Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8C müzik GLOBAL POLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU 11 TEMMUZ 2008 CUMA ‘Sarı Saçlım Mavi Gözlüm’ Siyasetin yanı sıra türkülerden de kopmayan Faruk Demir, yeni albümünde Âşık Mahzuni’nin türküsünü okuyor Hatice TUNCER Faruk Demir, siyaseti ve halk müziği sanatçılığını bir arada yürütüyor. Yaşamında kimi zaman siyasete kimi zaman türkülere ağırlık veren Faruk Demir, son albümüne Âşık Mahzuni’nin Atatürk için yazdığı “Sarı Saçlım Mavi Gözlüm” eserinin adını verdi. Albümünde eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in “Madımak” şiirini besteleyerek okuyan Faruk Demir, 1999 genel seçimlerinde DSP Ardahan milletvekili olarak parlamentoya girmişti. Halen CHP Parti Meclisi üyesi olan Faruk Demir, Kanal B televizyonunda halk müziği programları hazırlayıp sunuyor. Faruk Demir’in siyasete ve halk müziğine merakı doğup büyüdüğü Ardahan’da gelişmiş. Çiftçi bir ailenin 6 çocuğundan biri olan Faruk Demir, ortaöğretimini Ardahan’ın Hanak ilçesinde tamamlamış. Siyasete ilgisi, Cumhuriyet okuru olan ve artık aramızda bulunmayan CHP’li olan İsrafil Demir’in etkisiyle başlamış: “70’li yıllarda Cumhuriyet iki gün sonra bizim memlekete gelirdi. O sıralarda ilkokuldaydım, yaşıtlarım renkli fotoğraflı gazetelere bakarken çocuk düşüncemle amcamın elinde hep yazıyla dolu siyahbeyaz gazete almasına kızardım. Amcam terziydi ve sabahlara kadar okurdu. En yakın arkadaşı herkesin Ümit Kaftancıoğlu olarak tanıdığı Garip Tatar’dı.” şimdi İran’da hangi sanattan bahsedebiliriz? Dolayısıyla bütün sanatçı arkadaşlarımızın o sanat yapabilecekleri bir ülke meydana getirebilmek için para kazanmadan önce işin o boyutunu düşünmeleri lazım. Yani sanat sadece yaptığınız bir işin karşılığı para kazanmak değil. Yarın sanatınızı yapamayacağınız bir ülke ile karşı karşıya kalabilirsiniz.” Uyanmaya Başladılar Ama… la ilgili. Bu kendini kapasite fazlası ve talep yetersizliği olarak gösteren “aşırı birikim sorunudur”. Dünyaya hâlâ “Say yasasıyla” bakmaya çalışan, “piyasa ekonomistlerinin” anlama kapasitesini iyice zorlamaya başladığımı düşünerek, kafalarını daha da karıştırmamak için, “emek değer teorisine”, “kâr oranları düşme eğilimi” konularına girmiyorum. Ancak kapasite fazlası sorununa bakmalarını öneriyorum. O zaman, para ve kredi genişlemesi “çılgınlığının” ardındaki mantığı belki anlamaya başlayabilirler. Kriz sertleşirken, ekonominin gemisi su almaya başlayınca, merkez bankaları ve maliye bakanları, “delikleri” para ve kredi genişlemesiyle yarattıkları ek taleple tıkamaya çalıştılar. Sermaye de kendi deliklerini tıkamak için spekülasyona ve talana yöneldi. Bu “piyasa ekonomistleri ”, dönüp 20012 yıllarındaki tartışmalara baksalar, benim gibi “kötümserlerin” o zaman “resesyonu yarıda kesiyorlar, sorunlar daha sonra çok daha büyük bir şiddetle geri gelecek” dediğini de görürler. Bu da bizi siyasi nedene getiriyor. Kapasite fazlasını tasfiye etmenin, halkı eksik tüketime (yoksulluğa) katlanmaya zorlamanın siyasi maliyetini hiçbir ülkenin devleti üstlenmek istemez; önce ertelemeye, bu arada yükü başka ülkelerin ekonomilerinin üzerine yıkmaya çalışır. Uluslararası “yönetişim” de işte böyle dönemlerde çöker. Uluslararası mali sistem de… Siyasetçiler, mali sermayenin, iş çevrelerinin, hatta medyanın baskısına dayanacak gücü kendilerinde bulamıyorlar. Treni sallamaya, efendilerinin “şenliğinin” devam etmesi için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Köpük büyüyor ve sonunda patlıyor… Şimdi ne yapılabilir, G8 toplantısından Münchau’nun önerdiği “acı ilaç”, cesur kararlar çıkabilir mi? Geçen yılki toplantıdan çıkan ortak belge bir fikir verebilir: “Dünya ekonomisi iyi koşullardadır… Küresel dengesizlikler, sürdürülebilir ve güçlü bir büyüme ortamında yumuşak bir biçimde aşılmaktadır”... Ya bunların dünyadan haberi yok, ya da niyetleri treni sallamaya devam etmek. Ama artık, delikleri para, kredi genişlemesiyle tıkamak olanaklı değil, finans sermayesinin enflasyon korkusu da hızla artıyor. Fazla kapasitenin, şişkin talebin (refahın) yok olması kaçınılmaz. Ama nerede, kimin ekonomisinde? Bana, bu yıl, masa başında birbirine gülümseyenler, masanın altından tekmeleşmeye başlayacaklar gibi geliyor. ergin?tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com TÜRKÜLERİM YARIM KALDI u yıl G8 toplantısının gündemi dolu: Mali kriz, enerji krizi, gıda krizi… Ülkemizdeyse, kimi kendiyle tıka basa dolu “piyasa ekonomistlerinin” içi rahat, “ABD resesyona girmedi” diye avunuyorlar. Öyleyse neoliberalizme devam… Halbuki daha ciddi ekonomi yazarları, krizin dördüncü dalgasını da yiyince, uyanmaya başladılar. B ‘BAŞKA BİR ŞEY OLSA GEREK…’ Financial Times’ın yazarlarından Wolfgang Münchau , uyanmaya başlayanlardan biri. “Resesyon olası en kötü sonuç değil” başlıklı yazısında (07/07/08), “bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti. Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre, salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha öte bir şeyler rol oynuyor olmalı” diyordu. Bank of International Settlements (BIS) “eşik altı ev kredileri krizi, en fazla tetikleyicidir, gerçek neden olamaz ” diyormuş. BIS’e göre, “para ve kredi genişlemesi önemli bir rol oynamış olabilir” . Münchau da BIS’in bu saptamasına katılıyor ve ekliyor, “ben daha da öteye giderek, bu esas olarak bir ekonomi politikası krizidir diyeceğim”. Belli ki Münchau, “olayı” (para ve kredi genişlemesi) görüyor ama anlamını bir türlü kavrayamıyor; “sorunun mali piyasaları görmezden gelen Dinamik Stokastik Genel Denge modeline dayanan politikalardan kaynaklandığına” inanıyor. Bu nedenle, şimdi, kemerleri sıkmak, resesyonu, birilerinin biraz sıkıntı çekmesini, bazı bankaların batmasını kabullenmek gerekir diyor. “ Yoksa ” Münchau’ya göre “sonsuza kadar bir ‘Minsky moment’ (kredi krizi) içinde kalacağız.” Münchau’nun aklına şu soruyu sormak gelmiyor: Neden merkez bankaları bu politikaları benimsediler? Neden bu politikalar bir yere kadar ekonomik büyüme yaratabildi? Ama Münchau, krizden çıkabilmek için resesyona, yıkıma katlanmak gerekir diye düşündüğüne göre, sanırım, sorunun köklerinin nerede yattığını da hissediyor. KONSERVATUVARLA TANIŞMA Türkü bir halin ifadesi Demir, “Türkü bir halin ifadesi” diyor ve türküleri anlatarak söyleşimizi noktalıyor: “Türkü bir toplumun ahvalinin ifadesidir. Bunun içinde dert vardır, gam vardır, açlık, yoksulluk vardır. Ve türkü bir de aslında sözdür. Yani saz bizde söze dayanır. Aslolan sözdür. Aslında türküleri tahlil ettiğimiz zaman türküler bir reçetedir. Türkü sadece bir eğlence aracı değildir, toplumun kendini ifade etme aracıdır. Onun için türkülere sadece müzik olarak bakmak bence haksızlık olur.” Faruk Demir, müzikteki yeteneğini daha lise yıllarında göstermiş, etkinliklerde çalıp söylemeye başlamış. Ortaöğretiminin ardından 1980 yılında askeri okulların sınavına girmek üzere İstanbul’a gelen Faruk Demir, askeri okula girmeyi başaramamış ama müzik eğitimi veren okullar olduğunu öğrenir. Tanıdıklarının da cesaretlendirmesiyle 1982 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Şan Bölümü’ne yüksek derece ile giren Faruk Demir, ikinci sınıftan itibaren bağlama dersleri verdiği bir kurs açarak geçimini de sağlamaya başlamış. 1987 yılında TRT Yurttan Sesler Korosu’na solist olarak giren Faruk Demir, TRT televizyonlarında halk müziği programları hazırlayıp sundu. 19951998 yılları arasında “Kuşaktan Kuşağa” adlı programında bir dönemin ünlü halk müziğini sanatçılarını konuk ederek izleyicilere unutulmaması gereken değerleri anımsattı. Konservatuvar ve TRT yıllarının ilk dönemlerinde bir süre siyasetin dışında kalan Faruk Demir, Ardahan ilinin hemşeri derneklerine katkıda bulunduğu sıralarda siyasete de dönmeye başladı. Halen Ardahan İli Kalkınma Vakfı Başkanlığı’nı yapan Demir, Ardahan’da Atatürk silüetiyle ünlenen Damal Dağları’ndaki ilk festivalin organizatörlüğünü yapınca diğer ilçelerden de gelen festival taleplerine yetişmeye çalışmış. 1999 seçimlerinde DSP’den ısrarlı teklifleri kabul eden ve Ardahan’dan aday olan Faruk Demir, 21. Dönem milletvekili olarak parlamentoya girdi. Gazetemiz binasındaki röportaj sırasında elinden notlarını düşürmeyen Faruk Demir, bu alışkanlığın DSP lideri Bülent Ecevit’in öğüdünden kaynaklandığını anlattı: “Rahmetli Bülent Ecevit, kâğıda not almadan bir cümle bile konuşmazdı. Bize de öyle öğütlemişti. ‘Hata yaparsınız, ne konuşacaksanız mutlaka not alın’ derdi.” Parlamento yıllarında “İnsan Hakları Komisyonu” ve “Dilekçe Komisyonu”nda görev yapan Faruk Demir, bu sıralarda müziği biraz ihmal ederek ikinci plana itmek zorunda kalır: “Biraz ayrı kaldık ama ikisinin birlikte yürütülmesi gerekirdi. Sanatçı dostlarımız da mutlaka politika ile ilgilenmeli bence. Ulu önderimiz ‘sanatçılar alnında ışığı hisseden ilk kişilerdir’ diyor ya. Sanatçılık sadece para kazanmak değil, sanatçılık aydın ülkelerde, çağdaş ülkelerde geçerli olan bir meslektir. Heykel, resim, sanatın bütün dallarından söz ediyorum. Şimdi bunların bir ülkede olabilmesi için ilk önce o ülkenin aydın bir ülke olması lazım. Yani Ecevit’in Madımak şiiri Eylemleri sözdü Silahları sazdı Ozan olmaktı kiminin de Ozan ilinde günahı Sıvas ilinde günahı Uyanır elbette bir sabah Ashabı Kehf uykudan Ölür ölür dirilir yine Yüreklerde Pir Sultan... Suçları Pir Sultan’ı anmak Cezaları yanmaktı Toplu mezar oldu onlara Alev alev Madımak... Faruk Demir, 1994 yılında Ada Müzik’ten çıkardığı ilk albümü olan “Güneşim Ol”da kendi bestelerini ve çeşitli yörelerden türküleri geleneksel sazların yanı sıra Batı enstrümanları eşliğinde seslendirdi. 1996’da çıkardığı “Ardahan Yollarında” albümünde geleneksele daha yakın bir çizgi tutturan Demir, repertuvarında Ardahan türkülerine yer verdi. Faruk Demir, 2005 yılında Seyhan Müzik’ten çıkardığı “Türkülerim Yarım Kaldı” albümünde de ilk albümdeki gibi kendi bestelerini ve türkülerini seslendirdi. ‘Sarı Saçlım Mavi Gözlüm’ Sonraki dönemde seçilemeyen Demir, 2002 yılında TRT’ye dönerek halk müziği uzmanı olarak çalışmaya başladı. Bu sırada Başkent Üniversitesi’nin Kanal B televizyonundan aldığı teklifi kabul eden Faruk Demir, bir süre sonra TRT’deki görevinden ayrılmak durumunda kaldı.Kanal B televizyonunda halen sanat danışmanı olarak görev yapan Faruk Demir, aynı zamanda pazar günleri 21.0023.00 saatleri arasında yayımlanan Yurdun Sesi programını hazırlayıp sunuyor. Bu programda 3 yıl önce okuduğu Âşık Mahzuni’nin “Sarı Saçlım Mavi Gözlüm” eserine gelen yoğun istekler Faruk Demir’in bu mini albümü yapmasının en büyük nedeni olmuş: “Bu 4 türkülük albüm bir ticari kaygı ile yapılmış bir çalışma değildir. İşin aslına bakarsak eğer Atatürk devrimleri, Cumhuriyetimiz olmasaydı ben belki Ardahan’ın köyünde hâlâ çobandım, ülkemiz de sömürge idi. Ben bir köy çocuğu olarak her şeyimi Atatürk devrimine borçluyum. Bundan sonra da öyle olacağım. Eğer çocuğumun da rahat yaşamasını istiyorsam bu ülkede bu Atatürk devrimleri ayakta durmalı. Yoksa bize yaşama şansı yok.” Faruk Demir, Bülent Ecevit’in Madımak şiirine yazdığı besteyi yaşarken kendisine dinletmiş ve onayını almış: “Madımak katliamı, bir insanlık suçudur. Madımak’la yüzleşmeyen bir yönetim şekli kendini demokraik ve çağdaş olarak sunamaz. Madımak’ı unutursak yeni daha büyük Madımak’lara çanak tutmuş oluruz. Almanya’ya Solingen’e giden Başbakan 2 Temmuz’da neden Madımak’a gidemiyor? Almanya’ya gidip de Madımak’a gitmemekle bu ülkenin birlik olduğunun fotoğrafını veremezsiniz. Madımak’ın unutulmaması için bir daha Madımak’lar yaşanmaması için ben bu besteyi yaptım.” Murat Çobanoğlu’nun yorumuyla çok ünlenen “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsüne ilişkin Ardahan’da anlatılan bir söylence var. Buna göre Bolu Beyi ile büyük bir mücadeleye giren Köroğlu, Ardahan’a gelip Kiziroğlu ile tanışır, hatta kılıçla çarpışırlar ama birbirlerinin cesaretine hayran olup dost olurlar. “Kiziroğlu aslında Anadolu’nun bir kahraman delikanlısıdır. Şimdi Başbakan Kasımpaşalılıktan, delikanlılıktan söz ediyor ya. Kiziroğlu’nun öyküsü çok farklıdır. Delikanlılık Kasımpaşa’ya bir kilometre uzakta Taksim Meydanı’nda insanlar dövülürken sessiz kalmak değildir.” Âşık Mahzuni’nin artık adeta bir marş haline gelen “Yuh Yuh” türküsünü bir kez yorumlamak istemiş Faruk Demir: “Soyguna, talana, vurguna karşı yapılmış bir eser. Bence Cumhuriyet tarihinin en büyük soygununun, talanının olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Her dönemde olmuştur bunlar ama eskiden ‘minareyi çalan kılıfını hazırlar’ diye bir laf vardı. Şimdi bunlar kılıfı hazırlamaya bile gerek görmüyor. ATV, Sabah gazetesi satışları gibi. Alıyor devlet bankasından krediyi, üç yıl ödemesiz, sıfıra yakın faiz ile. Bu kılıfı da hazırlama gereği duymuyor.” Demir, “Türkü bir halin ifadesi” diyor ve türküleri anlatarak söyleşimizi noktalıyor: “Türkü bir toplumun ahvalinin ifadesidir. Bunun içinde dert vardır, gam vardır, açlık, yoksulluk vardır. Ve türkü bir de aslında sözdür. Yani saz bizde söze dayanır. Aslolan sözdür. Aslında türküleri tahlil ettiğimiz zaman türküler bir reçetedir. Türkü sadece bir eğlence aracı değildir, toplumun kendini ifade etme aracıdır. Onun için türkülere sadece müzik olarak bakmak bence haksızlık olur.” Bülent Ecevit’in Madımak şiiri Eylemleri sözdü/Silahları sazdı/Ozan olmaktı kiminin de/Ozan ilinde günahı/Sıvas ilinde günahı/Uyanır elbette bir sabah/Ashabı Kehf uykudan/Ölür ölür dirilir yine/Yüreklerde Pir Sultan.../Suçları Pir Sultan’ı anmak/Cezaları yanmaktı/Toplu mezar oldu onlara/Alev alev Madımak... SORUN İÇSEL VE YAPISAL Münchau’nun hissettiği şey şu: Sorun aslında, üç beş merkez bankası ekonomistinin hatasından, yani dışsal (egzojen) etkenlerden kaynaklanmıyor. Peki, ama nereden kaynaklanıyor? Onun yerine biz cevap verelim. Muazzam para ve kredi genişlemesinin gündeme gelmesinin ardında birbirine sıkı sıkıya bağlı, biri ekonomik diğeri siyasi iki neden var. Birincisi, 1997 öncesinde The Economist’in kabul etmekte büyük zorluk çektiği bir sorun Şair Dağlarca hastaneye kaldırıldı İstanbul Haber Servisi Büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca (94) zatürree teşhisiyle Marmara Üniversitesi (MÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Dağlarca’nın durumunun iyi olduğu, kontrol amacıyla hastanede tutulacağı belirtildi. Böbrek yetmezliği nedeniyle haftada 3 kez diyalize giren Dağlarca, diyalize girdiği sırada fenalaştı. Marmara Üniversitesi İç Hastalıkları Kliniği’nde tedavisine başlanan Dağlarca’nın sağlık durumunun iyiye gittiği ifade edildi. 1914 yılında İstanbul’da doğan Dağlarca, Kuleli Askeri Lisesi ve Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1935 yılından itibaren piyade subayı olarak Doğu ve Orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini dolaştı. Ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle askerlikten 1950’de kendi isteğiyle ayrıldı. 19521960 yılları arasında Çalışma Bakanlığı’nda iş müfettişi olarak İstanbul’da çalıştı. Buradan ayrıldıktan sonra da ‘Türkçe’ adlı bir dergi de çıkaran Dağlarca, Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğinde de bulundu. zcan Karabulut’un yeni yayımlanan “Amida, Eğer Sana Gelemezsem” (Can Yayınları) adlı romanı, daha ilk sayfalarında, Bükreş’ten Diyarbakır’a sürüklenen ilginç kahramanıyla, çağın ve günün yakıcı sorunlarını gündeme getirmesiyle, okurda, büyük bir yapıtla karşı karşıya olduğu izlenimi yaratıyor. Gerçekten de romanın baş erkek kahramanı Arat, çocuk işçilerin sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapan bir ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) görevlisidir. Bu mesleği nedeniyle dünyanın çeşitli yerlerine gitmekte, farklı insanlarla tanışıp çalışmakta, ülke ve dünya sorunları üzerine tartışmakta, kafa yormaktadır. Diyarbakır’a gelmesi de böyle bir nedenledir: Kentte okul çağında olmasına karşın ailelerinin yoksulluğu nedeniyle okula gitmeyip çalışmak zorunda olan çok sayıda çocuğun hiç olmazsa bir bölümünün ücretsiz yatılı bölge okullarına kazandırılması. Bu işte kendisine kentin sendikaları, sivil toplum örgütleri ve Ankara’dan bu amaçla gelmiş gönüllü üniversite öğrencileri yardımcı olmaktadır. Böylelikle farklı kesimlerden, farklı roman kişilikleriyle geniş bir toplumsal tabloya doğru yol alır roman. Ö DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Ne ki, romanın ana kadın karakteri olan Amida’nın ortaya çıkışı, bu geniş görünümlü roman yapısının yatak değiştirmesine, başka bir düzleme geçmesine neden olur. O zamana dek kadınlarla ilişkilerinde sorunlar yaşayan, aradığı mutluluğu bulamamış olan Arat’la Amida arasındaki aşk ilişkisi, romanın ana eksenine oturur. Amida’nın ortaya çıkışı, bütün öteki olayları, kişileri gölgede bırakır. Arat’ın takıntılı denebilecek aşk isteği, romanın da bu tutkulu aşk serüveni tarafından tutsak alınmasına yol açar. Bundan sonra artık Diyarbakır da, çocuk işçiler de, terör sorunları da birer yan ürün olmaktan öte geçemez. Diyarbakır’ın insanları, çarşıları, sokakları, parkları, pastaneleri, otelleri, doğası, hep bu aşkın dekoru haline gelir. Kentin damarlarında dolaşan yazar, o da Bir Çağ Romanı marlarda yalnızca Amida’yı görecektir. Romanda söz edilen çocuklardan bir tekinin bile dünyasına giremeyiz. Bu iş için gönüllü olarak çalışmaya gelmiş üniversite öğrencisi Deniz, her şeyin parayla ölçüldüğü bir toplumsal düzende gönüllülüğün ne demek olduğunu anlatabilecek çok elverişli bir karakterken, romanda yalnızca dikkat çekici kadınlığıyla yer bulabilir. Erkek gönüllü üniversite öğrencileri ise hiç yer bulamaz. Romanın büyük bir yapıta doğru adım attığı bölümler, Amida’nın henüz ortaya çıkmadığı ilk bölümler ile, sonlara doğru İstanbul’a, arkadaşı Simla’yı ziyarete gittiği için romandan bir ölçüde çıktığı bölümler. Buralarda romanın baş kahramanı, aşk takıntısından biraz olsun sıyrılıp hayatın öteki alanlarına bakabiliyor. Amida, bana yıllar önce Attilâ İlhan’ın Fena Halde Leman’ı karşısında uğradığım hayal kırıklığını anımsattı. Bu roman üzerine “Yazko Edebiyat” dergisinde bir yazı yazarak, yazarın edebiyat ve toplumsal kavgasıyla fantezileri arasında kalarak romanı nasıl harcadığına değinmiştim. 12 Mart Türkiyesi’nin siyasal ve ekonomik yapısı üstüne çarpıcı bir ilk elli sayfadan sonra, sonu gelmez bir cinsel sapkınlıklar sergilemesi sunuluyordu. Neyse ki, Özcan Karabulut, o denli bir çıkmaza sokmuyor romanını. Yine de tutkulu bir aşk romanı mı, yoksa geniş görünümlü bir toplumsal çağ romanı mı yazacağına tam karar verememiş. İkisi bir arada olabilirdi ve ortaya büyük bir yapıt çıkabilirdi. Ama yazarın aşkı anlatma tutkusu, romanın ağırlığının o yana kaymasına, bu fırsatın kaçmasına neden olmuş. Amida, çağdaş romanımızda önemli bir yer tutacaktır. İlk kez işlediği konularla, anlatmak istediği şeylerin büyüklüğü ve yüceliğiyle, belki de yazarına yeni ve büyük romanların yolunu açmasıyla. Onun edebiyat gündemimize taşıdığı konularsa, daha kimbilir kaç yıllar boyu yakıcılığını korumayı sürdürecek. turgay?fisekci.com Fazıl Hüsnü Dağlarca