Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2C EVET/ HAYIR OKTAY AKBAL olaylar ve görüşler 11 TEMMUZ 2008 CUMA Din, Çağdaşlaşma ve Demokrasi inler ve bu arada özellikle İslamiyet ile demokrasi ve çağdaşlaşma konusu sıkça gündeme getirilir. Özellikle dış ülkelerdeki bazıları; “İslam demokrasi ile bağdaşmaz” derken diğer bir kesim; “İslamiyet demokrasi ile sadece bağdaşmakla kalmaz hatta özünde demokrasi vardır” der. İki bakış açısının da sübjektif, yanılgılı ve de abartılı yönleri olduğu açıktır. Çağdaş demokrasi, Batı toplumlarının tarihsel ve düşünsel bir ürünü olarak din dışı (dini dışlayan değil) bir yönetim ve yaşam biçimi, siyasal düzen olarak gerek dinsel ve gerekse kişisel vb.. monarşik ve oligarşik düzenlere karşı halk istencini öne çıkaran bir oluşma ve gelişmedir. Dinsel özgürlük yanında dinselden özgürlüğü de içerir. Dolayısıyla ne Hıristiyanlık, ne Musevilik ve ne de İslamiyet; katı dinsel sistemler ve uygulamalar oldukları sürece çağdaşlaşma ve onun türevi demokrasi ile bağdaştırılamaz. Gerçi, Batı’dakiler; “Bizim dinimiz bu bağdaşlaşmayı başardı” der. Ancak onlara, örneğin hangi Hıristiyanlık? Demek doğaldır. Zira o toplumlarda, din yanında ve fakat dışında yaklaşık 300 yıllık bir dönemde ve giderek artan yaygınlık ve yoğunlukla yerleşen aydınlanma/çağdaşlık aşamaları ve seküler düzen içinde demokrasi oluştu ve gelişti. Karl Popper; “Bizimki, rasyonalist bir toplum olmaktan daha öte bir Hıristiyan toplumu değildir” der (K. Popper in search of a better world, s. 211). Böylece bu aşamaya ulaşmış toplumlar, uluslar ister Hıristiyan ister İslam PENCERE Ya Aklanırlarsa?.. 950’li yılların ortasında (Demokrat Parti ülkeye egemenken) ‘Dolmuş’ adında bir mizah dergisi çıkarıyorduk. Zamanın Basın Savcısı Hicabi Dinç’ti, yetkisi vardı, dergiyi üst üste toplatmaya başladı. Olayı daha önce de yazmıştım, Basın Savcılığı o zaman Sirkeci’deki Büyük Postahane binasındaydı. Kalktım, gittim, Hicabi Bey beni güler yüzle karşıladı... Dedim ki: Yeni sayıları da toplatacaksanız, dergiyi hiç çıkarmayalım... Güldü, kahve ikram etti ve dedi ki: Sen akıllı bir gence benziyorsun, dergiyi çıkar, ama Beyefendi’nin (Başbakan Adnan Menderes) karikatürünü kapağa koyma!.. ? O gün bu gündür savcılıkla, mahkemeyle haşır neşirim... Sayısını unuttuğum davaların hepsinden beraat ettim... Sabıkam yoktur... Sicilim temizdir... Geldik mi 2008’e. Bunca deneyimden sonra bugün Ergenekon soruşturmasına bakıyorum; olacak iş değil... FETORTE medyası her gün bindirdikçe bindiriyor; zaten işin başından beri sakatlık ortada, soruşturma açılalı bir yılı geçmiş, daha ortada iddianame yok... Peki, iddianame yarın öbür gün açıklanırsa içeriğinde ne olacak?.. ? İşin başından beri (benim de dahil olduğum) Ergenekon soruşturmasında FETORTE medyası ne derse o oldu; bunlar gözaltına alınacakları bile önceden haber verdiler... Şu günlerde de işleri güçleri tutuklanan emekli generalleri karalamak... Neler yazıyorlar? Neler yazmıyorlar ki... Bir FETORTE gazetesinin manşet haberinden birkaç satır: “Bir zanlının bilgisayarındaki şifreli klasöre ulaşıldı. Dosyadan Taksim Meydanı’nda yapılacak bombalı eylem krokileri çıktı. Kaos fitili ateşlenecek, çok önemli bir başsavcı öldürülecekti.” ? “Sarı Kız darbe planı..” “Ayışığı darbe planı..” “Eldiven darbe planı..” “Kaos planı..” Ancak bütün bu kıyamet içinde bilgisayarlardan çıktığı söylenen darbe planları medyada tezgâhlanırken bir şey unutuluyor... Nedir o?.. Hukuk dünyamızın pirlerinden eski Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Vatan gazetesinde yayımlanan röportajında diyor ki: “ Bu kadar ciddi bir iddia (Ergenekon iddiası) 13 ay açıkta bırakılamazdı. O nedenle de 50 yılı aşkın bir tecrübeyle şunu söylüyorum; dinleme ve bilgasayar kayıtlarının hukuki delil değeri yoktur. Böyle bir hadisede de maddi vakaya ihtiyaç vardır. Maddi vaka yoksa ötekiler gevezelik ve dedikodudan ibaret kalır.” (Vatan, Mine Şenocaklı röportajı 7.7.2008) ? Hüsamettin Cindoruk “50 yılı aşkın bir tecrübeyle konuşuyorum” diyor; eh, bizim de tecrübemiz yarım yüzyıllık... Ben de şunu söylüyorum: Bu işler sarpa sarıyor... FETORTE medyası çıldırmış gibi... İddianamesiz suçlamaların bini bir para... Peki, bugün gözaltına alınıp sorguya çekilenler yarın mahkeme önünde aklanırlarsa ne olacak?.. Ülkem Yoğun Bakımda!.. lkemi yatırmışlar ameliyat masasına! Üç beş kişi başına üşüşmüş. Kiminin elinde bıçak, kiminin elinde iğne, arıyorlar... Bir damarı, koskoca bir gövdeyi uyuşturacaklar! Batırıyorlar oraya buraya, olmuyor, hasta acıdan bağırıyor. Başka bir damar mı bu, haydi oraya. Yok olmadı! Hasta dört yandan sımsıkı bağlanmış! Eli ayağı sarılmış, kıpırdayacak gibi değil. Kendini bırakmış... Onlar bilirler ne yapacaklarını; yaşatacaklar mı, öldürecekler mi, yoksa uyuşturup bambaşka bir niteliğe mi döndürecekler?.. ??? Daha ameliyat odasına girerken duymuştum olanları; Cumhuriyet’in ünlü yazarlarından kardeşim Mustafa Balbay’ın tutuklandığını, koskoca generallerin de tehlikeli kişiler gibi ele geçirildiklerini!.. Ameliyat masasına yattığımda, sevgili hekimim, bana birkaç yıl daha yaşama, yazma, direnme olanağı verecek dostum Dr. Kemal Şençoban’a son olarak, “Bu adamların da sonu geldi” diyebildiğimi... Bir buçuk saat kendimi sevgili Türkiyem gibi mi duydum o sürelerde, acılarla çırpınırken, çevremde Dr. Kemal’in yardımcısı genç hemşireler, bana yaşam gücü vermeye çalışırken... Ben kurtulacaktım, ama halkım, Cumhuriyetim, Atatürk’üm böyle bir ameliyattan nasıl düzlüğe çıkacaktı. Zaman geçti, Dr. Şençoban bitirdi işini, kesti biçti tamamladı, kan ter içinde, ustalıkla... ??? Ben bu kez beynimde Türkiye düşmanlarının yarattığı bu yeni bozgunu yaşatırken, iyileşip özgürlüğe çıktığımda beni nelerin beklediğini, yazarlık savaşını nasıl yeni bir güçle sürdüreceğimi düşünmeye başladım. Derken, kendimi yoğun bakımda buldum. Orada da kollar, bacaklar sımsıkı sarılı, kımıldamak, fazla konuşmak yasak, ama düşünmek yasak değil! Ah bir TV olsa, hiç değilse dışarıdan bir haber gelse, kafamın içindeki fırtına biraz durulsa!.. Zaman geçmez. Sinirler gerilir, Balbay ne yapmış, ne yazmış? Ya, Atatürkçü Paşalar, neden sabah karanlığında yaka paça toplanmış? İktidardakiler sürdürdükleri yanlış uygulamalara neden yeni sorunlar eklemiş? Atatürk devrimine karşıt olabilme yürekliliğini nereden, kimden almış? ??? Sabah oldu, odama çıkarıldım. TV açıldı. Her şey ortaya çıktı. Ülkem yeni bir çıkmaza, bir batağa itilmişti. Bir yıldır nedeni, niçini bir türlü açıklanmayan bir soruşturmaya yeni yapraklar eklenmişti. Ben kurtuldum yoğun bakımdan! Ya içinden zor çıkılacak bir yoğun bakım karanlığındaki ülkem, halkım nasıl kurtulacak, sağlığına nasıl kavuşabilecek? Hangi ustalıklı bir operasyonla!.. Soru, soru, soru... D Prof. Dr. Kemal ÖNEN Laik, çağdaş demokratik Türkiye Cumhuriyeti ve onun hedeflerini bilinçle özümseyen kurumların ve büyük bir kitlenin bulunduğundan ve de savunmanın ve evrimin süreceğinden kuşku duymuyorum. Bazen bu siyasal konulara zaman zaman eğilmek zorunda kalmam üzücü. Ancak çağdaşlığı hedeflemiş olan bilimcilerin sessiz kalmaları da beklenemez. olsunlar demokrasi ile bağdaşıyor ve onu özümseyebiliyorlar. Bu esasen bir olgudur. Dolayısıyla bu olgu laik Türkiye Cumhuriyeti ve onun düzeni içinde de geçerlidir. Ancak demokrasi ve laiklik, sadece bir deyim veya slogan olarak alınıp içeriği yanlış, eksik, çarpıtılmış veya keyfi olarak kullanılıp, deforme ediliyorsa demokrasi sağlıklı değildir. Demokrasi kavramı çağımızda giderek gelişen, ülkelere göre farklılıkları bulunan, sakıncaları ve zaafları olabildiğince bertaraf edilmeye çalışılan ve iktidarın diktasını engelleyici kurumları ve benzerleri ile bir siyasal toplumsal sistem ve de amaç olup, hele hele başka amaçlar için araç değildir. 1923’te Cumhuriyetin kurulması ve izleyen devrimlerle yerleştirilmeye ve geliştirilmeye çalışılan laikdemokratik çağdaş düzen, 80 yılı aşan dönemde, içerikli demokratik kurumları ve laik anayasal düzeni önemli ölçüde oluşturabilmiş tek İslam ülkesidir. Parlamento, yargı, üniversiteler, devlet düzeni vb. tipik örneklerdir. Ancak gene de içerik, yoğunluk ve yaygınlık ve de toplumdaki algılanma bakımından yeterli düzeyde özümsenmiş olduğunu söylemek zordur. Nedenleri çeşitli ise de en az elli yıldır devrimler, çağdaşlaşma ve seküler düzene ve onun düşün ve eylem lideri Atatürk’e yönelik olarak; dinsel, sözde geleneksel, eğitimsel vb.. yöntemlerle, tepki, bozma, tehdit girişimleri ve gösterileri ve patavatsız beyanlar ve de tutucu mazi perestlik, önce düşük yoğunlukta ve giderek yoğunluklu olarak sürdürüldü ve sürüyor. Bu girişimler çeşitli kesimlerden; siyasi partiler, dinsel odaklar, tutucu ve/veya sözde liberal yazar çizerler, kişiler ve hatta bazen devlethükümet odaklı olarak da gizli veya açık seçik bazen de masumane olarak gündemde. Eğer bir parti hakkında “laiklik karşıtı eylemlere odak” denilerek yargıya gidiliyorsa en azından bir rahatsızlık var demektir. Dindar cumhurbaşkanı istemi ortaya atılıyorsa, bir bakan “Müslüman çoğunluğun da dini özgürlüklerle ilgili sorunları var” diyerek subjektif olabiliyorsa, “bu beyan başkalarınca da bir şekilde desteklenir” görünüyorsa; çağ, bilim ve akıl dışı dinsel yorum ve/veya fetvalar hatta uygulamalar görülebiliyorsa, siyasal nitelikli toplantılarda kadın erkek konuşlanma ayrımı göze çarpar halde ise ve benzeri pek çok belirtiler varsa bunlara masum inanç veya düşün özgürlüğü gibi bakmak saflıktır. İnanç, saplantı haline dönüşmüşse ne masum ve ne de mantıksaldır. Sadece skolastikte kalma, fanatikte ısrar ve dirençtir. Böylece ne toplumsal ve ne kişisel ne de dinsel evrime uyar. Masum ve sözde bilimsel(!) düşünsel görünen analizler de bir yöntem. Dinsellik/imam ile öğretmen okul çatışması aslında bir bakıma gerçek ve fakat abartılı şekilde gündeme getirilirken ve “öğretmen kaybetti” denilirken, kusuru cumhuriyetin zaafına mal ederken yıllardır süren cunhuriyet, devrim karşıtı çabalar adeta göz ardı ediliyorsa bu kuşku uyandırır. “Hele cumhuriyette iyi, doğru ve güzel yönünden derine giden bir düşünce yok” denilirken biraz insafsız olunmuyor mu? Laik, çağdaş demokratik Türkiye Cumhuriyeti ve onun hedeflerini bilinçle özümseyen kurumların ve büyük bir kitlenin bulunduğundan ve de savunmanın ve evrimin süreceğinden kuşku duymuyorum. Bazen bu siyasal konulara zaman zaman eğilmek zorunda kalmam üzücü. Ancak çağdaşlığı hedeflemiş olan bilimcilerin sessiz kalmaları da beklenemez. 1 Ü ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci?mynet.com Memleketin Birinde.. Adamın Biri... M emleketin birinde, adamın biri var olan siyasal düzeni değiştirmek istediği için hapis cezası almış. Ortamı gerginleştirmek istemeyen iyi niyetlilerin arabuluculuğuyla, süresi dolmadan serbest bırakılmış. Becerikli bir taktikçi olan adam, aldığı cezayı pekâlâ siyasi başarıya çevirebilmiş. Memleket kültürel bakımdan ikiye yarılmış. Bir yanda ağır bir toprak ağalığı sisteminin bağnaz tutuculuğu ve itaate alışık, aydınlanmamış yoksul yığınlar, öbür yanda şaşırtıcı bir yaratıcılık eğilimi... Memleketin nasıl yönetileceğine dair toplumsal uzlaşma kurulamamış. Saltanatı geri getirmek isteyenler, cumhuriyetçiler, sol devrimciler, askeri darbe yanlıları kâh düşüncelerini açıklayarak, kâh gizleyerek birbirleriyle iç içe siyaset sahnesini dolduruyorlarmış. Memleketi hiçbir komşusu sevmiyor, ona güvenmiyormuş. Memleketin onuru yaralı, iktisadi durumu ise bozukmuş; işsizlik üst derecelerde. Adamın, güven aşılayıcı söylemlerle korkutucu eylemleri birlikte yürüten enerjik ve atak siyasi örgütü, başını adanmış kişilerin çektiği sivil bir ordu gibiymiş. Eğitimi kıt, söylemleri tutarsız adamı ve örgütünü, önceleri aklı başında kimse ciddiye almamış; ülkenin beyni için alay konusu bile olmuş bu yeni siyasi hareket. Ne var ki ülkenin bitkisel sinir sistemiyle adamın arasında gelişen ve anahtarla kilidin, tencereyle kapağının uyumuna benzeyen örtüşmeyi, kendine fazla güvenen üst beyin hafife almaktaymış. Ancak gözlem gücü ve sezgileri güçlü küçük bir azınlık, adamın ve partisinin ülkeye ürkütücü bir tehdit olabileceğini sezerken, yavaş yavaş parti dışındaki herkesi de bir güvensizliktir almış. Ne var ki parti büyüyormuş. Aslında herkes “gerçekçi’’ (!) davranıyormuş, sol siyasetçiler bile! Yani, ellerinden kayan halkı yakalayabilmek için adamı ve partisini kullanabileceklerine inanıyorlarmış. Oysa tek yapmaları gereken birleşip adama açıkça karşı durmak! Sol grupların ne hikmetse birbirleriyle değil de sağcılarla it Erendiz ATASÜ Hangi ülkeden söz ettiğimi sandınız? Hayır hayır aklınıza gelenden değil. Memleketin biri, 1920’lerin, ‘930’ların Almanyası; sihir değmişçesine karizmatik öndere dönüşen, bas bas bağıran cahil küfürbaz ise Adolf Hitler’in ta kendisi idi; devleştirilmiş küçük ,küçücük adam... tifak kurdukları bu tuhaf ortamda, adamın kanser uru gibi büyüyen partisini kâh denetime alabilmek, kâh bölebilmek hülyalarıyla, para, siyasa ve darbe odakları, adam ve yandaşlarıyla uğursuz bir iktidar dansına başlamışlar. Entrikanın bini bir para! Her kafadan bir değil bin sesin çıktığı bu kaotik ortamda ülke yönetilemez olmuş! Aciz hükümetlere çare diye bir dizi erken seçim ve referandum gelmiş gündeme. Halk seçim sandığından usanmış. Böylece, cumhurbaşkanını halkın seçmesi, sonra da cumhurbaşkanının ülkeyi kararnamelerle yönetmesi oylanıp kabul edilmiş. Bin parçaya bölünmüş siyasi haritanın her bölümünün çeşitli kişisel hesaplarla ve küçük grup çıkarları uğruna önayak ya da alet oldukları bu erken seçimler zinciri sonucunda, tek parti iktidarına giden yolların taşları bir bir döşenmiş. Oysa tek yapılacak şey açıkça, adama ve partisine karşı durmakmış! İktidar dansında çekilen el enseler ve abes figürler sonucunda, halkın gelişmiş beynine itici ve gülünç gelen, aslında son derece cahil olan, fiziksel erkek güzelliğinden de hiç nasibini alamamış bu adamın, toplumun gelişmemiş bilinç altına seslenen garip çekiciliği, güçlü çenesi, bağırmaya dayanıklı gırtlağı ve saldırgan tavırları sayesinde, daha da artmış! Karizmatik bir lider olup çıkmış adam! Öfkeli buyrukların ağırlığını hissettirdiği bir gelenek ortamının ezik ve aydınlanmamış insanları, asla gerçekleşmeyecek rüyalarında kendilerini içlerinden biri belledikleri adamla özdeşleştirirken, güncel gerçeklikte onun emrine girmek için koşuyorlarmış. Boşuna mı “Halk sahte peygamberleri sever’’ demiş, bu ülkenin bir düşünürü! Böylece adam, elbirliğiyle iktidara taşınmış. Erken seçimler zinciri kesilmek bilmiyormuş. Adamın partideki sağ kolu, seçim arifesinde güncesine şöyle bir kayıt düşmüş: “Artık savaşmak kolay, çünkü devletin bütün kaynaklarından yararlanabiliriz. Radyo ve basın elimizde. Ortaya bir propaganda şaheseri çıkaracağız. Ve bu sefer parasızlık çekilmeyecek elbette.’’ Elbette parasızlık çekilmeyecekti. Halka, emeğe, sol siyasalara duydukları iliklerine işlemiş nefretten arınamayan büyük para sahipleri, işlerine yarayacağını düşündükleri adam iktidara yerleştikçe açacaklardı kesenin ağzını! Oysa onların da defterlerinin dürülmesi yakındı. Parasal gücün verdiği sahte güvenle burunlarının ucunu göremiyorlardı. Adamın partisi tüm devlet olanaklarını kullandığı, basının büyük kısmının onun borazanını öttürdüğü sonuncu demokratik seçimde bile aslında yüzde kırk küsurdan fazla oy alamamıştı! Yani hâlâ azınlıktaydı! Bütün bu süreçte, adamın ve adanmış yardımcılarının hareket kesintiye uğrayacak, parti kapatılacak diye tir tir titredikleri dönemeçlerden geçilmişti; başarısızlık an meselesiydi, an! Ama her dönemeçte talihi yoksa karşıtlarının bir türlü aralarında uzlaşıp kesin ve açık bir yol izleyememelerindeki basiretsizlik mi demeli adamın yardımına yetişmişti! Bu arada adam, ulusu için sanal bir siyasi ve kültürel tarih kurguluyor, bu sentetik tarihi eğitimsiz kitlelerin genç nüfusuna aşılıyordu. Maziye dair gerçekleri dile getirenlere bunak gözüyle bakıyordu bu gençler. Adamın yandaşları artık basından ibaret değildi. Onun tarihçileri, onun felsefecileri, onun sosyologları, ona hayran komedyenler türemişti. Adam, çıraklık döneminde bazı dersleri iyi bellemişti. Şöyle yazıyordu: “Devletin asal organlarından birini ele geçirmedikçe devlet ele geçirilemez.’’ Onun için, kendisine pek fazla güvenmeyen orduyla arasını iyi tutmaya bakıyor, polisin içinde kendisine bağlı bir polis oluşturuyordu. Şöyle diyordu: “Yeni devleti kurmadan eskisini yıkmakla ihtilal olmaz. Önce eski devletin çatısı altında yeni devlet kurulacak.’’ Başarıya ulaştıktan sonra şöyle diyecekti: “İktidarı tamamen ele geçirdikten sonra, eski devletin kalıntılarını süpürmek sadece birkaç haftamızı aldı.’’ Evet, başarıya ulaşacak, ülkenin geçmişinde darbecilerin bulunduğu gerçeğinin de desteğiyle sanal bir darbe ortamı yaratacak, bu belirsizlikte asıl darbeyi kendi vuracak, demokrasiyi ilga edecekti! İzleyen ilk ve elbette son halkoylamasında seçmenlerin yüzde doksan dokuza yaklaşan kısmı önderlerine güvendiklerini belirteceklerdi. Gerçekten de artık ulusal iradeyi yutmuş, sindirmişti; gerçekten ayaklar baş olmuştu. Tüm generaller ve yargıçlar adama bağlılık yemini etmek zorunda bırakıldılar. Ulusu savunacak hiç kimse kalmamıştı, hiç... Adamın biri, memleketin birini geri dönüşsüz rehin almıştı. Sevgili okur, hangi ülkeden söz ettiğimi sandınız? Hayır, hayır aklınıza gelenden değil. Memleketin biri, 1920’lerin, ‘930’ların Almanyası; sihir değmişçesine karizmatik öndere dönüşen, bas bas bağıran cahil küfürbaz ise Adolf Hitler’in ta kendisi idi; devleştirilmiş küçük küçücük adam... Önemli not: Alıntılar, William Shrirer’in Nazi İmparatorluğunun Doğuşu Yükselişi ve Çöküşü (çev. Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, 1970) adlı kitabındandır.