Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
11 TEMMUZ 2008 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM C 9 Tüketici güveni siyasetle dibe vurdu ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye’de son bir yıldır tüketici güveni giderek azalıyor. Diğer taraftan Avrupa Birliği ülkeleri içerisinde de Türkiye, 2008 başından bu yana tüketici güveni en fazla azalan ülke olarak öne çıkıyor. GfK Türkiye’nin yaptığı “tüketici güven endeksi” araştırmasına göre, haziranda tüketici güven endeksi 3.8 puan azalarak son 12 aydaki en düşük seviye olan 66.4’e geriledi. Tüketiciler, “türban sorununu, AKP’nin kapatılma davasını, ekonomiyi ve terör sorununu” son bir ay içerisinde Türkiye’nin gündemindeki en önemli olay veya konu olarak belirtti. Geçen yılın haziran ayında 90 puan seviyesinde olan tüketici güven endeksi, bu yılın ocak ayında 87.8 puandaydı. Tüm AB üyesi ve aday ülkelerde aynı sorular ve yöntem ile hesaplanan Tüketici Güven Endeksi’ne göre söz konusu ülkeler içerisinde Türkiye, 2008 başından bu yana tüketici güveni en fazla azalan ülke olarak öne çıkarken Türkiye’yi İspanya takip ediyor. ‘Demokratör’ kurşun anında 4’ü ağır 17 kişiyi yaralamıştır. Kasıtsız fail, 8 yıldır hatasız profesyonel askerlik yapan ve kişisel planda hiç bir zaafı bilinmeyen 28 yaşındaki başçavuş Nicolas şaşkın bir biçimde elinde kan kusan FAMAS’ına bakarken, komutan “kırmızı alarm” işaretini vermiştir. Saat 18.05’te helikopterler sahaya inmiş ve Sahra Acil Müdahale düzeni kurulmuş, ağır yaralılar civar hastanelerin acil servislerine sevkedilmiştir. İş işten geçmiş “kurusıkı“ yerine, “hakiki” mermiler namludan fırlamıştır bir kere. Olay tam bir kazadır. Ama iş fırsattan istifade (!) “sorumlu” bulmaya kalmıştır. ??? Aynı akşam Milli Savunma bakanı Hervé Morin, ertesi sabah da Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olay yerindedir. “Fail kadar sorumlu üst kadrolar da cezalandırılacaktır. Olay vahim ihmalkârlık göstergesidir, amatörlüktür...”, şeklinde çok ağır konuşan başkana tepki ertesi gün bizzat Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Bruno Cuche’den gelir. Orgeneral kısa bir mektupla emekliliğine 6 hafta kala, resmen tüm astlarının “Carcassonne Kusuru”nu üstlenerek istifasını sunar. İstifanın kabulünü duyuran resmi açıklamada, orduda çok sevilen ve sayılan orgenerale hiçbir saygı veya şükran sözcüğüne yer verilmemiştir. 1983’te ilk sol hükümet döneminde savunma bütçesinin indirimi protesto eden Orgeneral Jean Delaunay’den bu yana görülmemiş bu istifa, Sarkozy’nin İçişleri bakanlığı zamanından beri yıldızının bağdaşmadığı orduyla “kopma” sürecinde yeni bir aşama biçiminde yorumlanıyor. Başkanın askeri değil, polisiye düzeni tercih ettiği de öteden beri söylenen bir gerçek. Bir de buna, Sarkozy’nin önümüzdeki 14 Temmuz Ulusal Bayramı vesilesiyle geleneksel olarak komutanlara dağıtılan “Légion d’Honneur (Liyakat) Madalyaları“nın iptali kararı eklenince tablo iyice karışıyor. Sıcak bir gerekçe daha var. Geçtiğimiz 17 Haziran’da Savunma Bakanlığı‘nın yayımladığı “Beyaz Kitap” ordu ve savunma bünyesinde 54 bin kadronun iptali dahil bir dizi radikal değişiklik öngörüyor. Kendilerine “Surcouf” takma adını uygun gören Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri’nden bir grup generalin 29 Haziran tarihli Le Figaro gazetesinde yayınlanan uzun bir “Kamuya Açık” eleştiri mektubu Sarkozy’yi çok kızdırmıştır. ??? Fakat son günlerde Sarkozy’nin şimşeklerini çeken yalnızca ordu değildi. Son bir hafta içersinde France Télévisions, Fransız kamu televizyon grubu Yönetim Kurulu Başkanı Patrick Carolis, Avrupa Merkez Bankası başkanı JeanClaude Trichet, AB Ticaret komiseri Peter Mandelson, Dünya Ticaret Örgütü Genel müdürü Pascal Lamy Mösyö Sarkozy’nin fırçasını yiyen en ünlü kişilikler arasında yerlerini alıyorlardı. İstisnasız her alanda, her olayda ortaya çıkan, her konuya karışan ve kararı kimselere bırakmayan, hiçbir kamerayı kaçırmayan kişiliğin konumuna ilişkin “hoş“ bir tanım bizzat hükümetin iki numarası, mizahıyla ünlü Çevre ve Sürekli Kalkınma bakanı JeanLouis Borloo’dan geldi: “Sarkozy başbakan olabilmek için Elysée Sarayı‘ndan geçen tek kişi.” Ancak bizim ilk kez duyduğumuz, eski birleşik sol hükümet bakanlarından, şimdilerde komünist senatör Jack Ralite’in buluşu siyasi literatüre geçebilecek bir kavram. Keyfilikle hotzotçuluk, liberallikle gericilik iç içe geçince ordu hiyerarşisinin tepesi bile ne yapacağını bilemeyip, dillere destan “sessiz itaatkârlığı“nı bozmak zorunda kalıyor. Ralite matrak bir yaklaşımla, “Sarkozy sayesinde ülkedeki rejim ‘Demokratörlük’e dönüştü” diyor. İşlerine geldiğinde Fransa’yı taklit etmeyi pek seven bazı toplumların başındakileri, “sünnetli” demokrat olsun olmasın “Demokratör” diye nitelersek pek mi abes kaçarız acaba? Türkiye, bu yılın başından bu yana tüketici güveni en fazla düşen ülke oldu. Türkiye’nin ilk kendi kendine yeten evi Duygu ATAHAN DİYARBAKIR Enerji tüketiminin yalnızca yüzde 27’sini kendi kaynaklarıyla karşılayan Türkiye’de, enerjisinin tamamını kendisi üreten örnek bir proje hayata geçti. Güneş enerjisi ile günlük elektrik ihtiyacını karşılayan ve bir araştırmaeğitim merkezi olarak kurulan Diyarbakır’daki “Güneş Evi”, Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Dicle Üniversitesi ve Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği’nin ortaklığında, AB ve BM tarafından desteklenen projesinin toplam maliyeti 91.6 bin Avro. Güneş Evi’nin sponsorlarından Vaillant, binanın çatısına yerleştirdiği 24 adet 162 vat/saat kapasiteli güneş pilleri ile saatte 3.88 kilovat elektrik üretiyor. Güneş Evi Sorumlusu Gültekin Aydeniz, Güneş Evi’ne verdikleri destekten ötürü Vaillant yetkililerine plaket verdi. 2008 Ekonomik Görünüm Raporu’na göre Türkiye’de enflasyon da işsizlik de artacak OECD: Her yol borca çıkıyor Küresel riskler arttı. Bundan en kötü etkilenen ülkelerden biri ise yine Türkiye oldu. Faizler gelişmekte olan ülkelerdeki artışları bile solladı. ANKARA (AA) Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), uluslararası mali koşullardaki kötüleşme ve siyasi koşullardaki belirsizliklerin Türkiye’nin risk priminin yükselmesine neden olduğunu belirtti. OECD’nin “2008 Ekonomik Görünüm İlkyarı Raporu”nun Türkiye ile ilgili bölümünde, 6 yıl süren bu güçlü büyümeye rağmen Türkiye’nin hâlâ OECD ülkeleri içinde en düşük gelire sahip ülkelerden birisi olduğuna işaret edilerek istihdam yaratma kapasitesinin azaldığı ve işsizliğin arttığı ifade edildi. 2008’in ilk çeyreğinde ise risk priminin arttığı, döviz kurunun kötüleştiği belirtilerek “uluslararası mali koşullardaki kötüleşme ve siyasi koşullardaki belirsizlikler Türkiye’nin risk primindeki bu önemli yükselişlere katkıda bulundu. Faiz oranları diğer gelişmekte olan ülkelerden daha fazla arttı” denildi. Rapora göre, enflasyonun bu yıl yüzde 9.6’ya yükselmesi, gelecek yıl ise yüzde 7.5’e gerilemesi bekleniyor. İşsizlik oranının ise bu yıl yüzde 10.2, gelecek yıl da yüzde 10.5’e çıkacağı tahmin ediliyor. Cari işlemler dengesi 2008’de yüzde 5.4 ve 2009’da da yüzde 5.3 olarak öngörülüyor. Raporda, “krizin olmadığı senaryo (ana senaryo), dış şok senaryosu, rekabet edilebilirliğin kaybedildiği senaryo ve yapısal reform senaryosu” başlıkları altında 4 farklı senaryoda Türkiye’de olası ekonomik gelişmeler değerlendiriliyor. Bu senaryoların ortak paydası, dış borcun GSYH’ye oranının 2010 yılına kadar yükselmesi. 1 Kriz olmaz ama borçlar artar Krizin olmadığı senaryoya göre; dış borç stoku 2007’de GSYH’nin yüzde 37.5’i kadar iken bu rakam 2010’a kadar GSYH’nin yüzde 41’ine ulaşacak. 20082010 döneminde net yabancı doğrudan yatırımlarının GSYH içindeki payının sabit kalacağını varsayan bu senaryoya göre 2007’de yüzde 4.5 olan gerçek GSYH büyümesi, 2008’de düştükten sonra 2010’a kadar yüzde 6’ya çıkacak. Dış şok, büyümeyi vurur Dış şok senaryosunda ise gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde güvenin azaldığı, bunun da net yabancı sermaye akışında hızlı bir düşüşe yol açacağı ifade ediliyor. Buna göre GSYH’nin büyümesi yıllık yüzde 2’ye düşüyor. Net yabancı doğrudan yatırım akışı 0’a iniyor. Dış şok senaryosunda, dış borç stoku da hızla yükseliyor. Reformlar sendeler, ticaret bozulur Yapısal reformlardaki sendeleme bir negatif şok meydana getirebilir. 2 3 Bu da ihracat piyasalarında rekabet edilebilirliğin kaybolması, ticarette ve cari işlemler dengesinde önemli bir kötüleşme, döviz kurlarında kötüleşme ve yüksek faiz oranlarına yol açıyor. Dış ticaret açığı 2009’da GSYH’nin yüzde 9’una, dış borç stoku da 2010’da GSYH’nin yüzde 47’sine çıkıyor. Reformlar sürer, yabancı akın eder Yapısal reform senaryosuna göre ise Türkiye’ye net doğrudan yabancı yatırım akışı yıllık yüzde 5’e çıkıyor. GSYH’nin büyümesi 2009’da yüzde 6.5’e çıkıyor. 2010’da ise yüzde 7 oluyor. Bu senaryoya göre gerçek döviz kuru değerlenmesi yıllık yüzde 3’e çıkarken dış borç stoku 2010’a kadar GSYH’nin yüzde 35’ine düşüyor. 4 nsanların, siyasal, toplumsal örgütlenmelerin, insanlık, ilke sınavından otomatik geçtikleri kimi gelişmeler vardır... Yaşamım boyunca Alman Nazizminin soykırımından geçmiş kimi Yahudi kökenli siyasi liderler ve bireylerin, aynı türden soykırımı eğilimi, yetmedi eylemleri içinde olmalarını sorgulayıp durmuş, bu çarpıcı çifte standardın ötesinde ikilemi kendi kendime açıklayamamışımdır... Lübnan’da Hamas’ı hedef almış olsa da atılacak bombaların İsrailli çocuklara imzalatılmasını gösteren fotoğraf kareleri bu nedenle beni farklı incitiyor. Hele de yanında, adı geçen bombardımanda ölmüş Lübnanlı çocuk cesetlerinin görüntüleri yer almışsa... İnsanın, onun bir yansıması olan örgütlenmelerinin, gerçekten ilkeli, insan hakları, evrensel hukuk, insanca paylaşım kriterlerine bağlı kalmaları, şu ağızlara sakız yapılmış insan hakları, demokrasi, özgürlükler savunuculuğunda sorumluluklarının gereğini yerine getirebilmeleri sanılandan zor bir zanaat. İnsanlık tarihi hem bireyler, hem de örgütlenmeler ölçeğinde onur verici, bir o kadar da yüz kızartıcı örneklerle doludur. Yanlış anlaşılmasın, bireyin, örgütlenmelerin, zorlu günlerde kahramanlık sınavını başarı ile aşmak zorunda oldukları gibi bir savla karşınıza çıkmıyorum; en kestirmeden işkenceye dayanamayıp konuşan, arkadaşlarına, ülkesine, davasına ihanetle suçlananları hiç ayıplamaya, yargılamaya kalkışmadım. Korkmak bireyler ve toplumlar için zaaf sayılsa da insanca, yaşama güdüsüyle İ İŞÇİNİN EVRENİNDEN ŞÜKRAN SONER beslenen bir duygu. Ancak 12 Eylül DİSK davası yargılamasında mahkeme güvenliğinden sorumlu bir yargıcın, tamamen sadistçe bir duygu ile, çok soğuk duruşma salonunda, tuvalete gitmek zorunda olan, yaşını başını almış insanların izin isteyen, çekinerek kalkmış parmaklarına saatlerle yanıt vermemesini hiç anlayamamışımdır. Hele de bir duruşma sonrası aynı yargıcın besbelli çok otoriter, kendisinden epeyce irice karısının kullandığı araçta iki elinin arasında bebeğini tutuşunu gördükten sonra, “özel yaşamındaki ezikliğin acısını mı çıkarıyor?” sorusunu sormaktan kendimi alıkoyamamışımdır. ??? Şimdilerde Ergenekon davası bağlantılı tartışmalarda, insanlık sınavından geçiş halleri çok canımı acıtıyor; Türkiye’ye sivil darbe ile ılımlı İslam donu biçmeye çalışan emperyal çıkar odağı ekseninde misyon üstlenmişler canımı acıtamaz. Ancak geçmişinde aydınlanmacı, insan hakları, demokrasi, sol kriterlerle toplumsal yaşamın içinde yer almış, bedeller ödemiş insanların, değerleri olduğuna inandığım insanların son İnsanlık Sınavı hallerini gerçekten açıklayamıyorum. Demokrasinin, insan haklarının evrensel değerlerinde hep çamura yatmış, emperyal çıkarların nimetlerinden çok fazla pay aldıkları için de sözde savundukları insan hakları kriterlerine yamuk bakmış, algılama, bilinç eksikliği içinde kalmış, gelişmiş bireyci, çıkarcı egolarına teslim, emperyal kültürün hizmetlisi, ABD emperyal kültürünün hizmetlisi aydınlar, siyasiler, gazeteciler zaten gündemimizin dışındalar. AB’nin insan hakları, paylaşım kriterlerine bağlı geçinen siyasileri, aydınları, gazetecilerindeki 1980’ler sonrası hızlı yamulma üzücü ve düşündürücü.. Sosyalist Enternasyonal’e biçimsel olarak üye AB’nin sol partileri ve siyasilerinin, öne çıkan aydınlarının, emperyal çıkarlar adına, piyasa ekonomilerine biyat etmiş olarak insanlığa, dünyanın doğal dengelerinin yok edilişine, sosyal devlet, paylaşımdan tümden sapılmasına, sosyal dampinge, savaş suçlarına, emperyal işgallere başrollerde suç ortaklığı yapmalarını sorguluyorum. Türkiye’ye dönük olarak da çifte standartlı, ikiyüzlü çıkışlarının hesabını vermek zorunda olduklarını düşünüyorum. En çok da kendi ülkemin, geçmişini bildiğim aydınları ve örgütlerindeki yamulmanın, gerçek insan hakları, demokrasi kriterleri, yaşadığı, bireyi olduğu ülkesinin insanına, çıkarlarına bağlılığında.. satış çizgisinin ötesinde yer alışın artık deşifre edilmesi, sorgulanması zorunluluğuna inanıyorum... Hemen altını çizmeli, elbette pek çok insan Ergenekon davası üzerinden yapılan spekülasyonlar karşısında, Susurluk benzeri, darbeler için set çekici, ders verici bir dava ve operasyonla karşı karşıya olduğumuza inanabilir. Buna inanmak, bu türden bir çetenin çökertilmesini istemek başka, suçunu bilmeden, iddianamesini öğrenemeden bir yılın üstünde hapiste kalıp kanserden ölen insanın insan hakları ihlaline, hukukun çiğnenmesine karşı durmamak başka. Hele de AKP’nin kapatma davasında savcının sözlü açıklamasını yaptığı günle çakıştırılmış, gizli örgüt operasyonu mantığı ile çatışmalı, iktidar karşıtları için intikam, siyaset, kasıt kokan, yine hukuk, insan hakları ihlalleri zinciri oluşturan yeni tutuklamalar için, “nihayet” sözcüklü sevinç çıkışları utanç verici. 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler sürecinde darbeler hukukunun mağduru olmuş aydın gibi aydın bildiğimiz insanların, hukuk katliamı içerikli operasyon için “geç kalınmış“ sözcüğü ile yorum yapmaya kalkışmaları çok başka. Gerçekten utandırıyor, can acıtıyor... soner?cumhuriyet.com.tr lusal ordu” fikri buralarda ilk kez Prusya ile Fransa arasındaki 1792 Valmy savaşından sonra doğar. Fransız Devrimi’nin halkçı heyecanı, “Güneş Kral” 14 . Louis’nin (16381715) ünlü Devlet Bakanı François Michel Le Tellier’nin (16411691) temelini attığı, esas itibariyle 1789 Devrimi’nin ruhuyla oluşturulan milislerin varlığı henüz sürüyordur. 100 bin kişilik işgalci AlmanAvusturya ordusunu Valmy’de yenilgiye uğratan yaklaşık 25 bin kişilik “Yurttaşlar Ordusu”nun komutanları, düzenli ve vatanı için canını vermeye hazır bir ordu fikrini epeydir taşıyor, tartışıyorlardı. Fakat yüzyılların kraliyet ve feodallik izlerini silmek pek de kolay değildi. Orta Çağ milislerinden, 18. yüzyıl (donsuzlar) çulsuzlarına düzenli bir halk ordusu, egemen güçlerin değil, toplumun içinden gelip, o toplumun çıkarlarına sahip çıkabilecek bir “millet”in ordusu kurulması ilk kez 1798’de JourdanDelbrel yasasıyla gerçekleşti. Kura, öncelik, bölgesellik gibi seçmeci koşullarla yaşanan askere al(ın)ma sürecinin, bütün erkeklerin zorunlu “vatani görev”e çağrılmasına dönüşmesi için 1905’in beklenmesi gerekecekti. Zorunlu askerliğin tümüyle kalkıp yalnızca profesyonel orduya dönüşmesi için de 1997 yılına varılması gerekiyordu. Ancak, halk çocuğu İmparator Napolyon’un sömürgeciliğin şaheser aracı “Halk Ordusu”ndan kendi çocuklarını yiyen “Sovyetler Ordusu”na, sürü güden çobanlar yığını “İslamcı Halk Ordular”ından köle ve insan tacirleri, uyuşturucu trafikçisi “MarksistLeninist Halk Orduları“na hiçbir ordu, bağımsızlık savaşı gibi çok sınırlı belirli tarihi misyonlar ve sıcak savaş gibi özel dilimler dışında gerçek doğasının dışına çıkamadı. Yani dürüstlük, sadakat, vefa, sabır, saygı, alçakgönüllülük, onur gibi bazı nadide insani erdemlerin kurumsal olarak yaşatıldığı bir kurum bile olsa, ardındakinin ve tepesindekinin “doğru” bulduğu doğrultudan uzaklaşamayan, katıksızca taviz vermeyen, uzlaşma tanımayan “icabında” kanlı bir baskı aracı. Hem de çaresiz itaat, disiplin adına mantık ve aklın durduğu, vicdanın karardığı, hoşgörünün sözlükten atıldığı monolitik bir bünye. Hele hele adamına göre, bugün Fransa örneğinde izlenebileceği gibi bir “Demokratör”ün eline kalırsa... ??? Artık Fransız ordusu da yılda, örneğin noterler, bağcılar, güzel sanatçılar, fırıncılar gibi aklınıza gelebilecek her türlü meslek alanında, çoğu kamu veya özel kurumda olduğu gibi en azından bir defa “Açık Kapılar” operasyonları düzenleyip halka, meraklılara mesleklerini tanıtıyor, sevdirmeye çalışıyor. İşte 29 Haziran pazar günü birkaç yıldır olduğu gibi çok sayıda askeri birimin, garnizon ve kışlalarının kapısını halka açıp bildikleri en iyi bildikleri işleri gösteriyorlardı. Walt Disney’in çizgi filmlerinin ilham kaynağı kalesi ve şatolarıyla ünlü Carcassonne kentinde konuşlandırılmış 3. Deniz Piyade Paraşütçüleri Alayı (RPIM) komandoları Lapperine kışlasının arkasındaki stadyumda meraklılara ‘Teröristlerle Mücadele’ gösterisi sahneliyorlardı. Profesyonellikleri Çad ve Afganistan’da çeşitli operasyonlarda sınanmış, ciddi deneyimli 12 kişilik komando ekibi, hafta sonu boyunca 5 defa tekrarladıkları senaryoyu artık kanıksamışlardı. O akşam 6’ncı ve son kez “düşman topraklarında saklanan teröristlerin elindeki rehineyi kurtarmak üzere hücuma geçtikleri sırada yaylım ateşi açarlar.” Saatler 17.50’yi göstermektedir. Güvenlik nedeniyle tespit edilen mesafenin hem de iki misli üstünde, 10 metre uzakta gösteriyi izlemekte olan yaklaşık 400 kişilik izleyici topluluğunun ilk sırasındaki bir aileden 3 yaşında bir çocuk, annesi, babası kanlar içinde yere yığılır. Anında kalabalık içinden de çığlıklar yükselir. Dakikada 1000 adet 5.56 mm’lik mermi sıkabilen bir FAMAS makineli tüfeğinden birkaç saniyede çıkan 40 kadar gerçek “U ugur.hukum?gmail.com