03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 HAZİRAN 2008 CUMA haberler AYDINLANMA EMRE KONGAR C 5 Tarihte hiçbir toplumsal olay, salt içinde yaşandığı tarihsel kesite bakılarak açıklanamaz 68’in siyasal ve sosyal kökeni Sönmez TARGAN Bu yıl 68 devrimci gençlik devinmesinin 40. yılı. Kırk yıl, toplum yaşamında değilse bile insan yaşamında büyük bir zaman dilimi. Bu süre içinde, 68 kalkışmasında yitirdiklerimizin yanı sıra birçok 68’li yoldaşımız da ya yılların verdiği ağırlıktan yitip gittiler ya da sayrılıklardan aramızdan ayrıldılar. Kalanlarımızın çoğunluğunun ise ya saçları ağardı ya da saçları dökülerek çoluk çocuğa karıştı, hatta torun sahibi oldu. Ama bunca zaman sonra 68’in coşku ve dinamizmi hâlâ yaşıyor olmalı ki 68’in 40. yılının yaşandığı bu yıl, başta medya olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşumuzun gündeminin başına gelip oturdu. Bugün, geriye dönüp bir baktığımızda, ülkemizde ve dünyada ne değişti ya da değişmedi de 68’lilik hâlâ canlılığını koruyor diye bir sorgulama yapmamız gerekmez mi? Böylesi bir sorgulamaya geçmeden gelin önce 68’i yaratan siyasal ve sosyal nedenlere bir göz atalım. Çünkü, tarihte hiçbir toplumsal olay, salt içinde yaşandığı tarihsel kesite bakılarak açıklanamaz. Onu yaratan nedenler tarihin derinliklerindedir. yükseliyordu. Yine Latin Amerika’daki diğer devrimci dalgalar, örneğin Brezilya’da Carlos Marigalla, Nikaragua’daki Sandinistler, Kolombiya’daki Tupa Maro gerilla eylemleri klasik Avrupa sol mücadele ve devrim anlayışına yeni ufuklar açıyordu. Öte yandan Afrika’da Angola, Asya’da Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta emperyalizme karşı kıyasıya bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı veriliyordu. Özetle 60’lı yıllar, tüm dünyada sosyalist rüzgârın kuvvetle estiği, kapitalistemperyalist dizgenin gerilediği yıllardı. Ve bu sol rüzgâr salt sömürgeyarı sömürge ğu’nun da başkanlığını yapmaktadır. Fransa’da başlayan ve siyasal içeriği bakımından eksiztansiyalist (varoluşçuluk) bir dünya görüşünden kaynaklanan bu öğrenci gençlik devinmesi, aslında, klasik Fransız komünist anlayış ve örgütlenmesine karşı bir tepkiyi de içerir. Başka bir anlatımla, yürürlükteki düzene (statüko) karşı bir başkaldırıdır ama içinde bulunduğu üretim ilişkilerinin tümünü değiştirmeyi amaçlayan sınıfsal bir temele dayanmadığı için –Avrupa’daki tüm 68 başkaldırıları için geçerlidir tamamıyla Marksist bir ideolojiden kaynaklandığı söylenemez. Çünkü, 68’de sosyalist ülkelerde de 60’lı yıllara topluca bir bakmamız gerekecek. İsterseniz biraz daha gerilere gidelim. Deniz Gezmiş’in savunmasında da vurguladığı gibi, Türkiye’de cumhuriyet tarihindeki ilk kırılma 14 Mayıs 1950 seçimlerinde yaşandı ve yine Gezmiş’in betimlemesiyle “Amerikan emperyalizmi Türkiye’de seçimlerle iktidara geldi.” Bu bakımdan, 1946’da çok partili döneme geçişi bir demokrasi olarak görüp sonuca varmak bizleri yanıltır. Aslında, 1946 olayı bir demokrasi olayından çok, Türkiye’nin yüzünün Batı kapitalizmine ve emperyalizmine kesin dönüşünün de bir zaferidir. Sanayisiyle, altyapısıyla ve özellikle içinde yaşadığı toprak düzeniyle gelişmemiş bir ülke olması nedeniyle, yüzünü çevirdiği bu dünya düzeninin özgür, eşit ve bağımsız bir üyesi olamayacağı ve giderek bağımsızlığını yitirerek yarı sömürge bir ülke konumuna düşeceği aşikârdı. Bunun ekonomik alandaki en önemli göstergesi 18 Ocak 1954’te çıkartılan “Yabancı Sermaye Kanunu” ise, askersel alandaki göstergesi Şubat 1952’de Türkiye’nin NATO’ya (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı) girmesidir. Siyasal alandaki göstergesiyse, salt emperyalizme yaranmak ve Batı’dan kredi koparmak için 1951’de gerçekleştirilen en kapsamlı TKP (Türkiye Komünist Partisi) tevkifatıdır ki bu yıllar aynı zamanda tüm gezegenimizde yaşanan Soğuk Savaş yıllarıdır. Ve Türkiye’de artık yıllar sürecek bir antikomünizm söylemi başlayacaktır. Özetle, Türkiye’de 50’li yıllar, dışa bağımlı çarpık bir düzenin yaşandığı ve iktidardaki Menderes (Demokrat Parti) iktidarının gelişen halk muhalefeti karşısında diktaya yönelen bir tutum içine girdiği yıllardır. 1960’a gelindiğinde iş çığırından çıktı. Muhalefetin en güçlü partisi CHP’nin açık hava toplantılarına saldırılar yoğunlaşırken, üniversitelerden de buna karşı tepkiler yükselmeye başladı. 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi’nde olaylı bir protesto gösterisi yaşandı. Durumun giderek bir kaosa doğru yuvarlandığını gören Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirdiği bir devirme ile yönetime el koydu. DP kapatılarak yöneticileri gözaltına alındı. İktidarı ele alan Milli Birlik Komitesi, 1960 Haziran’ı başında çıkartılan bir yasayla Kurucu Meclis’i oluşturarak yeni anayasa hazırlanması çalışmalarını başlattılar. ABTürkiye İlişkileri: Yeni Emperyalizmin Çifte Standardı geçerli olduğu belirtilmeye başlandı. Batı uygarlığının erişilemez ve taklit edilemez olduğunu öne süren faşist siyaset bilimci Samuel P. Huntington, “Uygarlıklar Çatışması” adlı kitabında açıkça “Kadın hakları emperyalist değerlerdir” diye yazdı. Hıristiyanlığa ve demokrasiye iyi, laikliğe kötü dedi. Böylece, demokrasi, laiklik ve insan hakları gibi kavramların içlerini boşalttı: Aynen son günlerde AB yetkilileri Barroso ’nun, Rehn’in ve Lagendijk’in yaptığı gibi. ??? ABTürkiye ilişkilerinde, biraz nesnel olabilen herkesi çıldırtan AB’nin çifte standart uygulaması, 1980’de Yunanistan’ın AB’ye katılmasıyla, yukarda açıkladığım yeni sömürgeci yaklaşım çerçevesinde biçimlendi: AB, Türkiye’nin Avrupa’nın çıkarlarına ve değerlerine bağımlı olmasını istiyor. Ama bunun eşitlik, adalet ve karşılıklı bağımlılık ilkeleri çerçevesinde değil, AB ile özel ilişkisi olan ikinci sınıf bir İslam ülkesi statüsünde gerçekleştirilmesini hedefliyor. Sonuç olarak AB, Türkiye’yi eşit ve adil biçimde muamele edeceği çağdaş bir ortak olarak değil, özel ilişki kuracağı ikinci sınıf bir İslam ülkesi gibi görüyor. Yoksa laikliği bir yana bırakıp, sabahın köründe evinden alınan gazetecileri görmezden, telekulak skandallarını duymazdan gelip, medyadaki dinci tekelleşmeyi ihmal ederek, türbanın kadın eşitliği ve özgürlüğü üzerindeki baskıcı işlevini reddederek, iktidarın beslediği dinci mahalle baskısını doğal kabul edip, AKP’nin “kendine demokrat, dayatmacı çoğunluk” maskaralığını destekler miydi? Ben Türkiye’nin AB ile ikinci sınıf, sömürge gibi bir ilişki kurmasından değil, eşit ve adil, çağdaş ve gerçek bir AB üyeliğinden yanayım. Ya siz? DÜNYADA 68 OLAYLARI 68’in dünyadaki gelişmelerine geçmeden önce 60’lı yılların dünyasında olup bitenlere kısaca bir göz atalım. 60’lı yıllara damgasını vuran en temel özellik, dünyanın, bir tarafta Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist dizge, diğer tarafta ise çekim merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) olduğu kapitalistemperyalist dizge olmak üzere iki kutuplu bir yapıdan oluşmasıydı. Her iki kutup arasında sürekli gerilimlere neden olan bir çatışma ortamı yaşanırken bilimsel ve teknolojik alanda da büyük bir yarışmaya tanık olunuyordu. Örneğin, insanlık ilk kez gezegenimizin dışına çıkıyor; Sovyetler Birliği 12 Nisan 1961 tarihinde, içinde Yuri Gagarin’in bulunduğu “Vostak 1” uzay aracıyla yerden 301 km yükseklikte bir insanlı uzay uçuşunu gerçekleştiriyordu. Sovyetler Birliği’nin bu başarısı sosyalist evrene büyük bir saygınlık kazandırırken dünyadaki sömürge halklarının da bağımsızlık ve sömürüye karşı savaşımları da daha bir hız kazanıyordu. Örneğin, 1959 yılında bağımsızlığını kazanan Küba’da Castro rejimi 60’lı yıllarda adasına daha yerleşirken bağımsızlık arayan halklara örnek olma konusunda adeta efsaneleşiyordu. Hareketin önderi Fidel Castro ile birlikte Che Guevara başta Latin Amerika olmak üzere Asya ve Afrika halklarının da ideolojik ve politik önderliği konumuna Sovyetler Birliği 1961’de içinde Yuri Gagarin’in bulunduğu “Vostak 1” uzay aracıyla insanlı uzay uçuşunu gerçekleştiriyordu. Küba’da Castro bağımsızlık arayan halklara örnek olma konusunda adeta efsaneleşiyordu. Türkiye’de Mehmet Ali Aybar’ın TİP’in başına gelmesiyle bu parti aydınların çekim merkezi oldu. 68 devrimci gençliğinin önder kadrolarının önemli bir bölümü TİP’in içindedir. Örneğin Deniz Gezmiş, TİP Üsküdar ilçesi üyesidir. ülkelerde de yaşanmıyordu. Kapitalist ülke halkları ve emekçi yığınları da kaçınılmaz olarak bu gelişmelerden etkileniyordu. Bu etkilenmelerin en büyük işaretleri önce Kıta Avrupası’nda Fransa, Almanya ve İtalya’da görünmeye başladı. İşte bu etkilenmenin tüm boyutlarıyla doruğa ulaştığı nokta 1968 olaylarıyla kendini tüm dünyaya duyurdu. 68 baharında Fransa’da öğrenci gençliğin başlattığı ve eğitimde köklü reformlar yapılması amacını taşıyan eylemler işçi kesimine de sıçrayınca olaylar siyasal bir krize dönüştü. Devlet Başkanı De Gaulle meclisi feshederek 23 Haziran’da seçimlere gitti, fakat daha bir üstünlük kazanarak yeniden iktidara geldi. Bu olayların Fransa’da yaşandığı yıllarda öne çıkan isimlerin başında Daniel CohnBendit gelir ki bugün Almanya’dan Avrupa Parlamentosu’na milletvekili seçilmiş olup Yeşiller Toplulu de statükoya karşı liberal çıkışlara tanık olunmuş; örneğin, Polonya ve Yugoslavya’da da benzeri çıkışlar yaşanmıştır. Hatta, Çekoslovakya’da rejimi tümden değiştirecek bir iktidar değişikliği olgusuna karşı Sovyet tankları bu ülkeye girerek iktidardaki Dubcek hükümetini yıkmıştır. 68’de solda yaşanan bu olgu, dünya komünist devinmeleri içinde hatta Türkiye’de bile bölünmelere neden olmuştur. Fakat, hemen belirtmek gerekirse, düzeni tümden değiştirecek ideolojik bir altyapıya sahip olmamakla birlikte, 68 gençlik devinmesinin Avrupa’da önemli sosyal dönüşümlere ebelik yaptığı da ayrı bir gerçektir TÜRKİYE’DE 68 Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 68’i anlayabilmek ve bunun siyasal ve toplumsal çözümlemesini yapabilmek için genel skiden emperyalizm, İslam ve Doğu ülkelerini uygarlık dışı gördüğünü saklamaz, onlara ikinci sınıf insanlar olarak baktığını açıkça belirtirdi. Edward Said, “Orientalism” adlı çalışmasında Batı’nın bu tavrını açıkça ortaya koyar ve eleştirir. Küreselleşme öncesindeki emperyalizmin en önemli araçlarından biri, eğitim ve eğitim için kurduğu misyoner okulu kaynaklı eğitim kurumlarıydı. Bu okullarda Batı uygarlığının temel değerleri olan eşitlik, adalet, laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar öğretilirdi. Zamanla, İslam ya da Doğu denilen dünyanın aydınları da bu kavramlara sahip çıkmaya başladı. Batı açısından işin daha da kötüsü, Batı’nın eşitlik, adalet, laiklik, demokrasi ve insan hakları gibi değerlerini benimseyen Doğulu aydınlar, bu kavramları Batı’nın emperyalist sömürüsüne karşı kullanmaya başladı. Bu akımın en başarılı örneği, Mustafa Kemal Atatürk ve Türk İstiklal Savaşı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Mustafa Kemal Atatürk, “Batı gibi olabilmek için, Batı emperyalizminin sömürgesi olmaktan kurtulunması gerektiğini” anlamış bir liderdi. Nitekim, Batılı emperyalist güçlere karşı kazandığı savaş sonrası, Türkiye’yi Batı Dünyası’nın saygın bir üyesi yapmayı başardı. Atatürk örneğinden sonra Batı emperyalizmi, artık kendi değerleri olan eşitlik, adalet, laiklik, demokrasi, insan hakları gibi kavramların kendi sömürüsüne karşı kullanılmasını önlemek için yeni bir yaklaşım geliştirdi: Doğu ve İslam toplumlarına, insan hakları, eşitlik, laiklik gibi değerlerin “emperyalist değerler” olduğu, benimsenmemeleri gerektiği, İslam toplumlarının kadını ikinci sınıf vatandaş gören, laik olmayan yerel değerlerinin tabii ki daha E ekongar?cumhuriyet.com.tr; www.kongar.org Türkiye’de en büyük işçi mitingi Türkiye’de ilk kez en yığınsal bir işçi mitingi, 350 bin işçinin katılımıyla 3 Aralık 1961’de Saraçhane’de gerçekleşiyordu. Bu anayasayla Türk toplumu legal ve yığınsal biçimde sola açılma olanağı da bulmuştu. Bu gelişmelere en tipik iki örnek olarak 13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yine içlerinde Sadun Aren, Doğan Avcıoğlu, Osman Nuri Torun gibi aydın ve akademisyenlerin 1962’de kurduğu Sosyalist Kültür Derneği’ni gösterebiliriz. Yine bu anayasanın sağladığı özgürlük ortamında bilimsel sosyalizmin tüm temel yazılı ürünleri Türkçeye kazandırılmış, o güne değin görülmemiş yoğunlukta kitlelerin sol dünya görüşleri ile tanışıklığı sağlanmıştır. Böylesine çağcıl, demokratik, insan hakları ile özgürlüklerine kapı açan bir anayasanın askersel bir devirmenin ürünü olması neyi değiştirir?.. Bir toplumsal ve tarihsel olguyu yaratan koşulların salt kaynağına mı bakacağız, yoksa sonuçlarına mı? Nitekim ileriki yıllarda, emperyalizmin Türkiye’deki işbirlikçisi siyasal iktidar tarafından bu anayasanın budanması girişimlerine karşı başında Mehmet Ali Aybar’ın bulunduğu TİP, anayasayı savunma kampanyaları açacaktır. 27 Mayıs’ı izleyen yıllarda, uzun baskı yıllarının etkisiyle kapanmaya başlamış toplum yaraları da yeniden kanamaya başlamıştır. Kitlelerde sınıf bilincinin uyanması, sömürülme gerçeğinin görülmesiyle suskun toplum yerini tepkili topluma bırakmaya başlamıştır.1964’te Kıbrıs’ta yaşanan olaylar ve bunun üzerine Türkiye’nin Kıbrıs’a askersel karışma girişimi nedeniyle, ABD Başkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihinde dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye ağır bir mektup yazması, aslında Türkiye’nin başına geçirilmiş ilk çuval olayı olmalı ki toplumda o güne değin görülmemiş bir toplumsal antiemperyalist bilincin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu bilinçle ayağa kalkan üniversite gençliğinin istemleri ile toplumun ekonomik, demokratik istemleri örtüşünce, 68’e giden yolların taşları daha o günlerden örülmeye başlanmıştır. Altmışlı yıllarda işçi kesiminde ve özellikle sendikal alanda önemli atılımların olduğunu görmekteyiz. Sendikal alanda ise 13 Şubat 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulmasıyla da sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı kök salmaya başlamıştır. 68’de, gelişmelerden en fazla etkilenen kesim, itiraf etmek gerekirse, bizde de öğrenci gençlik olmuştur. Üniversitedeki öğrenim koşullarının iyileştirilmesi, eğitimöğretim ve öğrenimin çağdaş ve bilimsel temellere oturtulması, parasız eğitimöğretimin yaygınlaştırılması ve özel okulların devletleştirilmesi istemiyle başlatılan boykot ve işgal eylemleri giderek siyasallaşarak toplumsal bir nitelik kazandı. Hava Kuvvetleri 97 yaşında Cumhurbaşkanı Gül, dünyanın ilk askeri havacılık teşkilatlarından olan Türk Hava Kuvvetleri’nin, TSK’nin en önemli unsurlarından biri olduğunu belirtti. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dünyanın ilk askeri havacılık teşkilatlarından olan Türk Hava Kuvvetleri’nin, yüksek disiplin anlayışı, donanımı, nitelikli personeli ve caydırıcı gücüyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en önemli unsurlarından biri olduğunu belirterek “Hava Kuvvetlerimiz, dinamik ve modern yapısıyla geçmişte olduğu gibi, gelecekte de sorumluluklarını kararlılıkla yerine getirecektir” dedi. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre Cumhurbaşkanı Gül, Türk Hava Kuvvetleri’nin kuruluş yıldönümü dolayısıyla Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu’na mesaj gönderdi. Bilim ve teknolojideki gelişmeleri izleyerek modern havacılığın tüm ilkelerini hayata geçiren Hava Kuvvetleri’nin, bugün imkân ve kabiliyetleriyle dünyanın sayılı hava güçlerinden biri olarak takdir topladığını vurgulayan Gül, “Atatürk’ün ‘İstikbal göklerdedir’ direktifi doğrultusunda ülke semalarını koruyan Hava Kuvvetlerimiz, üstlendiği görevleri üstün bir hizmet anlayışıyla eksiksiz yerine getirmektedir. Hava Kuvvetlerimiz, dünyada barışın ve istikrarın korunmasına yaptığı katkı ve uluslararası başarılarıyla da milletimizi gururlandırmakta, dünyada adından övgüyle söz ettirmektedir. Hava Kuvvetlerimiz, dinamik ve modern yapısıyla geçmişte olduğu gibi gelecekte de sorumluluklarını kararlılıkla yerine getirecektir” dedi. ‘BARIŞIN GÜVENCESİ’ TBMM Başkanı Köksal Toptan da, yayımladığı mesajda, TSK’nin ayrılmaz bir parçası ve savunma gücünün temel unsurlarından olan Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın, üstün görev bilinci, sahip olduğu teknolojik imkânlarla millete güven ve huzur verdiğini dile getirdi. Toptan, şunları kaydetti: “Cesur ve disiplinli mensupları, yüksek hareket yeteneği ve modern teknik donanımı ile TSK’nin caydırıcı rolünü pekiştiren Hava Kuvvetleri Komutanlığı, bulunduğumuz bölgede barışın ve istikrarın güvencesidir. Havacılık ve uzay alanındaki teknolojik yenilikleri yakından izleyen Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘İstikbal göklerdedir’ sözünün yol göstericiliğinde, sorumluluklarını kararlılıkla yerine getirmektedir. Terörle mücadele başta olmak üzere ülke savunmasında üstlendiği tüm görevleri başarıyla yerine getiren Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın varlığı, milletimizi gururlandırmaktadır.” osyolog Şerif Mardin, Saidi Nursi üzerine yazdığı, bilimselliği çok çok tartışmalı bir “araştırma metni”nin sahibidir. Gazeteci Ruşen Çakır’la yaptığı bir söyleşide “ortaya attığı” “Mahalle Baskısı” kavramı, a) AKP iktidarı altında yaşanılan sosyal ve siyasi düzenle ve b) AKP’ye karşı olanların duygu ve düşünceleriyle tam örtüşünce siyasi literatüre girdi. Mardin, bir yıl sonra yine Çakır’la yaptığı söyleşide “Mahalle Baskısı” kavramına açıklık getirmek için bu defa ekranların karşısına çıktı ve bu kavramın AKP’ye “karşı” kullanıma girmesinden ise “rahatsız’ olduğunu açıkladı! Anlaşılan, bu sonucu görseydi, o lafı etmezdi!? Mardin’in TV’deki açıklamasında tatmin edici bir şey bulmak zordu; ancak Mardin Cumhuriyet’in felsefi olarak “iyi, güzel, doğru” gibi insana “ruh” ve derin düşünce kazandıracak içerikten yoksun olduğu için, Cumhuriyet öğretmeninin “imam”a yenildiğini ileri sürdü. Bunlar henüz “eşelenmemiş” iddialardır! “Görüntüler” sanki “örtüşür” gibi durur, ama altından farklı görüntüler çıkar... “İmam” galip midir, “Öğretmen” yenilmiş midir... Bunlar salt AKP dönemindeki büyük “baskı”nın oluşturduğu ve ne kadarının kalıcı olduğunun henüz bilinmediği araştırma alanlarıdır. Ama günümüz Türkiye’sinde gerçekten de imamın öğretmeni yenmesi ve öğretmenin de imamlaştırılması için, öteden beri büyük kurumsal politik baskı söz konusudur... Bu, Mardin’in ileri sürdüğü gibi, Cumhuriyet’in “iyi, güzel, doğru” yaratamamasından mı kaynaklanıyor, yoksa Cumhuriyet’in son S CUMA YAZILARI ORHAN BURSALI raki sağcı yöneticilerinin “Genç Cumhuriyet”in içeriğiniruhunu boşaltmasından ve siyasi İslamı sürekli beslemesinden mi?.. ??? 1) Prof. Şerif Mardin’in “Mahalle Baskısı” kavramı, aslında yaşadığımız günlere cuk oturdu ve esas kullanım yerini buldu! Mardin, demek ki farkında olmadan günümüzü betimledi! Halkımızın pratik zekâsı, “Osmanlı Mahallesi”ne takılıp kalmadı, “güncel gözlem”le, kavramı, günümüz sosyolojiksiyasal yapısına oturttu! Bu hiç de bir “amaç dışı kullanım” değildir! “Osmanlı Mahallesi”nin gelişimini sosyologlar incelesin, bugünün köklerini oralarda arasınlar... Ama bugünün “Mahalle Baskısı” siyasalideolojik nitelikte bir kültür olarak, ülke çapında bir toplumsal ve siyasal “dönüştürücü” olarak “çalışıyor”! Siyasal İslamın ülke çapındaki “Büyük Mahalle”si toplumu daha yakından ilgilendiriyor. Devlet, AKP+Fethullah+çeşitli cemaatlerin dinsel karakterli mahallesine dönüştürülüyor. Bu örgütlü güç, tepeden “çalışarak” ve yerel AKP yönetimleri ve mahallelerinin de desteğiyle, “türbanlı, herkesin namaz kılıp oruç tutmak zorunda olduğu, haremlik selamlıklı, kızerkek arkadaşlıklarının fetvalarla ve ayrıca Mahalle ve Öğretmen eli sopalı sapık güruhların fiilen düzenledikleri”, özetle İslami toplumdevlet kurallarının dayatıldığı ve üstüne üstlük bütün düşüncelerin de 1.3 milyar İslamı bugün Batı’nın pazarıkölesi durumunda tutan kalıplara dökülmek istendiği, yeni bir “İslam Cumhuriyeti” kuruyor! Bugünkü durum, sosyoloji hocalarının “İmam öğretmeni yendi” naif tanımlamalarıyla açıklanacak, “Ne yapalım işte...” vurdumduymazlığıyla veya arka planda “saklı” bir “sevinç” ile geçiştirilecek “sosyolojik olgu” değildir... Konu daha çok üstyapısal siyasal bir durumdur ve “din ideolojisi”yle dış güçlerin büyük ölçüde dayatması söz konusudur... Mardin’i anlaşılan büyük “sosyolojik” kamplaşma ve siyasal ve ideolojik planda giderek büyüyen, yaklaşmakta olan büyük hesaplaşma hiç mi hiç ilgilendirmiyor. ??? 2) Sosyoloji Profesörü Şerif Mardin, zerre kadar tatmin edici olmayan ve yüzeysel bir tanımlama ile, Cumhuriyet’in toplum için “iyi, doğru, güzel” bir düşünce ve ruhu doyuracak bir felsefe yaratamadığını söylüyor, dinin imam’ın bugünkü siyasal yükselişini de dolayısıyla buna bağlıyor! Genç Cumhuriyet’in yarattığı “ruh”, toplum bilimleri sınıflamasına girmiyor mu? Sosyo lojinin araştıracağı bir “fenomen” değil midir? Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin yarattığı büyük coşkunun izlerini sürmek ve bunun özgün “sosyolojisini” araştırıp anlamak ve açıklamaya çalışmak yerine, öncelikle Almanya ve Avrupa’nın sosyolojik gelişmelerinin ürünü Kant’vari felsefeleri burada aramak ne kadar doğrudur? Kaldı ki Cumhuriyet’in 1970’lere kadar kuşakları, gerçek anlamda felsefe ile tanışan şanslı insanlarıydı! Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının, öğretmenlerin, mühendislerin, doktorların, kadın özgürlükçülerinin, bilimcilerin, sanatçıların.. öz varlıklarını, ulus, ülke, ulusal devlet yaratma ile bütünleştirmeleri, acaba nasıl bir “sosyolojik” ruhtu ve bu ruh başka hangi ülkelerde böylesine tezahür etti? 3) Bu ruhun “iyi, güzel, doğru” tanımlamaları içinde değerlendirilmemesi acaba hangi tür sosyoloji ve felsefi “bilimlerin” konusudur? 4) Bu “ruh”u kimler ve nasıl yendiler ve yok ettiler, yok etmeyi başardılar? 5) Bu “ruh” acaba gerçekten öldü mü? Yaşıyorsa nasıl ve nerelerdedir? 6) Bu ruh yoktuysa eğer, nasıl oldu da Türkiye Cumhuriyeti bugün 1.3 milyarlık İslam dünyasının en özgün; bilim, sanat, düşünce, spor, hatta politika, edebiyat vs. bakımlardan en gelişmiş, “çağdaş uygarlığa” en yakın ülke konumuna gelebilmiştir? 8) Acaba “bilim” üretimi, bilimsel düşünce, ülkeyi 60 yıldır yöneten sağcı yönetimlerce yaygınlaştırılabilseydi, bugün “imamın yengisi”nden bahsedilebilir miydi? 9) “İmam ruhu”nun egemenliği ile acaba Türkiye nerelerde olacaktır? obursali?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle