28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 TBMM’de halifelik ile Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı, Tevhidi Tedrisat Yasası’yla eğitim ve öğretim birliği sağlandı 3 Mart: Devrimin 3 önemli yasası Alev COŞKUN Mart 1924 laik Cumhuriyetin ve aydınlanma devrimlerinin temellerinin atıldığı en büyük tarihtir. Gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor ki, 3 Mart aslında, laik Türkiye’nin en büyük yıldönümüdür. Devrim Bayramı günü olarak kutlanması gerekir. C inceleme SÖZDEN YAZIYA GÜRAY ÖZ 7 MART 2008 CUMA Emperyalistin Reel Politiği vurma becerisi Türkiye’nin reel politiği ile karşılaştırıldığında somut gerçek ortaya çıkar: Gerçek, herkesin bildiği gibi, askeri harekâtın başından sonuna ABD ile bir mutabakata dayandığıdır. Başka türlü olması düşünülemez. Başka türlü düşünülemez, çünkü ABD Irak’ta işgalci üstün güçtür. Irak’ta siyasi, askeri başka bir otorite yoktur. Irak egemen bir devlet değildir. Son sözleri Irak’taki ABD işgal güçleri, Pentagon söyler. Pentagon’un aktif bir şekilde içinde bulunduğu ABD dış politikasını Başkan Bush dillendirir. Gerisi lafü güzaftır. ??? Peki, bölgemizde büyük bir güçle uzunca bir süredir, Sovyetler dağıldığından bu yana, politikaları tek başına çizen ve uygulayan ABD’nin reel politikalardan güç alan manevraları hep geçerli olacak, ABD hep kazanacak mı? Emperyalistler yukarıda söylendiği gibi bin yılın birikimine sahiptirler. Üstün silah gücü, krize girdiği zaman bile öteki ülkeleri depreme tutulmuş gibi sallayan ekonomileri ile gerçekten güçlüdürler. Stratejide, taktikte üstlerine yoktur. Ama aynı nedenlerle hiçbir halkın sevgisine, sempatisine de sahip olamıyorlar. Halklar onları sevmiyor. Strateji, taktik tamam da, sevgiyle sempatiyle çok yakın bir ilişkisi olan ideolojide fena halde çuvallıyorlar. Stratejiler ve taktikler zamana yenilirler. İyisiyle kötüsüyle, din de dahil, ideolojiler daha dayanıklıdırlar. Her ülkede emperyalistlerin onlara ideolojik destek sağlamaya gönüllü dostları, okumuş yazmış “muhipleri” vardır. Ama “reel politikten” realiteye, gerçeğe uzanan yola döşenmiş yalan taşlarının üstüne basa basa yürüyen bu “muhiplerin” de ideolojiyle alışverişleri dönemseldir. Bugün öyle, yarın böyle. Yurtseverler geçici aldanışlara ve “reel politiğe” fazla kulak asmazlar. “Gerçeğin” peşinden gitmek ve “hakikati” hep ufukta tutmak her zaman daha iyidir. guray.oz@cumhuriyet.com.tr 3 İSTANBUL’UN TUTUCU BASINI NEDEN? Cumhuriyet, hepimizin bildiği gibi 29 Ekim 1923’te ilan edildi. Ama Cumhuriyet ilan edildiği tarihte bu Cumhuriyetin nitelikleri ve karakteri henüz açık ve net olarak ortaya çıkmamıştı. Bu Cumhuriyetin nasıl bir nitelikte olacağını tam bilinemiyordu. Bu Cumhuriyet bir İslam Cumhuriyeti de olabilirdi. Adı Cumhuriyet olup da niteliği gerici olan bir model de olabilirdi. Aynı bugünkü Bangladeş İslam Cumhuriyeti ya da İran İslam Cumhuriyeti gibi... İşte 3 Mart’ta kabul edilen 3 önemli devrim yasası, yeni ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin karakter, nitelik ve yapısını ortaya koymuştur. Eğer 3 Mart 1924’te gerçek devrim niteliğindeki yasalar kabul edilmeseydi, 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet sadece biçimden öteye gidemezdi. Adeta adı var, içeriği yok, boş bir merasim Cumhuriyeti olurdu... 3 Mart 1924’te kabul edilen yasalar Atatürk Cumhuriyeti’ne, aydınlanma devrimlerine anlam ve içerik kazandırmıştır. 3 Mart 1924’te TBMM’de üç temel yasa kabul edildi, yasalaştı. Bunlar: 1. Halifeliği kaldıran yasa, 2. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nı kaldıran yasa, 3. Eğitim ve öğretimi birleştiren “Tevhidi Tedrisat” Yasası. Bu yasalar nitelikleri ve içerikleri yönünden her birisi büyük birer devrimdir. Bu üç yasanın kabul edilmesiyle Osmanlı Devleti’nin teokratik yapısı ortadan kaldırılmış, din devleti yıkılmış ve Cumhuriyetin laiklik ilkelerine dayalı temel yapısı kurulmuştur. Bu nedenle Atatürkçüler, çağdaşlaşmacılar, aydınlanma devrimlerine inananlar bu devrimin en önemli günü, devrim yasalarının 84. yıldönümü kutlu olsun... Bu girişten sonra, bu üç yasanın öncelikle altyapısını kısaca özetleyelim: Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılması ve Anadolu ihtilalini temsil eden TBMM ordularının 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e girmesinden sonra bir dizi önemli atılım yaşandı. Bu oluşumun dört önemli kademesi vardır. Cumhuriyetin ilan edilmesi altanatın kaldırılış tarihi 1 Kasım 1922 olduğuna göre, 29 Ekim 1923’te gerçekleştirilen Cumhuriyetin ilanı için bir yıl geçmiştir. Bu bir yıl içinde önemli gelişmeler oldu. Çok kısa kısa bunları belirtelim: İstanbul’un tutucu basını Atatürk’e karşı açık bir cephe aldı. TBMM’ye verilen bir yasa tasarısı ile “Türkiye’nin o günkü sınırları içinde doğmak ya da bir seçim bölgesinde sürekli oturmak” kuralları getirilerek Atatürk’ün milletvekili seçilmesi önlenmek istendi. 1 Nisan 1923’te yeni seçimlere gidildi. 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı, Atatürk’ün gücü pekişti. 11 Ağustos 1923, yeni Meclis çalışmalarına başladı. Ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 19 Mayıs 1919’dan itibaren, Amasya Bildirgesi, Erzurum ve Sıvas Kongreleri, TBMM’nin kuruluşu, saltanatın kaldırılışı, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunun kabul edilişi, aslında geniş anlamıyla Cumhuriyet yönetim sisteminden başka bir şey değildi. Bu nedenle, 29 Ekim 1923’de yapılan anayasa değişikliği, aslında var olan ama adı konmamış bir durumu açıklığa kovuşturuyordu. Yeni bir anayasa yapılmamış, anayasanın 1. maddesine eklenen “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti, Cumhuriyettir” cümlesiyle yetinilmiştir. Bu cümleyi ekleyen kanunun başlığı “Tavzihan tadil”dir (açıklık getiren değişiklik). Aslında, o güne kadar olan biteni ilan ediyordu. Nitekim TBMM Anayasa Komisyonu sözcüsü Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden “Yapılan iş mevcut siyasal modelin ilanından başka bir şey değildir” diyordu. Evet Cumhuriyet ilan edilmişti, ama halife yerindeydi ve bir ölçüde yarımda olsa din devleti olma durumu sürmekteydi. S 2. Saltanatın kaldırılışı: Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı başarıyla sonuçlanınca itibar kaybeden İstanbul’daki işbirlikçiler ve Saray, kendisine yeni yollar aramaya başladı. İtilaf devletleri hem Ankara, hem de İstanbul Hükümeti’ni Lozan Barış Konferansı’na aynı anda davet ettiler. Amaçları Ankaraİstanbul çelişkisinden yararlanmaktı. Sadrazam Tevfik Paşa, doğrudan TBMM’ye gönderdiği iletide (29 Ekim 1922) şunları söylüyordu: “İstanbul’a bir temsilci gönderin, birlikte görüşelim, birlikte hareket edelim.” İstanbul Hükümeti’nin bu istemi Ankara’ya ulaşınca, Ankara’da TBMM’deki devrimci milletvekilleri büyük tepki gösterdiler. Gerçi Rauf Orbay, Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi Anadolu’ya ilk geçenler isteksiz davransalar da, Meclis’in içindeki hava onları da durdurdu. Sonunda saltanat ve halifelik birbirinden ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Zaten “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın milli ve demokratik niteliği saltanat anlayışı ve kurumu ile çelişki halindeydi.” (Tanör, KurtuluşKuruluş, Cumhuriyet Kitapları, s. 187) Kurtuluş mücadelesi sürerken TBMM’nin karakteri ihtilalciydi. Aslında Ankara hükümeti, hem emperyalist dış güçlere, hem İstanbul’daki Saray ve hükümetine, hem de içerdeki isyancılara karşı üç cephede savaş vermişti. TBMM ihtilalci tutumunu sürdürdü ve 1 Kasım 1922 günü verdiği bir kararla “Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatının sona erdiğini” belirtti. Saltanat kaldırıldı. İstanbul’daki padişahlık tarihe karışmıştı. Hatta, bu tasarının ortak komisyonda görüşülmesi sırasında, Meclis’teki tutucular Saltanat’la Halifeliğin birbirinden ayrılmaması gerektiğini din bilgileri çerçevesinde savunmaya başlamışlardı. İşte tam bu sırada işlerin çıkmaza girmek üzere olduğunu anlayan Atatürk, Meclis Komisyonu’nda bir sıranın üzerine çıkarak şöyle konuştu: “Egemenlik ve saltanat hiç kimse ta rafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı... Türk ulusu egemenlik ile saltanatını, ayaklanarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Bahis konusu olan ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten olupbitmiş bir gerçeğin ifadesinden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi doğal görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek usulüne uygun biçimde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Bu konuşma üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “Affedersiniz, Efendim, biz meseleyi başka bir görüş açısından inceliyorduk. Açıklamalarınızdan aydınlandık. Mesele, ortak komisyonca çözümlenmiştir” dedi. Sonunda saltanat Meclis’in bir kararı ile kaldırıldı. Vahdettin bir İngiliz askeri torpidosuna binip kaçtı, Meclis tarafından Abdülmecit halife olarak seçildi. Bu konuda Prof. Tanör şunları yazıyor. “... Birinci TBMM bir ihtilal meclisiydi, ulusun egemenliğini mutlak kılma azmi ve kararlığı da mutlaktı... Dünyanın pek çok ülkesinde monarşilerin kanla ve ateşle yıkıldığı hesaba katılırsa, Türkiye’de izlenen yöntemin temelde barışçıl üslupta olduğu kabul edilebilir.” (Tanör, KurtuluşKuruluş s. 190) ANLAMI Saltanat ile hilafet ayrılmış oluyordu. Bu aslında din ve dünya işleri birbirinden ayrılıyordu anlamı da taşır. Çünkü dünya işlerinde artık ve sadece TBMM yönetimi söz sahibi oluyordu. Bu ilk ve önemli bir adımdı. Ama hilafet kurumu devlet sistemi içinde tutulduğu için tam laiklik gerçekleşmemişti. Saltanatın kaldırılması, kendisini Osmanlı tahtına bağlayanları güçsüzlük ve umutsuzluğa itti. Gelenekçiliğin, tutu ilişki vardır. Bir tür inkâr ve ayniyet ilişkisi. Hakikat ise bambaşkadır. Bir haftadır Türkiye’nin Meclis’te alınmış siyasi bir karara dayalı sınır ötesi askeri operasyonlarını tartışıyoruz. ABD’den izinli mi başladı? ABD “çık” dediği için mi çıkıldı? Herkes olayları değerlendirip konuşmaları, demeçleri, açıklamaları alt alta, üst üste koyup bir sonuca varıyor. Cumhurbaşkanı “Ben biliyordum” diyor. Genelkurmay Başkanı “Kendi kararımızdır, Zebari nereden öğrenmiş araştırmak lazım” diyor. Başbakan “Biz hiç kimseden izin almayız, bu böyle biline” diyor. Ama böyle bilinemiyor. Çünkü, reel politiğin gerçekle, yani realiteyle ilişkisi buna izin ve imkân vermiyor. ??? Türkiye’nin devlet ricalinin dillendirdikleri reel politik, ABD’nin güçten, yılların birikiminden destek alan reel politiği ile baş edemiyor. Üstün bir birikime sahip emperyalist, bir son dakika golüyle “Buraların efendisi benim ve benden habersiz kuş uçmaz” realitesini burnumuza dayayıveriyor. O zaman “Asker izinli mi girdi izinsiz mi, çık dediler de mi çıktık, kendimiz mi karar verdik” soruları anlamını yitiriyor. Türkiye’ye “anında istihbarat” vererek sınır ötesi harekât kapılarını açan ABD’nin Savunma Bakanı Gates “anında” öğrendiği çekilmeyi, “Yanlış anlaşılmasın, Türkler kendi başlarına buyrukturlar zehabına kapılınmasın” diyerek, ta Hindistan’dan demeci patlatıyor: “Çıkın artık!” Arkasından koşa koşa gelip Ankara’da yineliyor: “Çıkın!” Sonra Bush, “mümkün olan en kısa zamanda” kelimelerini ekleyerek konuşuyor: “Çıkın!” Bu üstün stratejik, taktik birikim, tecrübe, daha doğrusu ve Türkçesi hinlik emperyalistlere mahsustur. Ondan sonra siz “Biz zaten çıkacaktık” deseniz de sizin reel politiğiniz yenilmiştir. ??? ABD’nin bu politikaya damga “R eel politik” ile gerçek, yani “realite” arasında tuhaf bir 1. Lozan: Anadolu’da kurulan TBMM’nin bütün dünya tarafından kabul edilmesi, Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleşti. Lozan, bu nedenle Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası kabulünü gösteren temel belgedir, bir bakıma Lozan Antlaşması Cumhuriyet’in tapu senedidir. culuğun siyasal ve kurumsal makamı olan hilafet tarihe gömülmeden köklü dönüşümlerin önü açılamazdı. Saltanatın kaldırılmasıyla Atatürk önderliğindeki aydınlanmacılar, devrimciler, siyasal iktidar mücadelesinin ilk aşamasını kazanmış oluyorlardı. 29 EKİM 1923 3 MART 1924 umhuriyetin ilanından, Devrim Yasaları’nın ilanı olan 3 Mart 1924’e kadar dolu dolu dört ay, yani tam 125 gün geçti. İşte bu dört ay içinde her şey yeniden düşünüldü. 3 Mart 1924 bir dönüm noktasıdır. Türk toplumunun din devleti düzeninden Laik Cumhuriyet düzenine geçişinin tarihidir. Bu yazı dizisinin başında da belirtildiği gibi 3 Mart 1924’te TBMM’de birbiri ardından 5 saat içinde aşağıdaki konular: 1) Hilafetin kaldırılışı, 2) Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılışı, 3) Eğitimin Birleştirilmesi yasalaştı. Sorgusuz sualsiz atama Ayşe SAYIN ANKARA İktidarının ilk 5 yılında bütün kamu kuruluşlarında “eş dost, akraba” kadrolaşmasına giden AKP hükümeti, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in sakıncalı bulduğu bazı bürokratlara yönelik “vetosu”nu da Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla aştı. Gül, özellikle 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in vetosu nedeniyle “vekâleten” yürütülen görevlere jet hızıyla asaleten onay verdi. CHP Bursa Milletvekili Kemal Demirel’in soru önergesine, bakanlıklardan gelen yanıta göre, aralık ayı sonu itibarıyla 75 üst düzey bürokrat asaleten atandı. Gül’ün onay verdiği asalaten atamalar şöyle: Sağlık Bakanlığı: 59. hükümet döneminde görevini vekâleten yürüten 1 müsteşar, 1 teftiş kurulu başkanı, 1 şube müdürü, 1 başhemşire, 2 hastane müdürü, 1 hastane müdür yardımcısı olmak üzere 7 kişi, 60. hükümet döneminde asaleten atandı. Devlet Bakanlığı (Murat Başesgioğlu): Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay ve Genel Müdür Yardımcısı Yunus Akgül’e asaleten atama. Maliye Bakanlığı: Maliye Teftiş Kurulu Başkanı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürü, Gelir İdaresi Başkanı asaleten atandı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı: Hukuk Müşaviri, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı, Başkan Yardımcısı, SSK Genel Müdürü ve Hizmet Sunumu Genel Müdürlüğü Kurumsal Hizmetler Daire Başkanı asaleten atandı. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı: 1 müdür ve 1 müdür yardımcısı asaleten atandı. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı: Türkiye Taşkömürü İşletmeleri Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Özçelik ve MTA 1. Hukuk Müşaviri Gülşen Erdilek asaleten atandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı: Başmüfettiş Faruk Şahin. Devlet Bakanı Hayati Yazıcı: Yusuf Beyazıt asaleten Vakıflar Genel Müdürü olarak atandı. Milli Eğitim Bakanlığı: 4 genel müdür, 1 bağımsız daire başkan, 2 kurul üyesi, 3 il milli eğitim müdürü olmak üzere toplam 10 personel asaleten atandı. İçişleri Bakanlığı: Tokat, Tunceli, Düzce valiliklerine asaleten atama. Devlet Bakanlığı (Nazım Ekrem): Sermaye Piyasası Kurulu’nda 2 kurul başkan yardımcısı, 8 daire başkanı, 4 daire başkan yardımcısı asaleten atandı. Devlet Bakan lığı (Mehmet Şimşek): Hazine Müsteşarlığı’na 3 genel müdür asaleten atandı. Çevre ve Orman Bakanlığı: 1 Müsteşar Yardımcısı, Orman Genel Müdürü, DSİ Genel Müdür Yardımcısı ve Eskişehir 3. Bölge Müdürü asaleten atandı. Devlet Bakanlığı (Nimet Çubukçu): Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü, bu kuruma asaleten atandı. Devlet Bakanlığı (Mehmet Aydın): Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürü asaleten atandı. Adalet Bakanlığı: 1 müsteşar yardımcısı, 1 genel müdür ve genel müdür yardımcısı asaleten atandı. Dışişleri Bakanlığı: 5 müsteşar yardımcısı ve 1 genel müdür asaleten atandı. C 1. Hilafetin kaldırılışı Halifelik 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlı ailesinin eline geçmişti. Tarihsel ve bilimsel açıdan bakıldığında halifeliğin, dinsel ve siyasal nitelikleri olan bir makam olduğu ortaya çıkar. Hz. Muhammed sağlığında hem bir peygamber hem de yeni kurduğu devleti yöneten bir devlet başkanıydı. Peygamberin ölümüyle ileri gelen Arap büyükleri toplanarak başlarına Peygamber’in akrabası ve yakını Hz. Ebubekir’i seçtiler, yeni Peygamber Hz. Muhammed’in “halefi” (ardından geleni) oldu. Böylece İslam devletinin Peygamber’den sonra gelen başkanına “halife” denildi. İlk dört halife bir devlet başkanı gibi davrandılar. Bu dönemden sonra kurulan Emevi ve Abbasi Arap devletlerinde de halife, hükümdar gibiydi. Buna karşın otoritelerinin en güçlü olduğu dönemlerde bile halifeler tüm İslam dünyasında egemenlik kurmamışlardır. Halifelik aslında siyasal bir kurum olduğu için, özellikle “Şiiler” ve “Aleviler” halifeyi kabul etmemişlerdir. Zaten Şiilik de halifelik kurumuna gösterilen bir tepkinin ürünüdür. Çünkü onlara göre Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin halife olması gerekiyordu. Yavuz Sultan 1517’de Mısır’ı alınca orada bulunan “kutsal emanetleri” İstanbul’a getirdi. Osmanlı Saltanatı emanetleri koruma altına aldı, ama halifelik unvanını asla kullanmadılar. Osmanlı Devleti güçsüzleşince padişahlar “Halife” sanını kullanmaya başladılar. Örneğin Abdülhamit I. Dünya Savaşı sonrasında halife sıfatıyla “kutsal cihat” ilan etmişti. Ama ne kadar ilginçtir ki, Osmanlı vatandaşı olan Araplar, halifenin bu kutsal cihadına itibar etmedikleri gibi, Osmanlı’ya karşı savaşan İngilizlerin yanında yer alarak Halifeliğin hiçbir anlam ifade etmediğini somut olanak gösterdiler. Ancak Cumhuriyet ilan edilmesine karşın halifelik kurumunun yaşaması, toplumda tedirginlik yaratıyordu. Adeta devlet iki başlı bir durumdaydı. O dönemin süper gücü İngilizler, Türkiye’de halifeliğin sürdürülmesinden yana bir politika izliyorlardı. İleride halife satın alınır ya da elde edilir, böylece toplum içinde ikilik yaratılabilirdi. İngilizler Hint Müslümanlarından kimilerini yönlendirerek, “halifeliğin güçlendirilmesi” dileğini taşıyan bildirimlerde bulunmaya başladılar. İşte bu sırada Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında şöyle diyordu: “İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak, milletin dünyevi (dünya ile ilgili) ve uhrevi (ahiret ile ilgili) mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir. ” (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, S. 36) Zaten Mustafa Kemal, 1924 yılı başlarında Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği bir telgafta, “Halifeliğin din ve siyaset açısından hiçbir anlam ve hikmetinin bulunmadığını; Hilafet makamının en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan öte fazla bir önemi olmadığını” ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin safsatalarla (boş, temelsiz) varlığını, bağımsızlığını tehlikeye atamayacağını” belirtiyordu. Artık bu temelsiz binanın sökülüp atılmasının zamanı gelmişti ve 3 Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda, 431 sayılı “Hilafetin İlgası” (Halifeliğin Kaldırılması) yasası kabul edildi. Hilafet makamının kaldırılışının Anayasa Hukuku açısından önemi çok büyüktür: Birincisi: Ulusal devlet düzeninin temelleri atılıyordu. Böyle bir hukuk düzeninde hilafet gibi “ümmet” düşüncesine dayanan ve tüm Müslümanları yönetmek (İslam enternasyoneli) gibi bir kurum olamazdı. Büyük İslam birliği gibi gerçekleşmesi olanaksız olan bir düşünce terk ediliyor, ulus devlet yönünde çok önemli bir devrim gerçekleştiriliyordu. İkinci nokta: Devlet, dinsel ve dine dayalı siyasal öğelerden ve “halifelik” gibi kutsal bir kurumdan arındırılıyordu. (B. Tanör, OsmanlıTürk Anayasal Gelişmeleri, YKY, 2002, S. 287) Bir başka yasa ile Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın kaldırılması da önemliydi. Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Bakanlığı) kaldırılması ile laiklik ilkesinin son derece önemli bir temeli oluşturulmuş oluyordu. Bu bakanlık, Osmanlı Devleti’nde Kuran ayetlerine dayanan ve adına kısaca şeriat denilen din kurallarının uygulanmasına ilişkin son derece önemli bir makamdı. Toplum yaşamına yön veren kurallar şeriata dayalı din kuralları olduğu için dini hükümleri içeren yargılar, yani “fetva”lar bu bakanlıkça hazırlanıyordu. Şeriatın devlet ve toplum yaşamında son sözü söylemesi nedeniyle de Şeriye Bakanlığı adeta bütün bakanlıkların üzerinde bir onay ve otoriteye sahipti. Bu yasa ile aslında laiklik tanımlanmış ve işlerlik kazandırılmıştır. Yasa açık ve yalın olarak şöyle diyordu: “Topluma ait işlerle ilgili yasama ve yürütme yetkisi TBMM ile hükümetindir. Dine ait işlemlerden sorumlu kurum ise Diyanet İşleri Bakanlığı’dır.” Böylece devlete, topluma ait işlerle din işleri birbirinden ayrılıyordu. Ayrıca, günlük yaşama ait tüm işlemlerin şeriatın süzgecinden geçirilmesine de son veriliyordu. HAFTAYA: EĞİTİMDE BİRLİK VE BUGÜNE BAKIŞ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle