03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 HAZİRAN 2008 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C 7 Funda Arar, Türk sanat müziği bestelerini okuduğu ‘Rüya’ albümüyle bir hayalini de gerçekleştirmiş oldu Yaldızlı sandıktan şarkılar Hatice TUNCER Pop müzikte, 2000 yılından bu yana en önemli sesler arasına giren Funda Arar, Türk sanat müziği eserlerini seslendirerek bir rüyasını gerçekleştirdi. TMC tarafından yayımlanan albümünün adını da “Rüya” koyan Funda Arar, Türk sanat müziğinin çok sevilmesine karşın yaldızlı bir sandıkta, ama bir kenarda bırakıldığını düşünüyor. 2003’te “Sevda Yanığı”, 2006’da “Son Dans” albümleri üzerine görüştüğümüz Funda Arar, her söyleşide biraz daha kendine güvenli, kararlı ve kendini geliştirmiş görünüyor. Funda Arar pop şarkılarla ünlenmesine karşın İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda gördüğü eğitim nedeniyle Türk sanat müziğine (TSM) hiç yabancı değil. Türk müziği sevgisi de zaten aileden geliyor: “Çocukluğum bu şarkılarla geçti. Evimizde sürekli plaklar, radyo çalınırdı. Babamın çok büyük merakı vardır Türk müziğine. Kendisi de okur. Kardeşimle beraber hep şarkılar söylerdik. Böyle bir ortamda yetişince Türk müziğine aşina olmamız kaçınılmazdı. İlkokuldan itibaren müzik dersleri almaya başladım. Kız kardeşim de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sanatın başka bir dalı ile ilgileniyor. Türkiye’de aileler, genellikle çocuklarının sanat okullarına, konservatuvara gitmesinden pek hazzetmezler. Ama bizim ailemiz bizi hep destekledi. O yüzden çok şanslıyım.” dinleyici kitlesine ulaşmak istemiş. Çok yorumlanan değil ama TSM dinleyicilerinin bildiği ve sevdiği eserleri uzun ve yoğun bir çalışma sonucu seçmiş. Albümde Sadettin Kaynak’ın “Gönlümün İçindedir”, “Yollarına Gül Döktüm”, “Niçin Baktın Bana Öyle”, Refik Talat Alpman’ın “Hicaz Saz Semaisi”, Kadri Şençalar’ın “Görmedim Ömrümün Asude Geçen Bir Demini”, Selahattin İnal’ın “Saçının Tellerine”, “Dilimi Bağlasalar”, “Dertleri Zevk Edindim”, Baki Duyarlar’ın “Ben Küskünüm Feleğe”, Selahattin Altınbaş’ın “Pişman Olur da Birgün”, Necdet Tokatlıoğlu’nun “Artık Yeşerecek Bir Dalım Yok”, Ziya Taşkent’in “Ne Gelen Ne Soran Var”, Hüseyin Sadettin Arel’in “Minimini Nihavend Peşrev”, Kemani Serkis Efendi’nin “Kimseye Etmem Şikâyet”, Avni Anıl’ın “Aşk Bu Değil” ve Gündoğdu Duran’ın “Gözleri Aşka Gülen” eserlerini okuyor: “Müzik piyasasında insanların çabuk ezberleyeceği şarkıların revaçta olduğu şartlar varken tutup Sadettin Kaynak’ların, Avni Anıl’ların eserlerinin olduğu bir albüm yapmak bir anlamda risk. Türk müziğini seviyor, saygı duyuyoruz, çok değerli ama altın yaldızlı bir sandıkta duruyor gibi algılanıyor. Bence Türk müziği seviliyor ve dinleniyor ama.. çok fazla medyada yer almıyor; TRT kanalları dışında icra edildiğini görmüyoruz.” larla kulağınızın çok iyi dolması lazım.” Demiştik: Fark Yok! Burada mı, orada mı? Orada, diyelim Türkiye’de. Neden? Aydının varlığıyla ilgili bir şey bu. Bir toplumsal güç olarak aydının, Batı‘dan çoktan beridir elini ayağını çektiğini görüyoruz. Piyasadaki teknokrat ordusunu, medyada sürekli boy göstermelerine falan bakıp, aydın sanmayalım. Onlar sistemin konu mankenleridir. Eşitlikçi, özgürleştirici, bilime dayalı yeni bir dünya kurmak için düşünce üreten insanları, o büyük medyanın yanından bile geçirmezler. Eh, bu konu mankenlerini aydın olarak görmeye devam etmek isteyenler varsa, ona da tabii biz bir şey diyemeyiz. Fakat bilgi üretip satan bu “piyasacı yaratığa” aydın demek, yine de bu satırların yazarına doğru gelmiyor. Eğer öyleyse, aydının Türkiye ve Türkçenin üzerinde dolaştığını düşünmek durumundayız. Hatta zorundayız. O halde... Kuşkusuz, bu bir öfke ve Avrupa’dan, daha doğrusu bir tuhaf kategori olarak Batı‘dan Türkiye’ye durmadan demokrasi, insan hakları, solculuk vs ithal etmeyi “aydınlık veya solculuk” sayacak kadar travmalı çevreleri üzecek bir şey. Emperyal merkezlerdeki “demokrasi oyununu” sahici bir şey sananların trajik yanılgısından söz ediyoruz. Oysa Brecht, hâlâ haklıdır: Yoksullar olmasa, zenginler olur muydu! Emperyal demokrasiden çare bekleyenlerin önce bunu öğrenmesi gerekir: “Azgelişmişler” olmasa “gelişmişler” olmazdı. Şimdilerde, zenginlerden yoksullara demokrasi, insan hakları, siyasal ahlak, medya ahlakı, ekonomik refah falan ithal etmekten başka bir ezberi bulunmayanların gerçek yüzünü açığa çıkaracak bir süreci yaşıyoruz. Ankara’da da dinliyorlar, Berlin’de, Paris’te ve Brüksel’de de... Gördük işte... Kimse kimseyi aldatmasın. Bunların hepsi, şu ya da bu ölçüde, birbirine benziyor. Demokrasiymiş?... Bazen ne mal olduklarını yüzlerine söylemekte yarar var. Hemen bir şeyleri değiştiremesek bile, bu bataklıktan nefretimizi, kendimize itiraf etmiş ve bizi “dinleyenlerin” yüzlerine de haykırmış oluruz. Hiç değilse midemizi ülserden kurtarırız. İnsan, bir yanıyla, bütün bu rezaletleri reddedebilecek kadar yüce bir yaratıktır. Nasıl bu kadar düşürülebiliyor? Galiba, aydını, önce Türkçede aramakta yarar var: Bulma ihtimali çok fazla. İngilizce, Almanca veya Fransızca gibi “büyük dillerde” ise arayınca bulmak çok zor, çünkü sistem asıl aydını gözlerden düşürmeyi ve kaçırmayı iyi biliyor. Kaçıramadığını zaten hamura çeviriyor. Gerçi bazen Oskar Lafontaine veya Sahra Wagenknecht gibi granitlere çarpmıyor değil. Ama genelde başarılıdır. İşte biz, o hamurlardan bol bol demokrasi dersi alıyoruz. Acı şey. cutsay?gmx.net MAKAMLAR Hicaz, Rast, Hüzzam, Muhayyerkürdî, Uşşak, Kürdîlihicazkâr ve Nihavend makamlarındaki eserlerin yer aldığı albümün yönetmenliğini keman sanatçısı Yaşar Okyay üstlenmiş. Deneyimli müzisyen ve Funda Arar’ın eşi Febyo Taşel’in düzenlemelerini yaptığı albümde saz ustalarının yanı sıra Gündem Yaylı Grubu da orkestrasyonda yer alıyor: “Bunun devamını da getirmek istiyorum; çünkü bizim kültürümüzün bir parçası bu eserler. Altyapısı da olan tanınmış sanatçıların bu tarz işler yapması daha çok insana hitap eder diye düşünüyorum kendi mantığımca. Türk müziğinin çok popüler olduğu dönemleri hatırlıyorum. Benim isteğim, Türk müziğini eski popülaritesine kavuşturmak. Sanatçının görevi sadece magazinde kakarakikiri yapmak değil ki. Sanatçının ülkesini sevmesi ve kültürüne sahip çıkması lazım. Evet popüler anlamda işler de yapıyorum, ama kendi kültürümüze de sahip çıkmamız gerekiyor. Bir sanatçı, ülkesini bir politikacıdan çok daha iyi tanıtabilir ve temsil edebilir. İnsanlar bir ülkenin devlet başkanının adını bilmeyebilir, ama sanatçılarını tanır. Bu ülkede yaşıyorsak, bu ülkenin ekmeğini yediysek, bu ülkenin okullarına gittiysek bu ülkeye de hizmet etmemiz gerekiyor.” HEP KAFAMDAYDI HAZIRLIK İlk albümü “Sevgilerde”yi 2000 yılında çıkaran Arar, 2001’de de Kıraç ile düet yaptığı “Sevgiliye” albümünü çıkardı. Sesi ve yorumuyla dikkatleri çeken ve pop müziğinde gelip geçici olmayacağı hemen anlaşılan Arar, 2002’deki “Alagül” albümüyle yerini sağlamlaştırdı: “İlk albümümü çıkarttığımdan beri kafamda zaten böyle bir albüm yapmak vardı. Konserlerimde, yaptığım televizyon programlarında TSM eserlerini çok icra ettim. Türkü de okuyorum ve inşallah Türk halk müziği albümü de yapmak istiyorum.” KAYNAK’TAN ANIL’A Arar, Rüya albümüne 20. yüzyıl bestecilerinin eserlerini alarak daha geniş bir Arar, okumalarını keman, kanun ve perküsyon eşliğinde canlı kaydetmiş, daha sonra diğer enstrümanlar çalınmış. Zorlanmadığı hemen fark edilen Arar, gırtlak nağmeleri gibi yorumlara girmeden kulaklara rahat ve güçlü bir ses gönderiyor. Albüm dinleyicilerin beğenisiyle karşılandı, ama konservatuvardaki hocalarının yorumunu merakla bekliyor. Albüme TSM’nin büyük sanatçılarını, saz eserlerini sürekli dinleyerek hazırlanmış. İnci Çayırlı, Safiye Ayla, Zeki Müren’in ve daha birçok sanatçının yorumlarıyla kulağını iyice doldurmuş: “Okul biteli çok oldu, albümlerim hep Batı tarzlarında. Bilgilerimi tazelemem gerekiyordu. Türk müziğindeki ses aralıkları Batı’dakinden çok fazladır. Bu sesleri veremediğiniz zaman o lezzeti de veremezsiniz. O yüzden on rar’ın yeni albümünün kapağında yer alan Arzu Kaprol ve Tuvana Büyükçınar’ın çektiği fotoğraflardaki saç modeli ve giysilerini Esra Başıbüyük tasarlamış. Kendisini profesyonel ellere bırakmış ve sonuçtan memnun kalmış. Çok yoğun konser programı olan Arar, görüşmemiz sırasında Erzincan Üniversitesi’ndeki konserinden yeni dönmüştü: “Erzincan çok güzel bir şehir. Büyük depremler geçirdiği için binalar iki üç katlı yapılmış. Üniversitede bizi nasıl gü A Erzincan’ın balı zel karşıladılar.. her yerde güzel karşılıyorlar. Yerel yemekler yedik; tulum peyniri, balı şahaneydi.” Arar, TSM solistlerinin bile farklı tarzlara yönelmek zorunda kaldığı bu dönemde böyle bir albümü ticari değil, bir hizmet olarak düşündüğünü anlatıyor: “Ticari kaygım yok derken tabii ki çok insana ulaşması benim için çok önemli. Stüdyo, müzisyenler, kartonet, baskı büyük ma liyetlere neden oluyor, ama müzik, bizim ülkemizde müzik para etmemeye başladı. Ne acı ki değersiz bir şey haline geldi. Hiç kimse insana bedava bir çiklet bile vermez. Ama bu kadar emek verilen bir şeyi internetten indirip bedava alıyor. Ha hırsızlık yapmışsın.. ha bir müzik eserini hiçbir para ödemeden almışsın, dinlemişsin.. aynı şey bence. Maalesef müzik sektörü o kadar değersiz işler yaptı ki, kendi kendini bu duruma getirdi. Tek şarkılık albümlerle insanlar kandırıldı...” aşından beri söylediğimizi onaylamış oluyorlar: Artık “merkez” ile “çevre” arasında, kir açısından önemli bir fark yok. Nitel bir fark zaten yok. Örnek mi? İki ülkede olan bitene bir göz atmak yeterli: Geçen günler içinde Türkiye’de ve Almanya’da birbirine pek de yabancı olmayan renkleriyle neredeyse bir ve aynı skandal patlayıverdi. İnsanlar her ortamda dinleniyordu ve bu izleme öyle boyutlar almıştı ki, sadece medya değil, milletvekilleri bile kapsama alanından kaçamıyordu. Gelişmeler, eski bir sakızın artık hiç çiğnenemeyeceğini bir kez daha göstermiş sayılmalıdır. Zengin Batı ile yoksul ülkelerin birbirine pek benzemediği zamanlar tarihe karıştı. Batı demokrasileriyle isteyen emperyalizm de diyebilir ve daha doğru olur, azgelişmiş ülke demokrasileri ve yönetim biçimleri, özellikle de yönetici sınıflar, artık “al birini vur ötekine” noktasındadır. Aralarında bir eğitim, hatta ahlak/ahlaksızlık farkı da bulunmuyor. Kimse kendini aldatmasın. Kimse kendini daha yukarıda veya daha aşağıda görmesin. Zengin ülkelerin yönetici sınıflarının şımarıklığı ile yoksul ülkelerdeki yönetici sınıfların şımarıklığı ve bayağılığı birbirini aratmayacak kadar iç içedir. Yani... Yani, Washington, Paris ve Berlin’deki siyasal rezaletlerle Ankara ve benzeri başkentlerdeki sözde “antidemokratik” sahneler, aynı pis tiyatronun içinde avutulup durduğumuzu kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyor. CHP Genel Sekreteri Önder Sav’a kurulan “Vakit” tuzağı nedeniyle ortaya dökülen Türkiye’de son “telekulak” rezaleti ile Almanya’daki bazı politikacı ve gazetecilerin de ağa takıldığı telekulak rezaleti arasında hiç öyle dağlar kadar fark yok. Peki, bu “farksızlığın” başka sonuçları yok mu? Var. ??? Ama bizim söylemek istediğimiz asıl başka bir şey var: İşin acıtan yanı, yönetici sınıfların ortak şımarıklığı ve pervasızlığı değil, yönetilen geniş halk yığınlarının pasifliğidir. Gerçekten, bu alanda da arada önemli farklar göremiyoruz. O halde, eski masalların tedavülden kaldırılması için bir fırsatı daha kullanmak zorundayız. Yönetici sınıfların ve özellikle de hadi daha bilimsel olsun burjuvazilerin birbirini andırması kadar normal olan bir şey bu: Yönetilenler de birbirini andırıyor. Suskunlukları ile, çaresizlikleri ve her şeyi kadere havale etmeleriyle... Tabii, bu, anlık bir görüntüdür. Şu anki görüntüyü ifade ettiği açık, ama eninde sonunda anlık bir görüntü. Bir enstantane. En ufak bir değişiklikte bu görüntüler, özellikle de çalışan sınıfların reflekslerini sıfırlayan “atalet, şaşkınlık ve boşvermişlik”, patlamaya dönüşebilir. B azeteler yazdı, Meclis Başkanı‘na bir milyon değerinde yeni bir otomobil alınmış. Öncelikle, eskisine ne olmuş ya da Ankara’da Meclis Başkanı’nın kullanabileceği otomobil mi yok, diyebilirsiniz. Bu soruların cevapları belli. Garajlarda kim bilir kaç otomobil kullanılmadan bekliyor. Benim söyleyeceğim başka bir şey: Bütün gösterişlere karşın halkının büyük bölümü yoksul bir ülkede yaşıyoruz. İnsanlarımız işsiz, eğitimsiz, aç. Daha geçen hafta yazdım, Bingöl’ün Taşlıçay köyünde, kot taşlama işinde çalıştıkları için akciğerleri yıkıma uğrayan yetmiş beş genç insanın ölümlerini beklediğini. Tartışılması gereken soru şu: Bu insanlara güvenli bir iş ortamı sağlayamayan, hastalandıklarında kendilerine sağlık hizmeti götüremeyen devletin Ankara’da bir milyonluk yeni arabalar ısmarlamaya hakkı olabilir mi? Yurttaşlarının sorunlarına karşı duyarsız kalmış bir devletin, devlet olma özelliğinden söz edilebilir mi? ??? Çankaya Köşkü’nün yeni sahipleri de köşkte yapılacak yenileme çalışmaları için devlet bütçesinden ay G DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Bir Milyon İle Ne Yapılır? lıçay köyünde ekolojik bir tarım çiftliğinin kurulması için harcardım. Bundan sonra o köyün insanları gidip kot taşlama işinde değil de kendi köylerinde yaşasınlar, yaptıkları işle karınları doysun, hem de ülkenin tarımsal üretimine katkıda bulunsunlar diye. Köşke harcanacak otuz milyonla da benzer işletmeler kurardım. Tahıl, et, süt, meyve üretilen işletmeler. İnsanlarımızın temel gereksinimi çünkü bu ürünler. Ne yazık ki yeterince bol ve ucuz sunulamıyorlar. Hepimiz evimizin eşyalarını kendi bütçelerimizle alıyoruz, değiştiriyoruz. Köşkte oturanlar da oturdukları yerin perdelerini, mobilyalarını beğenmiyorlarsa neden kendi bütçelerinden harcayarak değiştirme yoluna gitmiyorlar? İnsani olan bu değil mi? Neden devlet görevlilerinin evleri, otomobilleri devlet bütçesine yük olsun? rılan otuz milyonluk ödeneği az bulmuşlar. Aynı günlerde Bursa’da yaşayan ve sosyal güvencesi olmadığı için beynindeki tümör nedeniyle ameliyat olması gereken dokuz yaşında bir çocuk için yardım başvurusunu Çankaya Köşkü, “yeterli ödenek bulunmadığı“ gerekçesiyle reddetmiş. Tartışılması gereken soru şu: Dokuz yaşındaki bir çocuğa ameliyat parası bulamayan bir devletin, Köşk yenilemesi için otuz milyonu olabilir mi? ??? Bir milyonla ya da otuz milyonla ne yapılabilir? Yetmiş milyonun yaşadığı koca bir ülkede hangi derde deva bulunabilir diyebilirsiniz? Haklısınız. Ama ben Meclis Başkanı‘nın yerinde olsam o bir milyonu Bingöl’ün Taş Üç beş köye böyle simgesel işletmeler kurulsa ne olur, geride binlercesi aç açık dururken diye sorulabilir. Böyle bir davranış, yalnızca yapılan işle sınırlı kalmaz. İnsanlarınıza, bakın ben sizi düşünüyorum, elimdeki olanakları son kuruşuna kadar sizin için harcıyorum düşüncesini ulaştırır. Halkınız size, yapacaklarınıza güvenir. Bunun yarattığı gizilgüç ülke kalkınmasına yeni bir ivme kazandırır. Bakın Brezilya, son beş yılda ülkedeki yoksulluğu yarı yarıya azaltarak büyük bir başarı kazandı. Biz son beş yılda yoksullar için ne yapabildik? ??? Ana muhalefet partisi liderinin de bindiği otomobil beş yüz bin değerindeymiş. İktidara seçenek oluşturması gereken muhalefet lideri iktidardakilerden farklı bir tutum içinde olduğunu nasıl gösterecek? Olanaklarını üretimde kullanarak. Halka, partisinin ürettiği, üretebildiği ürünler sunarak. Daha güzelini üretebileceğini gösteremeyen bir örgüte iktidar yolu açılabilir mi? Bahattin Gemici’den ‘Almanya Öyküleri’ HERTEN (Cumhuriyet) Çalışmalarını Almanya’da sürdüren Bahattin Gemici, öykülerini kitaplaştırdı. Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki “Türkçe Gönüllüleri”nin de kurucularından olan Bahattin Gemici’nin “Almanya Öyküleri” başlıklı bu kitabı “Exil Verlag” tarafından basıldı. Almanya’daki Türklerin birbirleriyle ve Almanlarla ilişkilerini, yabancı bir ülkede verdikleri yaşam mücadelesini konu edinen Gemici’nin kitabı için ünlü yazarımız Mahmut Makal da bir önsöz kaleme aldı. Makal, yazısında şu görüşlere yer verdi: “Gemici’nin anlatı ve öykülerini alıcı gözle okuduğumuzda, insanları, özellikle Almanları toplumsal ve ruhsal açıdan çok iyi incelediği ve tanıdığı sonucuna varıyoruz. Bu da bize Gemici’nin ayaklarının Türkiye’de ve Almanya’da toprağa bastığını, topraktan, toplumdan ve dolayısıyla insanlardan kopmadan kitaplara sarılarak kendisini beslediğini, bilgi ve kültür düzeyini iyice yükselttiğini göstermektedir. Böylece, dili kullanma başarısı da doruğa çıkmış... Anlatılarını okuyanlar ona övgümü az bile bulacaklardır.” 1954 yılında Ankara’da doğan Bahattin Gemici, Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Ilgaz ve Kurşunlu’da iki yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Almanca Bölümü’ne devam etti. 1976 yılında turist olarak geldiği Almanya’da önce çeşitli işlerde çalıştı, daha sonra da Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Herten kentinde öğretmenlik yapmaya başladı. Gemici, bu görevini 1977’den beri sürdürüyor. turgay?fisekci.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle