler koyulaşırken, çay ve kahve servisi durmaksızm sürdü. Her türlü müzik zevkine hitap eden çeşili kasetler arka arkaya dinlendi. öndekilerle ar- kadakiler arasındaki soğuk sa- vaşlar 'duayen' gazeteci ağabe- yimiz tarafından tatlıya bağlan- dı!.. Sabahtan akşama kadar sü- ren toplantılardan fırsat bulun- dukça, Rumenlerin, Bulgarla- nn, Macarlann yaşama biçim- leri incelenmeye çalışıldı. Kimi halkın tükettiği mallara, kimi düşünce kimi de 'ekmek parası çıkarma' yöntemlerine ilgi gös- terdi. Bu arada para birimleri ley, leva, forint ve dinarlann bü- yüklüklerini ve değerlerini öğ- renme çabası da eksik olmadı. Yemek saatleri başka renkli dakikalannı oluşturdu 37 kişilik otobüs yolculuğumuzun. Otel ve lokanta görevlilerinin en iyi ser- visi yapma telaşıyla biftek sun- ma çabası, dini inançlanna bağlı olan arkadaşlarımızla öğle- akşam aym serviste maruz ka- lanlanmızın acıkb bakışlarıyla karşılandı. Kimimiz gezi sonra- sı *vejetaryen' olma kararı bile aldı. Bir insan geziye çıkarsa, hele mesleği gazetecibk olursa fotoğ- raf makinesiz olur mu? Olmaz tabii. Ancak basılacak fotoğraf- larda, gazetecinin kareyi düzgün oluşturma, ışığı iyi ayarlama en- dişesi ile fotoğrafı çekilen kişi- lerin girdiği kuyruklara sürdür- düğü yaşama patlayan flaşlara şaşkın bakışlarının karşı karşı- ya kaldığı unutulabilir. On günlük Doğu Avrupa tu- ru sona ererken, stok edilen er- zaklar bir bir tükendi. Yılların anılarına 10 gün daha eklendi. Gönül ve ruh yaralarına en çok hitap eden iki Türk sanatçısının kasetleri ikametgâhın marşı' ol- maya hak kazandı. Yeni tanışı- lan dünya vatandaşları, dünya görüşleri, görülen dünya manza- ralan yanımıza kâr kaldı. Bir de yorgunluk ve uykusuzluk tabii. Bıraktığımız dünyalara geri donerken, "Otobüs yolculuğu- na çıktık da ne oldu? sorusuna 'Hiç de kötü olmadı' yanıtını ve- renler herhalde çoğunluğumuzu oluşturuyordu.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear