29 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 Çanakkale Savaşı da kadınımızın uyanışında dönüşüm sürecini bir ölçüde hızlandırdı C inceleme 21 MART 2008 CUMA Çanakkale’de Türk kadınının dirilişi avaşlar, yalnız bizde değil, bütün dünyada toplumları değiştiren derin etkiler yaratmışlardır. Avrupa’da yaşanan Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında erkekler askere gittikleri için toplum hizmetlerinde ve üretimde kadınlara daha çok gereksinme olmuştur. Bunun sonucunda kadın toplum yaşamında etkinleşmiştir. Çanakkale Savaşı da kadınımızın uyanışında dönüşüm sürecini bir ölçüde S hızlandırmıştır. “Diriliş Çanakkale 1915” yapıtının yazarı Turgut Özakman bu gerçeği kitabın önsözünde şöyle dile getiriyor: “Çanakkale cephe gerisiyle bir bütündür. Diriliş’i bir bütün olarak yansıtabilmek için cephe gerisine de yer verdim. Belli başlı olaylara, tartışmalara, etkisi günümüze kadar uzanan akımlara, toplumsal çekişmelere dokundum. Özellikle kadın hareketini yansıtma ya önem verdim. Türk kadın hareketi 19’uncu yüzyılda başlamış, gelişerek sürmüş, 19141918 arasında hızlanıp güçlenmiş, Cumhuriyet’le zafere ulaşmıştır.” Turgut Özakman haklı sayılabilir; bizde kadın seçme ve seçilme hakkını (İngiltere’den altı yıl sonra) 1934 yılında sağlamıştı ki bu tarihte Fransa ve İsviçre kadınlarına seçim sandığı yasaktı. ? Turgut Özakman, Diriliş’te Çanak kale’nin içe dönük yüzünü de olağanüstü kalemiyle anlatıyor; kadınların uyanışını roman diliyle vurguluyor... Biz, kitaptan bu sayfaları bir araya getirip okurlarımıza sunarsak, Çanakkale’nin kadın olsun, erkek olsun, toplumda nasıl büyük bir heyecan yarattığını hep birlikte algılayabiliriz diye düşündük... Kadınımızın peçesini açıp Sultanahmet Camisi’ne çıplak gözle bakamadığı dönem, bugün geride kalmış gibi gö rünüyor... Ama, Cumhuriyet Türkiyesi tesettürü daha aşamadı. Kadının özgürlüğü ve erkekle eşitliği, Atatürk devrimlerine karşın tümüyle gerçekleşebilmiş değil... Yine de diyoruz ki: “Dünü unutma!.. Bugünü iyi anlarsın...” Şimdi sözü Turgut Özakman’a bırakalım... İşte Diriliş’ten sayfalar... Hasan Fehmi’nin kadınlara bakışı Ç anakkale’nin sözlü tarihi hastanelerden evlere, dükkânlara, sokaklara, kahvelere, hastanelerin bulunduğu şehirlerden Anadolu’ya yayılıyordu. KADINLARIN özgürlük, eşitlik isteklerine karşı olan yazar Hasan Fehmi Bey’in, düşüne taşına yazdığı yazı bugün yayımlandı. Yazısının, ileri giden kadınları sonsuza kadar susturacağına güveniyordu. Çünkü basit, açık ve karşı çıkılamaz bir yazıydı. Hasan Fehmi Bey diyordu ki: “Ey hanımlar! Kadınerkek eşitliği hakkındaki yazılarınızı okuyor, çalışmalarınızı izliyorum. Boşuna bir çaba içindesiniz. Kadın erkekle eşit olamaz. Bunun birçok nedeni var. Ben sadece birinden söz edeceğim: Erkekler asker oluyor, askerlik yapıyor. Siz asker olmuyor, askere gitmiyorsunuz. Erkeklerin, yaptığı, kullandığı her şeyi istiyor musunuz? Öyleyse haydi askere! Nasıl öğretmenlik yapıyorsanız, buyrun, askerlik de yapınız. Beğendiğiniz Avrupa’da bile kadınlardan kurulu ordular yok. Çünkü erkekler otuz kiloluk tüfek, üç günlük yiyecek gibi ağır yük taşıyarak askerlik yapıyor, yürüyor, savaşıyor, bin türlü güçlüğe katlanıyor. Siz bu seviyeye yükselemez, bu işi başaramazsınız. Erkeklerin haklarına sahip olmak istiyorsanız askerlik yapmalısınız. Yoksa susunuz!” (82) Hasan Fehmi Bew y bu yazı çıkınca kadınların suspus olacaklarını tahmin etmektiydi. Tersi oldu. Kıyamet koptu.Evlerde, kadın işyerlerinde, derneklerde toplanıldı. Kadınlar kuzu sürüsü olmaktan çıkalı çok olmuştu. Bir kadın dergisi ertesi gün kapağına asker giysili bir kadın resmi koydu. Altında şöyle yazıyordu: “Vatan isterse kadın da asker olur.” Kadın Haklarını Koruma Derneği Başkanı Nuriye Ulviye Hanım bir demeç verdi: “Hasan Fehmi Bey, hangi devirdeyiz, hangi günde yaşıyoruz? Geçen yüzyılda değiliz. Hatta on yıl önceki zamanda da değiliz. Zaman akıyor, hayat değişiyor. Dünyadan gerçekten habersiz olduğunuz anlaşılıyor. Kadınlarımızın şu anda cephe gerisindeki hastanelerde, doktorlarımızla birlikte çalıştıklarını biliyor musunuz? Bunlar sizin yaşınızdaki fedakâr, hamiyetli hanımlar. Siz ne yapıyorsunuz İstanbul’da? Onlar yurtları, yurttaşları için çalışırken siz Boğaz’ı mı seyrediyorsunuz?” Kadıköylü Nimet Nazmi Hanım da gazetelere şu mektubu yolladı: “Bir bey ‘Kadın otuz kiloluk tüfeği, üç günlük yiyeceği taşıyamaz’ demiş. O beye sesleniyorum: Siz bir çocuğu sırtındaki torbada, bir çocuğu kucağında, bir çocuğu elinde kadın hiç görmediniz galiba. Erkekler kahvede iskambil oynarken, evine dağdan odun taşıyan kadınları da görmediğiniz anlaşılıyor. Ailenin sadece bir öküzü varsa, ikinci öküz yerine sabana koşulan kadınlardan da haberiniz yoktur. Bir kadının günlük iş yükünü taşıyabilecek kadar güçlü bir erkek var mı dünyada acaba? Sözünü ettiğiniz o tüfek, kadınlara tüy gibi gelir. Kadınlar sırtlarında evlerini, ailelerini, yurtlarını, dünyayı taşıyorlar. Susmak inceliğini gösteriniz!” Bu tepkiler sözde kalmadı. Kadınlar, bir gün içinde haberleşip örgütlendiler. Ertesi sabah askerlik şubelerinin önü doldu. Binlerce kadın sıraya girip askere alınmak için dilekçe verdi. Çoğu peçesini açmıştı. İçlerinden biri açıklama yaptı: “Bir bey askerlik yapmamızı istedi. Kabul ettik. İşte burdayız. Peçeyle askerlik olmaz. Onun için peçeleri de attık.” Bu konunun ardını bırakmayacaklardı. Sürekli anımsatacak, baskı yapacak, babalarını, eşlerini zorlayacaklardı. Sonunda, ‘askerlik yapmaya hazır olduklarını’ bildirdikleri telgrafı çöp sepetine atan, kadınların asker olmak için dilekçe vermelerine içerleyen Enver Paşa bile boyun eğecek, kadın taburları kurmak orunda kalacaktı. (83) 20. yüzyıl değişimler, dönüşümler yüzyılıydı. Donmuş anlayışlar saçaklardan sarkan buzlar gibi parça parça yere dökülüyor, eriyip gidiyorlardı. Mithat Şükrü’nün gerilimi Şİ HATİCE HANIM günlerdir “Beni Sultanahmet Meydanı’na götür, sana orada göstermek ve söylemek istediğim şeyler var” diyordu. Mithat Şükrü Bey eşinin bu isteğini bir türlü yerine getirmemişti. Hiç zamanı olmamıştı. Bu isteğin nedenini de öğrenmemişti. Sorduğu zaman eşi gülümsüyor ve susuyordu. Bugün zamanı vardı. Hava da açık ve ılıktı. Kahvaltıdan sonra eşine, “Ben hazırım’’ dedi. “Ben de hazır olurum.’’ Çarşafını giyiverdi. Kapalı arabayla Sultanahmet Meydanı’na geldiler. Araba meydanda durdu. Hatice Hanım peçesini kapatıp sıkıştırdı. Arabadan indiler. Dünyanın en önemli meydanlarından biriydi burası. Tarihin harman olduğu yerdi. Arabadan biraz uzaklaştılar. Mithat Şükrü Bey kaç kez gördüğü meydana tekrar hayranlıkla içinde baktı. Hatice Hanım, “Mithat Şükrü Bey..’’ dedi, “Ben Sultanahmet Camisi’ni, dikili taşları, Ayasofya Camisi’ni iyice görmek istiyorum. Peçenin arkasından her şey soluk, gölge gibi, belirsiz, yarım yamalak görünüyor. Peçemi açıp bakabilir miyim?’’ Mithat Şükrü Bey’in aklı başından gitti. Çevreden birçok sarıklı, fesli erkek geçmekteydi. Tanıyanlar saygıyla selam veriyorlardı. İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri Mithat Şükrü Beyefendi’nin eşi Hatice Hanım’ın yüzünü açıp da bir frenk kadını gibi çevreye baktığını görünce neler demezler, neler olmazdı! Yerinden zıpladı: “Aman, hayır, sakın!’’ Hatice Hanım gülümsedi: “Korkmayın korkmayın, açmam. Ama düşünün lütfen! Bir Müslüman Türk kadını çıplak gözle bu tarihi meydana bakamıyor, güzelim camilerini göremiyor, bir yalıda oturmuyorsa cennet Boğaz’ı seyredemiyor, eşsiz şehrini tanımıyor. Çünkü peçeli. Görmek için peçesini açsa kıyamet kopar. Din, namus, ırz, şeriat elden gidiyor diye çığlıklar atılır. Dünyanın güzelliklerini siz erkekler biliyorsunuz. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Frenkler, Moskoflar, trahomlular, şaşılar, miyoplar biliyor. Ama biz bilmiyoruz. Şu kahrolası peçenin arkasından ne kadar görünürse o kadar görebiliyoruz. Yarı kör gibiyiz. Bu peçe ile gözlerimize mil çekiyorsunuz. Karşıya geçmek için vapura binebiliriz ama açıkta oturup Boğaz’ı seyredemeyiz, Boğaz havası alamayız, yüzümüzü o güzelim rüzgâra veremeyiz. Alt katta, bizlere ayrılmış bir yere kapanmak zorundayız. Açıkta, eşimizle, babamızla, kardeşimizle birlikte oturamayız. Allah’ın emri mi bu? Hayır. Kendini Allah’ın yerine koyan, onun adına yeni yasaklar getiren yobazın emri. Peki iktidar olarak ne yapıyorsunuz? Nice sorunlar varken çarşaf eteğinin uzunluğunu tartışıyorsunuz. Bunları burada söylemek için arkadaşlarıma söz vermiştim. Sözümü tuttum. Savaştan korkmayan ama bir avuç yobazdan ödü kopan iktidarınıza sitemlerimizi arz ediyoruz.’’ Arabaya bindi. Mithat Şükrü Bey donup kalmıştı. İstanbul’a hayranlık içinde bakagelmişti hep. Eşinin bu güzellikleri göremediğini hiç düşünmemişti. Bundan hiç utanmamıştı. Bu zulmü bitirmek için hiçbir şey yapmamıştı. Hiçbiri yapmamıştı. Bencilliklerin içinde boğulup kalmışlardı. Başı önünde arabaya girdi. E İstanbul’un ikinci yüzü STANBUL’da hayat halk için gittikçe zorlaşmaktaydı. Fiyatlar katlanarak yükseliyordu. Darlık, kıtlık, karaborsa başlamıştı. Memura, emekliye aylığı, esnafa geliri yetmez olmuş, devlet memura aylığını yine her ay ödeyemez duruma düşmüştü. Savaş cana ve paraya doymuyordu. Büyük sorun, erkekleri askere alınmış ailelerin durumuydu. Kadınların açtığı bazı işyerleri birçok kadını ve çocuğunu aç kalmaktan kurtarmıştı ama sırada daha on binlerce kadın, yardım bekleyen on binlerce aile vardı. Orhan’la Dilber’in aileleri konuşmadan anlaşmışlardı. Orhan’a belli etmeden sofralarını basitleştirdiler. Bu tutumlu davranışla Orhan’ı iyi beslemeyi sürdürebileceklerdi. İstanbul’un bir de ikinci yüzü vardı: Pera Palas, Tokatlıyan, İngiliz Oteli gibi otellerin salonları, Maksim gibi gazinolar, Beyoğlu’ndaki müzikli cafeler, eğlence evleri yeni, görgüsüz ve hödük savaş ve iktidar zenginleri, yiyiciler ve bunların beslemeleriyle dolup taşıyordu. Şu sıra en eğlenceli, hovarda, cümbüşlü başkent İstanbul’du. İ Doğu Ekspresi her gün Sirkeci Garı’na Avrupa’dan şarkıcı, dansçı, çalgıcı olduklarını söyleyen güzel kızlar getiriyordu. Çoğu ince soyguncu, aptal erkek avcısı, bir bölümü de casustu. Bu yeni zenginlerin hanımları da bir başka âlemdi. Gösterişten kaçınma, dikkat çekmeme, ölçülülük gibi yüzyılların eseri birçok inceliği, giyimde kuşamda, konuşmada yaşamada çiğneyip geçmişlerdi. Birbirleriyle ve geçmişleriyle yarışıyorlardı. Zariflik sanarak janjanlı, desenli, püsküllü, atlas, kadife, tafta çarşaf giydiler, şıklık diye Viyana’dan parlak, çarpıcı renkte ayakkabılar getirttiler. Bu tür ayakkabıları hafifmeşrep kadınların giydiklerini bilmiyorlardı. Dindarların gözlerini boyamak için de evlerinde ara sıra Mevlit okutuyorlardı. Bunlar çok gösterişli oluyordu. Savaş, şehitler, yaralılar, kadınların sorunları, pahalılık, yoksulluk, devletin durumu bu hanımları hiç ilgilendirmiyor, rüküşlüğün, türediliğin, görgüsüzlüğün şaheserini yazıyor, kendilerine, savaşa ve iktidara tapıyorlardı. Utanmak diye bir duygu bilmiyorlardı. Hanımlara özgü edebiyat toplantısı B İRAZ SONRA İstanbul’da Şehzadebaşı’ndaki Millet Tiyatrosu’nda, Müdafaayı Milliye ve Kadınları Yüceltme Dernekleri’nin ortaklaşa düzenledikleri ‘yalnız hanımlara mahsus edebiyat müsameresi’ başlayacaktı. Davetiye ücretleri yüksek tutulmuştu. Günün geliri orduya verilecekti. Hanımlar kupa, lando, fayton gibi çeşitli arabalarla geliyor, tiyatronun kapısının önünde inip hızla içeri giriyorlardı. Bir hanımın tramvayla Beyazıt’a gelip buraya kadar yürümesi mümkün değildi. Daha ehlileşmemiş olan birçok erkek ya laf atıyor, ya sarkıntılık ediyordu. Birçok sanatta o kadar incelmiş olan imparatorluğun 450 yıllık başkenti, kadına saygı bakımından bu ilkel haldeydi. Hanımlar yerlerine yerleşip rahatlayınca peçelerini açıyorlardı. Peçeler gittikçe inceliyordu. Torba çarşaf denilen hantal, bol, zevksiz çarşaf; yerini İstanbul hanımlarının zevkini yansıtan pelerinli, zarif çarşaflara bırakmıştı. Düz potinlerin yerini, ince topuklu iskarpinler alıyordu.Salon lavanta ve parfüm kokuyordu. Yüksek sesle konuşan, gülen yoktu. Kapılar kapandı. Müsamere tam saat 13.00’te başladı. Müzik bölümü kısa sürdü. Sahneye konuşmacılar için kürsü taşındı. Salonda heyecan rüzgârı esti. Bu bölüm için buradaydılar. Kürsüye Halide Edip Hanım geldi. Çok alkışlandı. Uyanan, üreten, hayata bir anlam katan, bir işi olan, toplum ve yurdu için çalışan kadını temsil ediyordu. Çanakkale’den söz etti. Çanakkale deyince zaten herkesin içi titriyordu. Hanımları duygulandırdı, ağlattı, coşturdu.Halide Hanım’ı, şair Mehmet Emin (Yurdakul) Bey izledi. Şiirleriyle, uyumuş, uyutulmuş Türklüğü uyandırmıştı. Yurtsever Türkler Mehmet Emin Bey’i kutsal bir kişi gibi görüyorlardı. Ayakta karşıladılar, alkışa boğdular. Mehmet Emin Bey birçok şiir okudu. Yine ayakta alkışlanarak, derin bir saygıyla uğurlandı. Nezihe Muhiddin Hanım yanındaki genç kıza fısıldadı: “Biz bu şairin şiirleriyle uyandık, kimliğimizi bulduk. Şiir bu kadar etkili olur mu? Olur. Tam zamanında söylenmişse, bir tek dize bile yeter. Belleksiz bir insanın belleğine kavuşması, kimsesiz bir çocuğun ailesini bulması gibi bir şeydi bu. Türk olduğumuzu anladık.’’ Kürsüye son olarak Türk Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey geldi. Şık ve kibardı. Güzel, akıcı konuşuyordu. Türk dünyasını, Türklerde kadının yerini, kadına verilen önemi, gösterilen saygıyı anlattı. Kadınların minnetini kazandı. Son olarak Ordu Sinema Dairesi’nin Çanakkale’de çektiği filmler gösterildi. Mehmetçikler göründükçe alkışlar yükseliyordu. Devletin yoksulluğunu belli etmemek için üstü başı düzgün askerlerin çekimi yapılmıştı. Müsamere ikindi vakti sona erdi. Hanımlar peçelerini örttüler, arabalara binerek hemen evlerine döndüler. Bir pastanede, bir otel salonunda, Boğaziçi’nde bir çay bahçesinde oturup da bu güzel, yararlı günü konuşmak isteseler de bunu yapamazlardı. Bağnazlık buna izin vermiyordu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle