02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 6 HAZİRAN 2008 CUMA Cannes hiç bu kadar politik olmamıştı... Cannes’da bu yıl üç kıtadan, çoğu gerçek hikâyelere dayanan 22 film yarıştı. Kültürel sürtüşmeler, siyasetmafya ilişkisi, Che, sınıf çatışması... Kısacası bu, şimdiye kadar yapılan en politik Cannes’dı ve Nuri Bilge Ceylan “Üç Maymun” filmiyle “En İyi Yönetmen” ödülünü aldı. Vecdi SAYAR ünyanın en prestijli film festivalinde, Nuri Bilge Ceylan’ın kazandığı En İyi Yönetmen ödülü, sinemamızın son yıllarda giderek yükselen başarı çizgisinin yeni bir kanıtı oldu. Festivalin yarışmalı bölümüne bu yıl Amerika, Avrupa ve Asya kıtalarından 22 film seçilmişti. Sean Penn başkanlığındaki jürinin, “Üç Maymun” adlı son filmiyle Nuri Bilge Ceylan’ı En İyi Yönetmen ilan etmesi, beklentilerimizin nedensiz olmadığını gösteriyordu. “Üç Maymun”, Ceylan’ın ölçülü ve etkileyici anlatımı, oyuncu yönetimindeki başarısı ve sağladığı içerikbiçim uyumu ile festivalin en iyilerinden biriydi gerçekten de. Ödül bekliyorduk. On iki gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti, heyecan içinde... Sonuçta, hak edilen bir zaferle döndük Cannes’dan. İşte, festivaldeki izlenimlerimizden bir demet. Ödül töreninden sonraki davette, Nuri Bilge’yi, filmin oyuncuları Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal’ı jüri üyeleriyle tanıştırıyorum, Konuşabildiğimiz üyelerin hepsi de, filme ve oyunculara hayranlıklarını dile getiriyor. Sean Penn, “Festivalin en şiirsel filmiydi. Yönetmen ödülünün yanı sıra, bir de ‘En Şiirsel Film’ diye bir ödül vermeyi bile düşündük” derken, İsrail asıllı Amerikalı oyuncu Natalie Portman, Yavuz Bingöl’ün oyunculuğunu çok beğendiğini vurguluyor. Fransız basınının bir bölümünün olumsuz eleştirileriyle karşılanan “Üç Maymun”, diğer ülkelerin eleştirmenlerinin en beğendiği filmlerin başında geliyordu. Ta ki, festivalin son günü Fransız yönetmen Laurent Cantet’nin “Sınıf”ı (ya da diğer adıyla “Duvarların Arasında”) gösterilene dek… “Sınıf”, gerçekten de Büyük Ödül’ü hak ediyor. Filmi izledikten sonra, Altın Palmiye’nin en büyük favorisi olarak gördüğüm “Üç Maymun”un önüne geçeceğini tahmin etmiş; bu tahminimi arkadaşlarımla paylaşmıştım. Paris’te, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı 20. bölgede bir ortaokulda geçen, öğrencilerin başrolde olduğu film, yalnızca Fransız gençliğinin değil, tüm gençlerin sorunlarını ve dünyayı algılama biçimlerini konu alıyor. Dünyanın neresine gitse ilgiyle karşılanacağından kuşkum yok. Ama, film ithalcilerimiz, “Sınıf”ı fazla konuşkan buldular (umarım içlerinden cesur biri çıkar da filmi ülkemize getirir). Filmin tek bir profesyonel oyuncusu var; öğretmen rolünde François Begaudeau. Filmin kaynaklandığı “Duvarların Arasında” adlı romanın yazarı Begaudeau ve senaryoyu da yönetmenle birlikte kaleme almış. Filmin öyküsü son derece yalın ve gerçek. Okula yeni gelen öğretmenin içtenlikli, dürüst yaklaşımı, haylaz öğrencileri şaşırtıyor ilk önce. Ama sonra, onun da eğitmen olarak açıklarını yakalamakta gecikmiyorlar. Film süresince, gençlerin bakışının ne denli özgür, ne denli yaratıcı olduğunu görüyoruz. En hoşgörülü öğretmeni bile çaresiz bırakan… Irak’ı Yağmalama Konferansı 90 dolayında ülkenin bakanları sanki birbirinin kopyası olan konuşmalarında sürekli olarak Irak’taki olumlu gelişmeye işaret ettiler. Peki olumlu gelişmeyi sağlayan kim ? Tabii ki ABD. Oysa, Irak’ta yarattığı kaos ve yüzbinlerce kişinin ölümüne neden olması yüzünden ABD uluslararası planda itibar aşınmasına uğramaktaydı. Konferans ise işgale meşruiyet kazandırmış oldu. SVEÇ HÜKÜMETİ DE KAZANÇLI ÇIKTI İsveç, 1950’den itibaren, dünyanın vicdanı rolünü üstlenmişti. Özellikle Olof Palme dönemindeki barış ve arabuluculuk girişimlerinin izleri hala belleklerdedir. Ancak artık öyle değil. İsveç’te ABD ile yakınlaşan, NATO ile flört eden neoliberal bir hükümet var. Dışişleri Bakanı Carl Bildt zaten işgali başından beri savunmaktaydı. Dış politikada radikal değişime hazırlanan hükümete konferans elverişli bir manevra alanı sağladı. Hükümet böylelikle hümaniter bir girişimde bulunuyormuş görünümü yaratırken ABD işgalini de meşruiyet kazandırmış oldu. ep aynı taktik. Bir yeri işgal mi edecekler, yeraltı kaynaklarını mı sömürecekler, demokrasi ve insan hakları gibi kulağa hoş gelen, yürekleri ferahlatan bir slogan altında harekete geçerler. Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanını uydurup Irak’ın işgal edilmesi gibi. Şimdi de Irak’ın yeniden yapılanması için aynı masal anlatılıyor. Önce yıktılar şimdi yeniden yapacaklar. Bu arada Irak’ı iliklerine kadar sömürecekler. Irak’ı Yeniden yapılandırma konferansları böyle başladı. İlki 2006’da Mısır’da yapılmıştı. Konferanslar BM ve Irak Hükümeti’nin işbirliği ile hazırlanıyor. Aslında perde arkasında ABD var. H İ ABD YÖNLENDİRİYOR Fransız yönetmen Laurent Cantet, “Sınıf” filminin oyuncularıyla... Sean Penn ve Nuri Bilge Ceylan... D le bakma olanağını elde ediyorsunuz. Basın toplantısında, filmin hazırlık çalışmalarının bir yıl sürdüğünü, seçtikleri okulda bir dönem süren atölye çalışması yaptıklarını, bu çalışmalara katılan yaklaşık 50 öğrenciden 24’ünün filmde oynamasına karar verdiklerini anlatıyor. Olağanüstü doğal bir oyunculuk sergileyen bu 24 gencin, ödül gecesi yaşadıkları heyecan görülmeye değerdi. Cannes tarihinde ilk kez böylesine kalabalık bir oyuncu kadrosu çıkıyordu sahneye ‘Altın Palmiye’yi almaya. Tabii Cantet ve Begaudeau ile birlikte... Ünlü Fransız eleştirmen Henri Behar, ödülü nasıl kutlayacaksınız diye sorduğunda, Cantet “Otobüsümüz birkaç saat sonra kalkıyor ama herhalde biraz pazarlık yapacağız” diyordu, gençlerin tezahüratı arasında. Tabii ki, “Sinemaya devam mı” sorusu da geldi. Hepsi “Eveeet” diye bağırdılar coşkuyla… Ödül gecesi verilen davette, güzel bir sürprizle karşılaştık. “Sınıf”ın 24 öğrencisinden biri, Türkçe konuşmaya başlamaz mı bizimle… Burak Özyıl Eastwood’a 61. Festival Özel Ödülü verdi… Amerikan sinemasının kazandığı diğer ödül de, Steven Soderbergh’in dört buçuk saatlik “Che”sinde başrolü üstlenen Portoriko asıllı oyuncu Benicio Del Toro’ya verilen En İyi Erkek Oyuncu Ödülü. Gerçekten de, şaşırtıcı bir benzerlik yakalamış Del Toro. Ama film, bilinen gerçekleri kronolojik biçimde sergilemekten öteye gidemiyor. Bu nedenle, Soderbergh’in iyi niyetli çabasını da onurlandıran güzel bir formüldü, Del Toro’nun ödüllendirilmesi. Bu yıl, festivalin seçicileri Latin Amerika sinemalarına özel bir ilgi göstermişti, Brezilya ve Arjantin’den ikişer filmi yarışmaya alarak. Bunlar arasında, Walter Salles ve Daniela Thomas’ın yönettiği Brezilya filmi “Linha De Passe” öne çıkıyordu. Nitekim, jüri de bu filmin oyuncusu Sandra Corveloni’ye En İyi Kadın Oyuncu ödülünü vererek, Latin sinemalarına bir jest yaptı. Aslında, Arjantin filmi “Leonera”nın oyun anlatımı var Sorrentino’nun. Nice mahkemeden ceza almadan sıyırmayı başaran bu “baba” politikacının öyküsü bize hiç de yabancı değil. Bizde böyle bir film çekilebilir miydi diye düşündüm; Allah korusun, hapislerde çürütürler adamı! Avrupa sinemasının ödüllendirilen bir başka yapımı da, Belçikalı Dardenne kardeşlerin “Lorna’nın Sessizliği”. Avrupa’nın ortak sorunu olan “kaçak göçmenler”i konu alan Dardenne kardeşler, “Vaat”, “Rosetta”, “Oğul”, “Çocuk” adlı filmlerinde ulaştıkları başarının biraz gerisinde kalıyor, iki kez Altın Palmiye aldıkları festivalden En İyi Senaryo ödülü ile ayrıldılar. Konferansların gündemini ve geleceğe yönelik stratejileri ABD belirliyor. 29 Mayıs tarihinde İsveç’in başkenti Stockholm’de toplanan konferansta her şey açık seçik belliydi. Amacın Irak’ı ziyafet sofrasına yatırmaktan başka bir şey olmadığını İsveç gazeteleri bile yazdı. Konferans sayesinde ABD uluslararası siyasal arenada işgale meşruiyet kazandırmakla kendi açısından önemli bir kazanım elde etti. Bu konferanstan karlı çıkanları sıralamak gerekirse başta ABD ve İsveç’i saymamız gerekiyor. BD İŞGALİ MEŞRUİYET KAZANDI ABDİsveç ilişkileri Vietnam savaşı sırasında bozulmuş Olof Palme’nin öldürülmesine kadar da dostane bir kulvara çekilememişti. Olof Palme’den sonra başbakanlık görevini üstlenen Ingvar Carlsson’un ilk yurt dışı seyahatini ABD’ye yapmasıyla buzlar çözülmüş ama kamuoyunda oluşmuş olan ABD karşıtlığı tortuları kaybolmamıştı. ABD dışişleri bakanları, Avrupa ülkelerini komşu kapısı gibi sık aralıklarla ziyaret etmelerine rağmen İsveç’e hep es geçerlerdi. Rice’den önceki bakan ziyareti taa 1992’de gerçekleşmişti. Irak konferansı iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesi için vesile oldu. Rice, İsveç Başbakanını makamında ziyaret etti ve ortak basın toplantısında Irak’ta gelişmenin çok olumlu yönde seyrettiği ifade edildi. İsveç basını işgalden söz ederken başbakan farklı üslubuyla kamuoyuna ABD işgalinin meşru olduğu mesajını verdi . Dahası konferansa katılan SIRA EKONOMİDE Kürtlerle öteden beri yakın ilişkide olması İsveç’e zaten Irak ile ilişkilerde avantaj sağlıyor. Konferans hamle için elverişli koşulları yarattı. Konferans biter bitmez, Iraklı yetkililer, büyük şirketlerin temsilcileriyle görüşme masasına oturdular. ABB, Volvo, Scania ve 20’ye yakın büyük şirketi yatırım için Irak’a davet edildi. Özellikle çatışma bölgesi dışında kalan Kuzey Irak’ın yatırımlar için elverişli olduğunun Iraklı yöneticilerce ifade edilmesi dikkat çekiciydi. Sonbaharda Bağdat’ta büyükelçilik açmaya hazırlanan İsveç ziyafet sofrasından arslan payını alacak ülkelerden. Peki Türkiye ne yapıyor? Kuzey Irak’ta alacaklarını tahsil edemeyen Türk şirketlerinin iflasın eşiğine geldiğini ya da ülkeye geri dönmeye hazırlandıklarını okuyoruz gazetelerde. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bu konuda konuşmuyor. Irak’ın istikrara kavuşması, Türkiye’nin işine gelirmiş. Söylediği bundan ibaret. Her adımın ulusal çıkarlar doğrultusunda belirlenmiş bir stratejiye göre atıldığı uluslararası arenada Türkiye büyük oyunun sadece figüranı mı yoksa? osman.ikiz?tele2.se A GERÇEĞİN ACI TADI Bu yıl Cannes’da izlediğimiz filmlerin büyük bir bölümü kurmaca öyküler yerine gerçeklere dayalı öyküler anlatmayı seçmiş. Kimi filmde yoğun bir belgesel tadı yakalanırken, kimi kurmaca ile belgeseli buluşturmayı denemiş. Şu ana dek sözünü ettiğim tüm filmlerde bu yaklaşım egemen. İçlerinde en az politik duran “Üç Maymun” bile, bir aile trajedisi anlatırken, fondaki toplumsalsiyasal ortamı başarıyla betimliyor ve bu “yalnız ama güzel ülkenin” insanlarını köşeye sıkıştıran sistem tüm acımasızlığıyla yüzünü gösteriyor. Yarışmada yer alıp da, ödül listesine giremeyen on üç film arasında da, toplumsalsiyasal sorunlara değinenler var. Örneğin, hemen herkesin ödül alacağına kesin gözüyle baktığı (şahsen, ülkesine yönelttiği eleştiriyi samimi bulmadığım) İsrail filmi “Beşir’le Vals”. Canlandırmayı, belgesel ve kurmaca ile buluşturan, teknik açıdan çok başarılı bu filmin samimiyetini Sean Penn de sorgulamış olmalı. Aynı şey, “24 City” adlı Çin filmi için de geçerli. Batılı festivalcilerin (seyirciler demiyorum çünkü vizyon yapma ihtimali sıfırın altında) sempatiyle bakacağı varsayımı ile kotarıldığı anlaşılan bu “sistem eleştirisi” de tutmadı. Jüriye bir kez daha aferin… Arjantin toplumundaki sınıf çatışmasını anlatan Lucrecia Martel’in “Kafasız Kadın”ını seçtiği çapraşık anlatımın sonucu olsa gerek sevememiştim. Jüri de benim gibi düşünmüş olmalı. Açılışta gösterilen Brezilyalı yönetmen Fernando Mireilles’in “Körlük”ü, uyarlandığı romanın derinliğine inemeyen, bir bilimkurguaksiyon filmi duygusu taşıyan başarısız bir çalışma. Oysa, ‘körleşme’yi yaşayan tüm toplumlara çok şey anlatabilecek bir film olabilirdi. Ödül almamasına üzüldüğüm tek film, Atom Egoyan’ın “Tapınma”sı (Adoration) oldu. Kültürler arası çatışmayı, empati eksikliğini, başarılı bir ‘yapboz’ şeması içinde anlatan Egoyan, Kiliseler Birliği’nin verdiği ödülle yetindi bu yıl. Yarışmadaki diğer filmler, daha çok bireysel ve insani temalar üstüne odaklanmıştı. Aralarında, Desplechin’in “Bir Noel Masalı” ve FIPRESCI Ödülü kazanan Macar yönetmen Kornel Mundruczo’nun “Delta”sı gibi görece başarılı olanlar da vardı, Philippe Garrel’in “Şafağın Sınırı”, Charlie Kaufmann’ın ilk yönetmenlik denemesi “Synecdoche, New York”, James Gray’in “İki Sevgili”, Filipinli Mendoza’nın “Servis”, Singapurlu Eric Khoo’nun “Benim Büyüm” (My Magic) ve Wim Wenders’in “Palermo Shooting”i gibi festivale seçilmesine anlam veremediğimiz yapıtlar da… Hatice Aslan, Nuri Bilge Ceylan ve Yavuz Bingöl. maz, 15 yaşında; Samsunlu bir ailenin çocuğu. Paris’te doğmuş. O da diğer arkadaşları gibi çekimler sırasında sinemaya gönül vermiş (Bu arada, sınıfın en güzel kızını da yanından ayırmadığını ekleyelim!)… Ödül töreninin ardından yapılan basın toplantısında jüri üyeleri, Cantet’nin filmini öve öve bitiremediler. Sean Penn, oyunculukları “büyüleyici” olarak tanımlıyor; İranlı yazaryönetmen Marjane Satrapi, “Kültür ve eğitimin dünyadaki aptallıkları azaltma gücü olduğuna inanıyorum” derken, Fransız oyuncu Jeanne Balibar, “Belki de festivalin en vahşi filmi” diye nitelendiriyor. Doğrusu, Sean Penn’in filmi seveceğini düşünüyordum ama jürinin bu kadar cesur bir karar vereceğini tahmin etmiyordum. Palmiye başka bir filme gitse üzülürdüm ama bu ödüle sevindim. Üstelik “Üç Maymun”a verilen ödül de çok önemli, Nuri Bilge Ceylan’ın kariyeri açısından. Cannes’da “Uzak”la Jüri Büyük Ödülü (ki festivalin ikincilik ödülü sayılır) ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini, “İklimler”le de FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Ödülü) kazanan Ceylan’ın önünde Altın Palmiye hedefi var artık. Bu yıl, festivalde dört filmle yarışan Amerikan sineması fazla bir varlık gösteremedi. Clint Eastwood’un, “Değiştirme” (Changelink) adlı filmi iyi anlatılmış klasik bir sinema yapıtıydı. Sean Penn’in beğenisini kazanma şansının pek olmadığını düşünüyordum. Buna rağmen, kulislerde filme Altın Palmiye verilebileceği söylentisi dolaştı. Jüri, tahmin ettiğimiz gibi güzel bir formülle işi çözümledi, cusu Martina Gusman da çok iyiydi ve biz ödülü onun kazanacağını tahmin etmiştik ama Brezilya filmi tercih edilince, ödül de bu filmin oyuncusuna gitti. Avrupa sinemaları ise, 61. festivaldeki ödüllerin çoğunu topladı (Hele, Türk sinemasını da Avrupa sineması içinde sayarsanız, ödül kazanan Avrupa filmi sayısı altıyı buluyor). Fransız sineması, en son 1987 yılında Maurice Pialat’nın “Şeytanın Güneşi Altında” filmiyle kazandığı Altın Palmiye’ye bir kez daha kavuşurken, ikinci bir ödül de, Arnaud Desplechin’in “Bir Noel Masalı” filmindeki rolüyle Catherine Deneuve’e verilen (Clint Eastwood’la paylaştığı) 61. Festival Özel Ödülü oldu. İtalyan sinemasından yarışmaya seçilen iki filmin de ödül listesinde yer alması, bu yılki ödüllerin en büyük sürpriziydi bana kalırsa, Matteo Garrone’nın “Gomorra”sı festivalin ikincilik ödülü sayılan “Jüri Büyük Ödülü”nü alırken, üçüncü sıradaki “Jüri Ödülü” de Paolo Sorrentino’nun “Il Divo”sunun oldu. Anlattıkları ile neredeyse birbirini tamamlayan bu iki film, siyasal temalara sıcak bakacağından kimsenin kuşkusu olmayan Sean Penn’in ilgisini çekmiş olmalı. “Gomorra”, Güney İtalya’daki, “güç, para ve kan”dan oluşan değerler sistemini, yani mafya gerçeğini eleştiren bir film. “Il Divo” ise, siyasetmafya ilişkisini irdeliyor, eski başbakanlardan Giulio Andreotti’nin çalkantılı siyasi yaşamına yönelttiği kamerasıyla. Belgelere dayalı, polemikten kaçınmayan cesur bir TÜRKİYE’YE AYRIMCILIK Fransa: İlla halkoylaması Uğur HÜKÜM PARİS Fransız Ulusal Meclisi’nin gündemini işgal eden, AB’ye yeni katılacak ülkelere ilişkin anayasal reform tasarısı perşembe akşamı yapılan oylama sonucu 21’e karşı 48 oyla kabul edildi. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve iktidar partisi UMP (Halk Hareketi İçin Birlik) partisinin iradeleri doğrultusunda, adı konmadan doğrudan Türkiye’yi hedefleyen bu tasarıya göre, AB’ye aday olan bir ülkenin nüfusu, birliğin toplam nüfusunun yüzde 5’inin üstündeyse Fransa’nın bu üyeliği onaylaması için halkoylamasına gidilecek. Şu anda bu koşullarda olan Rusya, Türkiye ve kısmen Ukrayna var. Fransa’daki kamuoyu yoklamaları, halkın çoğunluğunun Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğuna işaret ediyor. ötesinde, “ikiyüzlü”, “utanç verici”, hatta “ırkçı” diye niteledi. Fransa’nın en önemli uluslararası siyaset uzmanlarından, gazeteciyazar Bernard Guetta, “Dış siyaseti iç siyasetin tutsağı etmek bir siyasetçinin yapabileceği hataların başında gelir. Örneğin, (eski Fransa Cumhurbaşkanı) Chirac’ın Türkiye korkusuyla anayasaya referandumu ekleme çabası, AB Anayasası’na ilişkin halkoylamasında ‘Hayır’ çıkmasını engelleyememişti” dedi. Fransa’nın böylece kendi çıkarlarına aykırı davrandığını vurgulayan Guetta, “Türkiye’nin üyeliğine karşı olmak hakkınız vardır. Ama Türkleri böyle tokatlayamazsınız. Üstelik Fransa’nın Türkiye’de sayısız kozu vardır, daha da olabilir. Her durumda Türkiye’nin AB’ye, daha doğrusu AB’nin Türkiye’ye girmesi aşaması, ancak Sarkozy’nin halefinin haleflerinin gündemine gelecektir. Yeter artık, yersiz bir biçimde kendi kendimize ateş etmekten vazgeçelim” diye konuştu. Anayasal değişiklik önergesi, önümüzdeki günlerde sağın çoğunlukta olduğu senatoda oylandıktan sonra 7 Temmuz’da Versailles Sarayı’nda milletvekilleri ve senatörlerin katılımıyla toplanacak parlamentoda onaylanıp yürürlüğe girecek. CANNES’ DA BİR TÜRK Farklı etnik kökenlerden, farklı kültürlerden gelen gençler arasındaki çatışmalara, kuşaklar arasındaki iletişimsizliğe değinen film, eğitim sisteminin küçük reformlarla yenilenmesinin olanaksız olduğunu, tam anlamıyla bir zihniyet değişikliği gerektiğini gösteriyor. Ama, bunu anlatırken didaktizmden öylesine uzak ki... Sanki, iki saatliğine bir okulun sınıfına konuk olmuş gibi hissediyorsunuz. Bir belgeselin inandırıcılığına sahip olan film, aynı zamanda kurmacanın tüm avantajlarını da kullanıyor. Kahramanları teker teker tanıyor, onların dünyasına giriyorsunuz. Ve, tabii dünyaya onların gözüy ‘SARKOZY İLE ÜYELİK MÜMKÜN DEĞİL’ AB Komisyonu üyeleri, birçok Avrupa ülkesi, Fransız solu, hatta bizzat iktidar partisi UMP içindeki bazı milletvekillerinden gelen tepkilere rağmen doğrudan Türkiye’yi hedef alan bu ayrımcı tasarıyı kabul etti. Çok sayıda milletvekili, Fransız basınına yaptıkları yorumlarda, atılan adımı yanlış bir siyasi davranış görmenin
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle