Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
14 Haldun Taner’in “Timsah”ı Haldun Taner, 27 Mayıs ihtilalinden sonra 147 üniversite öğretim üyesinin görevinden alınmasını eleştirmek için bir oyun yazdı. “Timsah” bir kez radyoda oynandı, sonra unutuldu. Babası da 147’lerden olan Selçuk Erez, Taner’in eşi Demet Taner’le oyunu yeniden gün yüzüne çıkardı. Esra AÇIKGÖZ En büyük hayali Avrupa’yı gezmek olan sıradan bir devlet memuru, İvan, kendisine kalan mirasla bu hayalini gerçekleştirmek için hazırlanır. Gitmeden ailesi ve dostuyla güzel birkaç gün geçirmenin derdindedir. İşte olaylar da bu planlardan biriyle, dünyanın en büyük timsahının sergilendiği hayvanat bahçesine yapılan geziyle başlar. Timsah, kazayla havuzuna düşen İvan’ı yutar, şimdi İvan’ı kurtarmaya çalışan tek kişi dostudur, oysa İvan bile eski sıradan yaşamı yerine, timsahın karnında, her sınıftan insanın kendisinden akıl aldığı yeni yaşamına alışmıştır, hatta mutludur... Buraya kadar anlatılanlar çoğu insana Dostoyevski’nin “Timsah” eserini hatırlatsa da, 27 Mayıs 1960 ihtilalini yaşayanların zihinlerine düşenler çok daha başka; Haldun Taner, 147’ler olayı, öğretim üyelerinin mücadelesi... “Bir timsahın bunlarla alakası ne diyenler” için yanıt, Selçuk Erez ve Demet Taner’in kitabı “Haldun Taner’in Timsahı”nda. Öncelikle, pek çok insan için unutulmuş bu olayı, sizin 147 Olayı’nı nasıl yaşadığınızı dinleyerek hatırlasak... Selçuk Erez: 1960’ta DP diktaya kaçan bir yönetim tarzına başladığında, ben de Adnan Menderes ve takımı aleyhi yürüyüşlere katılan, “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” gibi sloganlar atan çoğu üniversite öğrencisinden biriydim. O vakit devrimin diktaya gidişe son verdiğini düşündüğümüzden, bu hoşumuza gitti. Ancak kısa bir müddet sonra sabah telefon geldi, babamın bir arkadaşı radyoyu açmamızı istiyordu. Radyoda, askeri komitenin 147 öğretim üyesi ve yardımcısının üniversiteden attığı anHaldun Taner’in “Timsah” oyunu Demet Taner ve Selçuk Erez’in kitabıyla gün yüzüne çıktı. C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ ütün araştırmalar kamuoyu oluşturmada medyanın politikacılardan daha etkili olduğunu gösteriyor. Ama ne yazık ki asli görevi iktidarları denetleyip, kamuoyunu aydınlatmak olan medya çıkar yüzünden kamuoyunu yanıltıyor. Tabii ki bütün medyayı, bütün gazetecileri bir sepete koymak doğru değil. Araştırmacılara göre çok satışlı gazetelerle, reytingi yüksek TV kanalları reklam sevdası yüzünden medya ahlakı sınırlarını zorlamaktalar. Türkiye’nin bir başka sorunu ise köşe yazarı enflasyonu ile TV kanallarındaki sohbet programları. Ne kadar çok filozof, her derde deva ne kadar çok uzman varmış meğer memleketimizde. Kimsenin kendi söyledikleriyle ilgili ‘’Acaba’’ diye bir kaygısı yok. Tabii bunlar için kendileri gibi düşünmeyenler de tümü aptal. Irak operasyonuyla ilgili haber başlıklarını ve yorumları hatırlayın. PKK’nın kökünün kazınacağına, Barzani’nin bir daha sesini çıkaramayacağına inandırıldık. Köşe yazarlarıyla, TV kanallarında konuşan uzmanlar da ABD’nin son hesapta Kürtleri feda edip Türkiye’nin yanında yer aldığını anlattılar süslü laflar ederek. Finali anlatmaya gerek yok, biliyorsunuz. Gazeteciler her şeyi bilir havasında yazmayı çok severler. Sanki kolları her yere uzar. Kulaklarına önemli bilgiler fısıldanırmış havası verirler. Ama her nedense genellikle de hep olayların arkasından giderler. Alın bütün dünyayı sarsan ekonomik krizi. Kriz patlayacağının bütün işaretleri orta yerdeyken gazeteler kalkınma masalları yazmakla meşguldüler. Amerikalı ünlü ekonomi profesörü Paul Krugman birkaç hafta önce New York Times’de yazdı. Amerikan Federal Bankası’nin direktörü Ben Bernanke ‘’Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD borç vermek yerine niçin borç alıyor’’ diye üç yıl önce henüz bankanın başında değilken, ortaya attığı bir soruyla bugün yaşananların işaretini vermiş. Paul Krugman da son 30 yıldaki krizlerin hep aynı nedenlerden patlak verdiğini yazıyor: ‘’Meksika, Brezilya, Arjantin. Tekrar Meksika. Tayland, Endonezya. Tekrar Arjantin. Ve şimdi de ABD’’ diye giriyor makalesine. Makaleyi özetleyecek olursak, krizler hep aynı döngünün sonucu. Yabancı sermaye geliyor. Sonra kaçıyor. Kaçan paralar ABD’de toplanıyor. Toplanan bol para kredi olarak dağıtılıyor, geri gelmeyince de kriz patlıyor. Bu analizi yapan sadece Paul Krugman değil. Nobel ödüllü Joseph Stiglitz de yabancı sermaye ve aşırı borçlanmaların tehlikesine işaret edip duruyor öteden beri ama Türk liberalleri Stiglitz’i ‘’popülist solcu’’ diye damgaladılar. Oysa anlatılanlar krizin Türkiye’nin 7 MART 2008 CUMA Medya Tuzağı kapısını çalacağını ve epey bir sarsacağını gösteriyor. Reytingi yüksek TV kanallarıyla, çok satışlı gazeteler ise hala pembe tablo çizmekle meşgul. Gazetelere konacak frikikli fotoğraf seçmekten, ekonominin geleceğini analiz etmeye vakit bulamıyorlar. Anlaşılmayan borsa haberleriyle aklımızı karıştırıyorlar. Borsa deyince aklıma geldi. Bütün ülkeleri incelemiş değilim ama ekonomi küreselleştiğinden medyadaki ekonomi haberleri de mutlaka aynı telden çalıyordur. Ocak ve şubat aylarında şirketlerin geçmiş yılın son çeyreğiyle ilgili raporları açıklanır. Bu dönem borsa kurtlarının vurgun zamanıdır. Mart ise İsveç dev’i Scania’nın Alman dev’i VW ‘e satılması gibi örnekler yaşanmadığı takdirde sönük geçer. Her ne hikmetse kaç yıldır Şubat sonu ya da Mart başında büyük bir kriz patlaması gelenek oldu. Geçen yıl Çin çökertmişti borsayı, bu yıl ABD’deki kriz. Bush, durgunluğu açıklamak için Mart’ı bekledi. Pazartesi öğleden sonra da ekonomi bakanı tuz biber ekti. Mart sonuna doğru krizin kontrol edilebilecek hale getirildiği haberleri gelir herhalde. Bu arada perde arkasında ne mi oluyor? Ocak ve Şubat ayı boyunca cazip başlıklı haberlerle küçük tasarruf sahipleri borsaya yönlendirilir. ‘’Şu şirket kazandıracak’’, ‘’ Şu fon rekor kırdı’’, ‘’Şu şirketin hisseleri neredeyse yarı fiyatına gidiyor’’ gibi başlıklarla ‘’küçük balıklar’’ın tasarrufları borsaya pompalanır. Mart ayındaki panik sırasında ise bu küçük tasarruf sahiplerinin birçoğu ‘’Allah kahretsin’’ diye kaçar. Kaçanların sattıklarını büyük balıklar ucuza toplar; Nisan ve Mayıs’ta da ucuz kapattığı hisselerle önce temettü alır sonra da yüksek fiyattan satar. Bu büyük balıklar kimlerdir? Büyük finans kuruluşlarıdır, sigorta şirketleridir, Soros ve benzerleridir. Birçok gazete ve gazeteci de bu ‘’büyük balıklar’’ın medyadaki kolu gibi çalışır. Bunlar bilinmeyen şeyler değişl ama ne yazık ki hayatın hızlı temposunda insanlar gerçekleri görmekte zorlanıyor. Halkla ilişkiler uzmanlığı günümüzün en popüler mesleklerinden biri haline geldi. Nick Davies, Flat Earth News adlı kitabında İngiltere’de halkla ilişkiler uzmanlarının gazetecilerden daha fazla olduğunu yazıyor: ‘’Dünyada neler olduğu, tarihte ilk kez, bu derece çarpıtılarak, küresel olarak koordineli şekilde insanlar manipüle edilecek şekilde anlatılıyor. Ve medya da bu stratejilere alet oluyor. Onlara karşı durma, teşhir etme kudretinden yoksunlar.’’ Bunları düşünmek yerine televizyon dizileri karşısında uyuklamak daha kolay değil mi? B Selçuk Erez, öğretim üyesi babası ve annesiyle... latılıyordu. Bunlardan biri de babamdı. Sebep olarak, kimisinin homoseksüel, kimisinin komünist, kimisinin de ahlaksız olduğu ileri sürülüyordu. Her sabah saat 7’de uyanan, tıraş olan, kravatını takan bir adamın gidecek bir yeri olmaması yüzünden yaşadıklarını, çöküşünü izledim. Onu biraz da olsa rahatlatan 147’lerden birinin de Haldun Taner olmasıydı. “147’ler arasında Haldun Taner gibi adam varsa, bütün Türkiye bu ithamların doğru olmadığını anlar” derdi. Demet Taner: 27 Mayıs olduğunda ben de üniversitede öğrenciydim. Ben de DP karşıtıydım, o zamanki topluluklara, sokaktaki nümayişlere iştirak ettim. Hatta 27 Mayıs’tan sonra yapılan toplantılara katıldım. 147’ler Olayı’yla benim birebir ilişkim olmadı, ancak beni orada yaralayan, ilerici bir Anayasa yapmak için toplanmış heyetin içindeki öğre tim üyelerinin de 147’ler içinde olup, üniversiteden uzaklaştırılmalarıydı. Çelişkili bir durumdu. O zamanlar bir öğrenci olarak saygıdeğer hocalara yapılan haksızlık beni ilgilendirmişti. Olayla birebir ilişkim, Haldun Taner’i tanıdıktan sonra başladı. İMSAH YAZAN BİR BANT GÖRÜNCE... “Timsah”ın bugün kitap olarak karşımıza getirilmesini ne hazırladı? D. Taner: Selçuk Erez Haldun Taner’in dostuydu, ailecek görüşürdük, Haldun’un ölümünden sonra da dostluğumuz devam etti. Selçuk Erez bana Timsah’tan bahsetmişti, arşivlerini düzeltirken üzerinde “Timsah” yazan bir bant görünce arayıp müjdeyi verdim. Özetle, oyun Selçuk Erez’in önerisi ile gün ışığına çıktı, kitap haline getirildi. 48 yıl geçmesine rağmen T peşini bırakmadığınıza göre, bu olay sizi çok yaralamış... S.Erez: Haldun Taner Türkiye’nin kültür zenginliği açısından çok önemli, dünya çapında bir yazar, eğer Fransızca, Almanca ya da İngilizce yazmış olsaydı bugün dünyada herkesin tanıdığı biri olurdu. Bence onun yazdığı her şey toplanmalı, mektupları, sağda solda çıkmış yazıları... Bu oyunun ne teksti, ne de TRT’de bir bant kaydı vardı. Demet Hanım müjdeyi verince bandı aldık, Hollanda’da temizlettik, dinledik, yazdırdık. Demet Hanım’la birlikte çalışarak, Haldun Taner’in Dostoyevski’nin eserinin nerelerini aldığını analiz ettik. Haldun Taner, Timsah’ı nasıl oyun haline getirmişti? D. Taner: Haldun Taner, kendisinin de içinde bulunduğu bir olayda, olayın dışına çıkarak, mesafe katarak bakıyor, intikam peşinde koşmuyor, olayı mercek altına yatırıyor ve soyutlayarak evrenselleştiriyor. Tabii ki bütün eserlerinde olduğu gibi bunda da mizah, eleştiri, gözlem var. Oyunda anlatıldığı gibi, bir insanın timsah tarafından yutulması çok absürd, Taner o saçmayı sizin gözünüze sokuyor, çünkü aslında 147 üniversite üyesinin uzaklaştırılması da başlı başlına bir saçmalık. Timsah’ı sahnede görme şansımız olacak mı? D. Taner: Haldun Taner bunu bir kere radyofonik olarak kullandı, sonra öğretim üyeleri üniversiteye dönüp, oyun işlevini yerine getirince bir daha kullanmadı. İsteyen olursa, gayet tabii ki oynanabilir. S. Erez: Oyun sadece 147’lere yapılan haksızlığı vurgulamıyor. Her haksızlığa bir bakış. Haldun Bey, bunu zamanında sahne için tasarlamış, ancak dönemin şartlarında oynanamayınca 23 dakikalık radyo oyununa çevrilmiş. Ben kitabın son bölümünde oyunu, mümkün olduğunca Haldun Taner’in üslubuna dikkat ederek, sahnelenebilecek uzunluğa kavuşturdum. Zaten Haldun Taner’in oyununa kattığı renklilikler, bir gün oyunun sahnelenebileceğini düşündüğünü gösteriyor bence. D. Taner: Haldun Taner gibi yazar sorumluluğu olan bir yazar, yavan, basit bir şeyi bir kereliğine olsa bile yazmaz ve oynatmaz. O nedenle günışığına çıkarırken kaygılanmadım. 147’ler olayına dönersek, Selçuk Bey babanızın görevine dönmesi nasıl gerçekleşti? Döndükten sonra kırgınlığı geçti mi? Tekrar bir yasa çıkarıldı, hepsi görevlerine geri döndüler. Ancak kırıklığı bitmedi tabii ki. Çünkü kitapta da anlattığımız gibi, kimi genç öğretim üyeleri, biz işgal ettiğimiz odalardan çıkarız tabii ki, derken, kimileri buna karşı çıkıyor, dönmesinler diyorlar. Hocalar üniversiteden uzaklaştırıldığında, çok iyi ettiniz aferin yazısı yazan hocalardan bazıları, gelmeseydin daha iyiydi, tutumlarını sürdürdükleri için eskisi kadar mutlu olamadı. D. Taner: Haldun Taner’in bu olay üzerinde durması, bir oyun yazması kendi kişisel problemi değil bence, çünkü Haldun Taner zaten bir gazetede baş yazar, öyküleri olan tanınan biri, bir de bir üniversitede ders veriyor. Ama olayın vahameti, bir haksızlığın, hukuksuzluğun giderilmesi onu bu işi yapmaya sevk ediyor. S. Erez: 147 Olayı anlı şanlı üniversite öğretim üyelerinin sosyal ve siyasal mücadele tekniğini, tarzını hiç başlarına gelmediği için bilmediklerini gösterdi. Oysa Haldun Taner sosyal ve siyasal içerikli makaleler yazıyordu, mücadele etmeyi biliyordu. 147’lerin kurduğu Dernek’te başı çekti, onları yönlendirdi. Fotoğraf: Vedat ARIK osman.ikiz?tele2.se Başka eserler de var Kayıtları bulmak için Haldun Taner’in arşivinde dolaşıp yeniden geçmişe döndüğünüzde, neler yaşadınız? D. Taner: Her zaman ondan kalanların envanterini çıkarmaya çalıştım, ancak hala bile tamamlayabilmiş değilim, tek başıma uğraşıyorum, o kadar çok malzeme var ki... Her şeyin insan ruhu içinde belli bir rolü vardır, o yüzden de ondan kalan her şey çok önemli, ondan kalan her şeyi saklıyorum. Bir dönem Haldun Taner için müze kurulma düşüncesi vardı? Bir önceki Kadıköy Belediye başkanı böyle bir teklif getirdi, duyurusunu da yapmıştık, ancak seçimlerden sonra onun yerine başka bir başkan geldi. Yeni başkanla bunu konuştum, haberi olmadığını ilgileneceğini söyledi, ama hala bir ses çıkmadı. Gün yüzüne çıkacak başka eserler var mı? Çalıştığı pek çok şey vardı, eskizleri, basılmamış oyunları... Mesela, Huzur Çıkmazı, Zilli Zarife. Bütün bunların üzerinde çalışmak gerekiyor. Rüzgâr nükleerden ucuz Dünya Rüzgâr MERSİN Dünya Rüzgâr Enerjisi Birliği Başkan Enerjisi Birliği Yardımcısı Doç. Dr. Tanay Sıtkı Uyar, bir nükleer Başkan santralın maliyetinin 30 milyar dolar olacağına dikkat çekerek, “Rüzgâr santralları için 1 milyar do Yardımcısı Doç. Dr. lar yatırım yapılması halinde nükleer santralla aySıtkı Uyar, nı miktarda enerji üretebilir” dedi. Türkiye’de 2 bin Mersin’in Aydıncık ilçesinde yurttaşlarla bir megavatlık bir rüzgâr araya gelerek enerji türleri ve enerji üretimi hakenerjisi santralı kında bilgi veren Uyar, gelişmiş ülkelerin rüzgâr kurulması halinde enerjisine yöneldiklerini vurguladı. Türkiye’de 2 nükleer santrala bin megawatlık bir rüzgâr enerjisi santralı kurulması halinde nükleer santrala gerek kalmayacağıgerek nın altını çizen Uyar, “Bin megawatlık rüzgâr santkalmayacağını ralının maliyeti 1 milyar dolardır. Bin megawatlık söyledi. bir nükleer santralın ise sadece ilk yatırım maliyeti 5 milyar dolardır. Güvenlik altyapısı maliyetleri, lisans maliyetleri, işletme ve atık maliyeti de eklendiğinde bir nükleer santralın maliyeti 30 milyar dolara kadar çıkar” diye konuştu. Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulamaları ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ümit Erdem uluslararası lobilerin Türkiye’de rüzgâr ve güneş enerjisinin kullanılmasını engellediğini belirtti. Erdem, “Enerjide kayıp kaçak oranı yüzde 2 indirilse 5 bin megavatlık 3 nükleer santralın üreteceği kadar enerji tasarruf edilir” dedi. Abidin YAĞMUR Yürüyüş başladı... PEKİN (AA) Çin’in ilk uzay yürüyüşünü bu yılın ikinci yarısında gerçekleştireceği bildirildi. Şinhua haber ajansının resmi makamlardan alınan bilgiye dayanarak bildirdiğine göre, Şencou7 adlı uzay gemisi, yılın sonlarında ülkenin kuzeybatısındaki Gansu eyaletindeki Ciuçüen uydu fırlatma istasyonundan uzaya gönderilecek ve astronotlar uzayda ilk kez aracı terk edecek. Uzay aracından, astronotların faaliyetlerini görüntüleyen küçük bir denetleme uydusu da bırakılacak. Böylece Çin’in üç aşamalı uzay programının ikincisi başlamış olacak. Bu aşamada uzay yürüyüşü ve kapsülle uzay modülünün kenetlenmesinin yanı sıra yörüngeye insan bulunan, kısa süreli hizmet verecek tam donanımlı bir uzay laboratuvarı oturtulacak. Üçüncü aşamada ise Çin, kalıcı bir uzay istasyonu ve uzay mühendisliği sistemi kuracak. Astronotlar, uzun vadeli denemeler için Dünya ile uzay arasında seyahat edecek. Ressam Nuri Abaç’ı kaybettik ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’nin (BRHD) kurucu üyesi, Türk resim sanatının önemli isimlerinden ressam Nuri Abaç akşam yaşamını yitirdi. İstanbul’da, 1926 yılında dünyaya gelen sanatçı, 1944 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin Resim Bölümü’ne girdi. Bir yıl kadar Leopold Levy Atölyesi’nde çalıştı. İlk kişisel sergisini 1949’da Mersin’de açan sanatçı, 1960’ta Ankara’ya yerleşti. 1969 yılında BRHD’nin kuruluşunda yer aldı. Yurtiçinde 50’nin üzerinde kişisel sergi açan Abaç, birçoğu yurtdışında olmak üzere 120 kadar karma sergiye ve bienallere katıldı. Çeşitli yarışmalarda 10’un üzerinde ödülü olan sanatçıya, 1988’de de “Ellinci Sanat Yılı” ödülü verilmişti.