02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2C EVET/ HAYIR OKTAY AKBAL olaylar ve görüşler 6 HAZİRAN 2008 CUMA Kapatma Davası AB ve ABD aiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle, AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde açılan dava üzerine Avrupa Birliği (AB) kanadından yapılan baskıların arttığı açıktır. AKP’nin de bu baskıların yapılması için büyük çaba harcadığı bilinmektedir. AB adına konuşan Barroso, Olli Rehn ve Lagendijk’ın açıklamaları o derece ileriye gitti ki, onlar için “AKP’nin yabancı oyuncuları” deyimi kullanılmaya başlandı. Bu açıklamaları kısaca anımsayalım: Dışişleri Bakanı Babacan’ın aile dostu olarak bilinen Olli Rehn; “AKP’nin şeriat istemediğini sağır sultan bile biliyor”, “Normal bir Avrupa ülkesinde şiddete bulaşmamış veya ırkçılık veya terorizmi teşvik etmeyen partileri kapatma gibi bir âdetimiz yok” diyor. AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ise Türkiye için “demokratik laiklik” adını verdiği, kimsenin anlayamadığı bir kavram ortaya attı. Böylesi bir siyasi kavram Avrupa’da ciddi hiçbir anayasa ya da siyaset bilimi kitabında yoktur. Nedir “demokratik laiklik”? Belki kendisi de bilmiyor. Laiklik zaten demokratik bir süreçtir ve laiklik olmadan demokrasiden söz edilemez. Eğer Türkiye’de Cumhuriyetin temel ilkeleri ortaya konulurken laiklik ilkesi getirilmemiş olsaydı, zaten bugün Türkiye’de demokrasiden de söz edilemezdi. Barroso diyor ki; “Laiklik zorla dayatılmaz”. Pekiyi, Avrupa’da “laiklik” seçimle mi, referandumla geldi? Aslında laiklik zorla dayatılmadı mı? Avrupa’da papalar ile krallar, yani kilise ile devlet arasında siyasal gücü ele geçirmek için uzun ve kanlı din savaşları olmadı mı? Bunun sonunda Avrupa’da aydınlanma çağı başlamadı mı? Avrupa’nın hangi ülkesinde laiklik referandumla ya da demokratik seçimle kabul edildi. Lagendijk’a gelince, o artık kendisini Türk iç politikasına o derece kaptırdı ki, AKP’nin yandaşı, takım oyuncusu oldu. Ona göre, “Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı politik bir karardır”. O, “CHP’den utanç duymaktadır”, “AKP’nin laikliği tehdit ettiğini” düşünmemektedir. AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bir Çıkmazda Çırpınan İktidar... em adı “Adalet ve Kalkınma” hem de adalete karşı!.. Daha ilk gün, iktidar koltuğuna kurulur kurulmaz söylemişlerdi: “Biz yargıya güvenmiyoruz...” Pek çoğunun dosyaları vardı, değişik suçlamaları kapsayan... En başta, o günlerin belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili!.. Sonra ötekiler!.. Yargı önünde hesap vermek zorunda olan milletvekilleri o gün bugün dokunulmazlıklarını yargı önüne çıkmamak için türlü nedenlerle korudular. Adalete, yargıya, yürürlükteki yasalara, kendilerini yargılayacak olanlara güvenleri yoktu!.. Altı yıl geçti... Hâlâ ilgili milletvekillerinin dosyaları Meclis’in soruşturma komisyonunda beklemekte... ??? Derken Anayasa Mahkemesi Başsavcısı bir dava açtı. İktidar partisinin laiklik karşıtı davranışlarının anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek... Altı yıldır işbaşındaki partinin yapacağı şey, iddianamede yer alan suçlamaların yanlış olduğunu sağlam delillerle yanıtlamak değil miydi? Oysa tersini yaptılar, en önde AKP’nin sorumlu kişileri, ardından da basındaki, TV’deki yandaşları en ağır sözlerle başsavcıya sataşmaya kalkıştılar. Ortalık karıştı. Göz gözü görmez olmaya başladı. Akıl, sağduyu, ahlak, terbiye, anlayış bir yana itildi. “Yüzde kırk yedi oyla milleti biz temsil ediyoruz, en büyük biziz, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, üniversiteler bize vız gelir” anlayışı egemen olunca, ülke yönetilir olmaktan çıktı! Bilerek mi bilmeyerek mi, başta Başbakan, yanı sıra yardımcıları bir çeşit meydan savaşı başlattılar. Şimdi bir yanda anayasa cephesi, öte yanda anayasaya aldırmak istemeyen “Bizden büyük yok”cephesi... Kim üstün çıkar böyle bir kavgadan; elbet hukuka, sağduyuya, akla dayanan üstün çıkar. Çünkü gerçeklere ters düşmek, yenilginin tek yoludur. AKP de hukuk karşısında çılgınlar gibi bağırıp çağırmakla, başsavcıyı, ardından da devletin yüce organlarını saf dışı edemezdi, edemedi, edemeyecektir... ??? Bir hukuk savaşı yaşıyoruz 2008 yılında!.. Hem de yabancı akıl hocalarını da işe katarak!.. Hollandalısı, Finlisi, Portekizlisi derken şimdi de Avusturya Cumhurbaşkanı, İngiliz Dışişleri Bakanı da AKP’nin gönüllü destekçileri olunca iktidardakilerin gerçek yüzleri iyice ortaya çıkmış olmadı mı? Osmanlı’nın İngilizden, Fransızdan, Rustan yardım, nasihat, övgü, destek alarak saltanatını sürdürmeye çalıştığı günlere döndük! Hem de kendi isteğimizle, ulusal onurumuzu, Türklüğün güzel geçmişini unutarak... Danıştay, Yargıtay, üniversiteler, tüm demokratik kuruluşlar, sendikalar, tarihsel birikime dayanan Atatürk devrimleri AKP’ye karşıdır. Bu gerçeği görmezden gelerek direnen, göz önünde yaşanan bir trajediyi ucuz söylevlerle önlemeye kalkışanların içine yuvarlandığı karmaşada çırpındığını görmek acı vericidir... L Dr. Alev COŞKUN Bu AB sözcüleri öncelikle Avrupa ülkelerinde demokrasinin gelişmesi tarihine ciddiyetle bakmalıdırlar; 100 yıl süren din savaşlarını, 1789 Fransız İhtilali öncesini çok iyi okumalarını öneriyorum. AB görünürde, Türkiye’ye demokrasiyi önerirken onun “olmazsa olmaz” en önemli unsuru olan laikliği bir kenara itmiş olmuyor mu? ABD’ye gelince, 2002 yılında AKP’nin iktidara geliş sürecinde AKP’yi kesin destekleyen ABD yönetimi, bu son aşamada daha dikkatli bir yol izliyor. Washington’da açıklamalar yapan yetkililer, “hem demokrasinin hem de laikliğin gözetilmesi gerektiğini” belirterek bu iki kuruma eşit düzeyde önem veriyorlar. Bu tutumu ilk kez Dışişleri Bakanı Rice benimsedi ve TürkAmerikan Konseyi’nin geçen ay Washington’da yaptığı toplantıda, “Türk seçmeninin Türkiye’nin geleceğini belirlemesini, bunun da Türkiye’nin laik değerleri ve demokrasi ile uyum içinde gerçekleştirilmesini” istedi. Bu açıklamadan sonra The Washington Times, Bush yönetimini “daha sert bir çizgiye” davet ederek “Türkiye’nin rolü felce uğrayabilir” dedi. Ardından eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris, Wall Street Journal’da “Türk Mahkemeleri Halkın İradesine Saygı Duymalı” başlıklı makalesinde, “ABD’nin AKP’nin kaderine ilgisiz olduğu izlenimi vermesini miyobik bulduğunu belirtti”. (18 Mayıs 2005); eski Büyükelçi Morton Abromowitz de aynı paralelde açıklamalar yaparak Washington yönetiminin bu konuda aktif olmasını istedi. 2008) Bu konuda kuşkuya yer vermeyecek açıklamalar, ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson tarafından Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşide yapıldı. Wilson, kapatılması konusunda: “Güçlü, demokratik kurumlara sahip, laiklik ilkeleri ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir Türkiye ile çalışmak istiyoruz” değerlendirmesini yaptı. (10 Mayıs 2008) Bu açıklamalar ABD yönetiminin laiklik ilkesine sahip olmayan bir demokrasinin demokrasi olmayacağını artık gördüklerini, tersine bir dayatmanın Türkiye’de “istikrarı” altüst edeceğini anladıklarını göstermesi bakımından çok anlamlı ve önemlidir. ABD’nin bu tavrının AKP ve yandaşları tarafından hoş karşılanmadığı, tedirginlik yarattığı anlaşılıyor. Belki de, Başbakan Erdoğan’ın sinirliliği bu noktalardan kaynaklanıyor. Bu arada AKP’nin, bu konularla ilgili olarak Washington’da çalışan bir ekibinin olduğu da gün yüzüne çıktı. Gerek Zaman’daki yorumlar, gerekse Yenişafak’ta Fehmi Koru’nun yazıları bunun işaretlerini veriyor. Örneğin, Zaman’da Washington’dan yazan Ali H. Aslan yazısına, “ABD’nin çileden çıkaran Türkiye Politikası” başlığını koymuş. (19 Mayıs 2008) Aslan, ABD yönetimini eleştirmekle kalmıyor: “...artık Amerikan yönetimi Türkiye’de ölüm kalım mücadelesi veren bir hükümet varken, işlerin eskisi gibi yürüyecğini mi sanıyor?” diye tehdit ediyor. Ayrıca, Başkan Bush, “...İslam dünyasının en başarılı demokrasisinin köküne kibrit suyu dökmek gayretlerini çok daha ciddiye almalı” önerisinde bulunuyor. Yazıda, ABD politikasının, Türkiye’deki “tüm güç odaklarıyla arasını iyi tutmaya çalışmak” olduğu ancak bu yaklaşımla “kimseyi tatmin edemeyeceklerinden uzun vadeli hedeflerine ulaşamayacakları” belirtiliyor. Fehmi Koru da Yenişafak’ta daha önce hiç görülmedik ve alışılmadık bir biçimde ABD Başkanı Bush’a yükleniyor. (20 Mayıs 2008) Washington yönetiminin desteğini almak için ABD’de bu Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi lunan AKP ekibinin, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin kurmaylarıyla görüştüğü ve ABD’nin kapatılma davasında net bir tavır alması ve AKP’ye destek vermesinin istendiği belirtiliyor. Cumhuriyet’te Bahadır Selim Dilek’in önemli haberine göre; Dick Cheney’nin kurmayları, AKP’lilere “Radikal İslamcılara göz kırpan söylemlerden uzak durun, Türkiye’nin köklü kurumlarıyla çatışmayın, gerginlikleri azaltın” önerilerinde bulundu. (21 Mayıs 2008) Bu yanıtların AKP’de düş kırıklığı yarattığı anlaşılıyor. AKP’nin son seçimlerde yüzde 47’yi tutturmasından sonra, Türkiye’nin toplumsal yapısını bir kenara iterek uzlaşma zemini aramadan Gül’ü Çankaya Köşkü’ne çıkarması, yeni anayasa tasarısını uzlaşma kültürünü bir yana bırakarak ortaya atması, türbanın üniversitelerde serbest bırakılması girişimleri, Hamas ile yakın durma çabaları, ABD yönetimini; Ortadoğu’daki istikrarın simgesi olan Türkiye’nin toplumsal sarsıntılara neden olacağı düşüncesine götürdüğü ve daha geniş açılardan düşünce üretmeye başladığı anlaşılıyor. Sonbaharda Irak’tan daha ciddi boyutlarda çekilmeye başlayacak olan ABD’nin Ortadoğu’da boşluğun doldurulması yönünde laiklik ve hukukun üstünlüğü ilkelerine bağlı istikrarlı bir Türkiye’yi önemsediği anlaşılıyor. Bu mesajlar AKP’yi her düzeyde sinirliliğe itiyor. En yüksek yargı organı Yargıtay’ın Başkanlar Kurulu’nun yaptığı açıklamaya karşı, Adalet Bakanı’nın yatıştırıcı bir söylem yerine “Dam üstünde saksağan” deyişiyle karşı çıkması, Erdoğan’ın sinirliliği ve hükümet adına bu konuda Cemil Çiçek tarafından yapılan sert açıklamalar, AKP’nin duygularına egemen olamadığını ve “gerginlikleri azaltıcı bir yaklaşımı” tercih edemediklerini göstermektedir. AKP ve Başbakan; bu sinirlilikle, yüksek yargı organlarıyla, üniversitelerle, aydınlarla ve TSK ile çatışarak toplumda gerginlikler yaratarak, sağduyudan ayrılarak Türkiye’yi bir yere götüremeyeceklerini anlamalıdırlar. [email protected] İletişimin İntiharı STERSENİZ, “İletişim iletişimi nasıl öldürdü” diye de sorabilirsiniz. Gerçekten, herkesin herkesi şöyle ya da böyle dinlediği bir toplumda, herkes dinlenildiğini bildiği için, söylemek istediğini “dinlenilebilir, ama anlaşılamaz” biçimde, “yalancıktan” konuşmaya, yalan söylemeye başlamaz mı? Ya da, insanlar hiç konuşmamayı ya da telefonun ve telsizin icadından önce bireyler arasında nasıl iletişim kuruluyor idiyse onu tercih etmezler mi? Dolayısıyla, iletişim teknolojisindeki şaşırtıcı ilerleme, ister istemez, kendisini yararlanılamaz duruma sokmuş olmuyor mu? Demek ki, çok değerli bir teknolojiyi yararsızlaştıran beşeri kusurlar üzerinde biraz durmak ve oradan kalkıp doğru sonuçlara varmak gerekiyor. Yoksa, gerektiğinde binlerce ışık yılı uzaklıktaki âlemlerden görüntüler ve bilgiler aktarabilen, insanlığın düşüncesine inanılmaz ufuklar açan bir harikayı kendi bencil küçüklüklerimiz içine sokmuş olacağız. Aslında, şimdi telekulaklık amacıyla kullanılan alet edevat çok yeni de değil. Abajurlar içine konan “böcek”ler ya da duvar içlerine gömülen “duyarlı kulaklar” kaç yıldır havaalanlarında satılmakta, merak edenler bunları alıp küçük oyunlarını eskiden beri oynamaktaydılar. Gerçekten yeni olan, bunların teknik açıdan çok daha gelişmişlerinin devreye girmiş olması da değildir. Yenilik, teknolojik gelişmenin hukuk alanına getirdiği gereksiz yükte. Kişiyi, kişinin özel yaşamını korumak artık son derece zorlaşmış, bu koruma için yaptırım düşünmek neredeyse olanaksızlaşmıştır. O yönde ne düşünülürse düşünülsün, hepsinin anlamsızlaşması teknolojik açıdan kolaylaşmıştır. Daha da kötüsü, kamu düzeninin sağlanması ya da sürdürülmesi için sorumlu makamların elinde bulunması gereken cihazlar artık sorumsuz çevrelerin elinde kamu görevlilerinin işini zorlaştırmak için kullanılmaktadır. İnsanlık, böyle çıkmazlarla karşılaştıkça hep felsefeden, etik değerlerden, sık sık da dinlerden medet ummaya başlar. Ne var ki, bu muazzam teknolojik ilerlemeleri gerçekleştiren insanlık, aynı zamanda derin düşünceyi yüzeyselleştiren, yüksek değerleri ucuzlatan, dinsel inançları ikiyüzlü davranışların perdesi durumuna indiren bencilliklerden kendini arındırmayı beceremiyor. Hatta, küreselleşme diye diye yanıltıcı etiketlerle sunulan açgözlü köşe dönmecilikler ilerlemenin motoru olarak bile sunulabiliyor. Bu açıdan bakınca, iletişimi intihardan korumak ve daha doğru, daha hakça, kısacası daha insanca bir dünyanın yeniden hizmetine sokmak, yine de medyanın, yani insanların beyinlerine uzanan kitlesel iletişim araçlarının görevi olmuyor mu? H İ ABD DİKKATLE İZLİYOR ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Matt Bryza ise AKP’nin kapatılması konusunda görüşlerinin Dışişleri Bakanı Rice tarafından ifade edildiğini belirterek, “Biz ne AKP yanlısı ne AKP karşıtıyız, Türkiye’nin siyasal geleceğinin geleneksel laik değerleri ve demokrasiyle uyum içinde gerçekleşmesini umut etmekteyiz” dedi. (17 Mayıs HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN Telefon Dinleme ve Sorumluluk Anayasası’nda haberleşme özgürlüğü, temel hak ve özgürlük olarak düzenlenmiş ve anılan özgürlükte gizliliğin esas olduğu hüküm altına alınmıştır (m.17). Kişiler arasındaki konuşmaların kayda alınması, devleti korumak adına yapılsa bile kayıtların yargı makamları tarafından yasal kanıt olarak kabul edilemeyeceği Anayasa Mahkemesi’nin kararına da konu olmuştur. Yüksek Mahkeme, kanıtlama aracı olarak gizli ses kayıtlarının yetersizliği üzerinde durmuştur; oysa bu tür gizli kayıtlar, esasen anayasa hukukuyla yakından ilgili olmakla, düzenleme zorunluluğu bulunmaktadır. 1982 Anayasası da herkesin, haberleşme özgürlüğüne sahip olduğunu ve haberleşmenin gizliliğini düzenlemiştir (m.22/1). Haberleşme özgürlüğüne, kanunun açıkça gösterdiği hallerde hâkim kararıyla veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yasayla yetkili kılınmış merciin yazılı emriyle sınırlama getirilebilir (m.22/2). Kişiler arasında kamuya açık olmayan konuşmaların, tarafların bilgisi dışında dinleme araçlarıyla izlenmesi ya da kaydedilmesi, kamuya açıklanması veya kişinin katıldığı fakat özel olan söyleşilerin rıza dışı tespit edilerek kamuya duyurulması vb. davranışlarla kişilerin temel hak ve özgürlüklerine tecavüz edilmesi hallerinde hukuksal güvencelerin kullanılabileceğini Türk hukuk sistemi kabul etmektedir. Teknolojinin hızlı gelişimi ve bu bağlamda üretilen yüksek teknoloji ürünü aygıtların olumsuz kullanımına karşı özel yaşamın ve haberleşme özgürlüğünün gizliliğine dönük müdahale olasılığına karşı hak ve özgürlük ihlallerini önlemek için öncelikle Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışmalar yapılarak kararlar alınmıştır. Dinleme ve kayıt teknikleri gibi alanlardaki gelişmeler nedeniyle bireyin özel yaşamına saygılı olunması ve müdahalelere karşı korunması benimsendiği gibi iki ya da daha çok kişi arasındaki konuşmaların hukuka aykırı bir biçimde gizlice dinlenmesi, kayda alınması ve elde edilen bilgilerin açıklanmasına karşı gerek cezai ve gerekse hukuki sorumluluğun gerekeceği kararlaştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı’nın da katıldığı ve 2628 Mayıs 1970 tarihleri arasında yapılan 1961 Hamdi Yaver AKTAN Avrupa Adalet Bakanları 6. Konferansı’nda gizli dinlemeye karşı önlem alınması gerektiği vurgulandığı gibi milletlerarası işbirliğinden de söz edilmiştir. Diğer taraftan Urbino Üniversitesi tarafından 1012 Mart 1994 tarihleri arasında Avrupa Birliği’ne üye tüm ülkelerden temsilcilerin katılımıyla “Topluluk ülkelerinde telefon dinleme kuralları” hakkında uluslararası bir kongre düzenlenerek bir dizi karar alınmıştır: Öncelikle dinlemeler yasayla düzenlenmeli ve yargıç kararına bağlı olmalıdır. Güvenlik ve hukuki dinlemeler arasında net bir ayrım yapılmalı ve hukuki dinlemeler için azami güvenceler öngörülerek ve önleme dinlemelerinin kullanılabilir olması engellenmelidir. Hukuksal dinlemelerin nesnel sınırları çizilmeli, dinlenecek kişilerin kimliği kesin olarak belirlenmeli ve dinlemeye sadece zorunlu görülen hallerde ve ağır suçluluk göstergelerinde başvurulmadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de (AİHM) Klass davasında; Almanya’da gizli dinlemeyle ilgili yasal düzenleme bulunması nedeniyle Sözleşme’nin 8/2. maddesinde yer alan nedenlerle adli makam kararı veya emri ile haberleşme ve özel yaşama sınırlamalar getirilebileceğini benimsemiştir. İngiltere’de ise yasal düzenleme bulunmadığı için Malone davasında Sözleşme’nin 8/2. maddesinin ihlal edildiğine karar verilmiştir. Huvig ve Kruslin davalarında, Fransız hukukundaki kamu makamlarının takdir haklarının sınırlarının yeterli açıklıkta olmadığı için, dinlemenin demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı AİHM’ce belirtilmiştir. Dinleme ile ilgili kararlarına toplu olarak bakıldığında AİHM, orantılılık ilkesini göz önünde tuttuğu gibi yasayla öngörülme ve demokratik bir toplumda zorunluluk ve meşru amaçla başvurulma ölçütlerini aramaktadır. Nitekim 8 Nisan 2003 tarihli yeni bir kararında, müdahale, “yasaya uygun olarak” yapılmadığı, Sözleşme’nin 8. maddesinin 2. fıkrasındaki “meşru amaçlardan” birini takip etmediği ve bu amacı takiben “demokratik bir toplumda gerekli” görülmediği takdirde 8. maddenin ihlal edilmiş olacağına hükmetmiştir. 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu’nun 1.8.1999 tarihinde yürürlüğe girmesine kadar Türk hukukunda açık bir düzenleme bulunmadığı için mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemesi Usul Kanunu’nun (CMUK), mektup, telgraf vesair mersulelerin zaptına ilişkin 91 ve 92. maddeleri genişletici yorumla iletişimin denetlenmesinde de uygulanmaktaydı! Ne var ki anılan uygulama nedeniyle Ağaoğlu davasında Türkiye, AİHM’nin 6 Aralık 2005 tarih ve 27310/95 sayılı kararı ile Sözleşme’nin 8/2. maddesini ihlal ettiğinden dolayı mahkumiyet almıştır. AİHM, dinleme kararının verildiği 19 Eylül 1991 tarihinde Türkiye’nin ulusal hukukunda, iletişimin denetlenmesine ilişkin düzenleme bulunmadığını, CMUK’un 91 ve 92. maddelerinin de dinlemeye yeterli “kanunla öngörülme” koşulunu karşılamadığını gerekçesinde açıklamıştır. Normatif düzenleme 4422 sayılı Kanun’nun 2. maddesiyle yapılmış ve aynı yasanın 16. maddesiyle de dinlemeye elverişli suçlar sayılmıştır. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 135. maddesiyle dinlemeye konu olabilecek suçlar genişletilmiştir. Düzenlemeye göre kuvvetli şüphe’nin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi olanağının bulunmaması (CMK m.135/1) hallerinde katalog suçlarda dinleme yapılabilecektir. Her iki koşulun birlikte bulunmaması halinde yargıç kararına bağlı olarak dinleme yapılsa bile elde edilen kanıtlara ceza yargılamasında değer verilebilmesi olanaksızdır. Üçüncü şahısların yaptıkları dinlemelerin ceza yargılamasında değer ifade etmeyeceği ve kanıt yasakları kapsamında kalacağına kuşku bulunmamaktadır. Nitekim, kendine özgü bir dava olan parti kapatma davasında dahi Anayasa Mahkemesi, mahkeme kararına bağlı olmaksızın yapılan dinlemeyi değerlendirmeye esas almamıştır. Yasal dinleme yapılırken, katalog suçlar dışındaki suçlara ilişkin “kanıt” (?) elde edilmesi halinde değerlendirme yasağı ile karşılaşılmak zorunluluğu Yargıtay 8. Ceza Dairesi Üyesi vardır. Bu şekilde elde edilen “tesadüfi delillere” ceza yargılamasında değer verilemeyeceği Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun istikrarlı kararlarıyla çözüme kavuşmuştur. Bu tür kanıtlardan soruşturmada yol gösterici olarak da yararlanmak olanaksızdır; bunun kabulü, dinleme önleminin kötüye kullanımını da beraberinde getirir ve uygulama alanını genişletir ki bu yöntem, düzenlemelerin sınırlı bir biçimde uygulanacağını öngören kuralların etrafından dolanmak olur! Yasal olmayan dinlemelere karşın 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu yaptırımlar getirmektedir. Gerçekten de TCK’nin “Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına Karşı Suçlar” başlıklı Dokuzuncu Bölümü’nde 132 ile 140. maddeleri arasında özel hayata karşı suçlar ve cezalar düzenlenmiştir. “Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınmasına” ilişkin 133. maddede “Kişiler arasındaki aleni olmayan konuşmaları; taraflardan birinin rızası olmaksızın bir aletle dinleyen veya bunları bir ses alma cihazı ile kaydeden”lerin cezalandırılacağı öngörülmüştür. Aynı maddede ayrıca (m.133/3) “Bu konuşmaların basın ve yayın yoluyla yayımlanması halinde de aynı cezaya” hükmolunacağı düzenlenmiştir. Kişiler arasında yapılan konuşmaların aleni olmayan konuşma olarak kabulü için konuşmanın yapıldığı yerin öneminin bulunmadığı, sözgelimi iki kişi arasında parkta yapılan konuşmanın başkaları tarafından ancak özel bir çaba gösterilerek duyulabilecek olması halinde de aleni olmayan bir konuşmanın olacağı, keza bir evde, sınırlı sayıda kişiler arasında yapılan konuşmanın da aleni olmayan bir konuşma olacağı gerekçede açıklanmaktadır. Yasal olmayan bu tür dinlemelerin, cezai yaptırımının yanı sıra özel hukuk alanında da sorumluluk getirdiği yargı kararlarında benimsenmiştir. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin örnek oluşturacak bir kararında “gizlice ses ve görüntü kaydında şeref ve haysiyete tecavüz amacı güdülmemiş olsa da kişilik haklarına saldırının”, mevcudiyeti kabul edilmiş ve tazminatı gerektireceği hükme bağlanmıştır. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle